Friday, May 10, 2013

Bekir YILDIZ/ Kara Çarşaflı Gelin


 

Bekir Yıldız (3 Mart 1933- 8 Ağustos 1998)

Yaşamı

Bekir Yıldız, 3 Mart 1933 tarihinde Şanlıurfa’da doğdu. Çocukluğu Kastamonu, Gaziantep ve Adana’da geçti. İlkokuldan sonra Mersin’de başladığı Sanat Enstitüsü öğrenimini İstanbul’da tamamladı (1951) ve ardından İstanbul Matbaacılık Okulu’nun dizgi bölümünü bitirdi (1955). Dizgi operatörlüğü yaptı. İşçi olarak Almanya’ya gitti; fabrikalarda meydancı, monitör ve matbaalarda mürettip, operatör olarak çalıştı (1962-66). İstanbul’a döndüğünde Almanya’dan getirdiği baskı makinesi ile Asya Matbaası’nı kurdu. Bilahare bu matbaayı da kapatarak sadece yazarlıkla uğraşan Bekir Yıldız, 8 Ağustos 1998’de İstanbul’da öldü. Sanat hayatına, 1951’de Tomurcuk dergisinde yayımlanan bir öyküsüyle başlayan Bekir Yıldız, Kaçakçı Şahan’la 1971 Sait Faik Armağanı’nı kazandı.

Yapıtları

Reşo Ağa (1968), Kara Vagon (1969), Kaçakçı Şahan (1970), Sahipsizler (1971), Evlilik Şirketi (1972), Beyaz Türkü (1973), Alman Ekmeği (1974), Dünyadan Bir Atlı Geçti (1975), İnsan Posası (1976), Demir Bebek (1977), Mahşerin İnsanları (1982), Bozkır Gelini (1985), Seçilmiş Öyküler (1989)

Kara Çarşaflı Gelin

HAKAN BALAMİR, AYTAÇ ARMAN

Dışarıya baktı Şara. Gece, ön akşamdan daha aydınlıktı. Aya, güneş vurduğunda hep böyle olurdu bozkırda gece ve geceler.
Ansızın pencerenin az ötesindeki lekeyi gördü. Kocasının öldürdüğü adamın kanıydı bu. Karanlığın süpürüldüğü gecede, sanki kanatılmış gibiydi toprak.

“Ah!” dedi Şara, yüreğine. “Ah!”

Cılızdı ama, umutlanacağı güçler, Tanrısı, sırtını dönmüştür dünden beri kendisine. Can almıştı kocası çünkü, canı yaradandan tez.
Kocasının günahına ortaklaşan başını, pencerenin demirine dayadı Şara. Gözleri, kanlı toprağa bağlıydı gene. Önce bir gölge gibi dikeldi kan. Sonra, gölgenin içi, can doldu sanki. Kocası belli belirsiz çıkageldi ardından. Eli tabancalı, aklı kindar... Birşeyler konuştular komşusu adamla, tez ve ateşli. Ateş açtı kocası.
Bozkırın tepesinde, yürüyen lamba gibiydi ay. Gelip geçti damların üzerinden. Yel esti bu sıra. Önce, canı söndürdü. Cansız gölge, yeniden serildi yere. Şara, kırmızılanmış toprakla yalnız başına kalınca, “Ah!” dedi, yeni baştan, “Komşu adamın kanı bu.”
Yürek, korkuyla tıka-basa dolunca, pencereyi kapattı Şara. Bir süre akılsız kaldı başı. Deli gibi dolandı odanın içinde. Yerde yatan çocuklarına çarptı. Düştüğünde kızının ayakları ucundaydı.
Kara bir ağıt tutturdu; bozkıra hiç ayışığı uğramamışçasına.
“Desene aney,” dedi Genzua. “Ben kurbanlık kuzu olmuşam.”
Eşiklikte oturuyorlardı. Sabah, nerdeyse köyden tarlalara taşınacaktı. Şara, kızının saçlarında el gezdirdi.
“Kardaşını vursalar, daha mı iyi yavrum?” dedi.
“Ama o küçük,” dedi Genzua. “El kadar uşağa silah atılır mıymış?”
“Beklerler kurban olduğum. Obalı, kan alacağını unutmaz.”
“Çileli başım,” dedi Genzua, on üçe yeni ulaşan sesiyle. “Ben de ufağım. Heder etmen beni. Başka mümkünü yok mu?”
“Ya da toprak ister ölü evi,” dedi Şara. “Baban mapusta olmasa, toprak yere girsin.”
Genzua, göz düşürdü, yukarıdan aşağıya. Önü ardı, boşluğa geldi ansızın. Soluk aldı, soluk verdi.
“Canım iğneli beşik olduktan sonra,” dedi. “İster alın, ister satın.”
Şara, dudak ısırdı. Sevgi yeşertti.
“Anan,” dedi. “Soyumuza kalkan olan canına kurban olsun. Di kalk esvabın yenilensin.”
Genzua büzüldü.

“Kanım bugün mü bağışlanacak?”

“He,” dedi Şara. “Ölüevi akıtılmamış kana razı. Ve sabırsız.”
Genzua, on üçlük bedenini ayağa kaldırdı. Boy atacaktı daha yıllarca. İliği kemiği dolacak, babaocağında mutlu ya da mutsuz günler yaşayacaktı. Böyle düşünmüştür az öncesine kadar. Ama, babasının akıttığı kana karşılık, kendi kanı bağışlanınca, bu kadarcık kalacağına, ömür yolunun dar ve karanlık olduğuna akıl yürüttü. Anasına sarılıp ağlayamadı. Unutmuştu belki, hakkı olan ağlamayı da.
Şara, kızının elinden tuttu. Hafif beden, ağrıdı şimdi. Bıçağı görünce meliyen, huysuzlaşan kurban gibi direndi Genzua.
“Yarın Sal beni aney,” dedi. “Bu akşam, bir yanıma sen, öbür yanıma kardaşım yatsın.”
“Gözünün yağına kurban.” Dedi Şara, umutsuz bir sesle. “Ölüevi kanını soğutmak istemez. Hemin de boklarını balta kesmez böylesi günde. Bugün isterler seni. Dedikleri olmalı.”
Odaya girdiler. Yüklükten yorganları, döşekleri indirdi Şara. Açmak istediği, Genzua’nın ceviz sandığıydı. Yeşildi rengi. Kenarları çember kaplı...
“Soyun,” dedi Şara.
Genzua, kapağı açılmış sandığa baktı. Nenesinden kalma, anasından armağan, iğne oynatmıya başlıyalı beri; kendi eliyle işlediği tek-tük çeyizlerine gönül tazeledi.
“Ya bunlar?” diye sordu Genzua. Halep ibrişimiyle işlenmiş yastık örtüsünü gösterirken.
“Hepsi burda kalacak,” dedi Şara. “Düğün olmayacaktı ya!”
Genzua, anasının bacaklarına sarıldı. Ağlamak baldan tatlı geldi.
“Kime varacağım aney?” dedi sonunda. “Düğünsüz, derneksiz.”
Şara, bir tutamı kınalanmış kızının saçlarına yüzünü gömdü. Ona da ağlamak, gülmekten hoş geldi.
“Ne bilem Genzuam,” dedi. “Ya oğullarından biri alır seni, ya da başkasına satarlar. Elleri dardaymış da.”
Güneş tepeye çıktıkça gölgeler ufalıyor, serin yerler azalıyordu. Evlerde kalanlar, çoğunlukla elden ayaktan düşmüş ihtiyarlardı.
Şara, sokak kapısını açtı. Kimsecikler yoktu dışarıda. Ölüeviyle karşı karşıyaydılar. Derinden ağıt sesleri geliyordu. Yaşlı bir kadın ağlarken, güzel sözlerin tümünü öldürülmüş oğluna adıyan...
Genzua, anasının ardına sinmişti. Az sonra gidecekti, duvarlarına bile ağıt sinmiş bu eve.
“Korkma,” dedi Şara. “Allah büyüktür. Biz usulde kusur etmiyelim de...”
“He,” dedi Genzua. “Şimdi daha iyi anlamışam, ölüevine, ak gelinlik yerine kara çarşafla gitmenin şart olduğunu. Viş...”
Sustu Genzua. Aklına kardeşi gelmişti ansızın. Ana-kız açık kapının ağzında durdular uzun bir süre.
“Ya kardaşım,” dedi Genzua sonunda. “Onu nasıl görmeli? Bugün davara gitmeseydi ya.”
“Kısmette varsa, günün birinde görürsün,” dedi Şara.
Umut, dağdan büyük geldi Genzua’ya.
“He,” dedi. “Kardaşımın gözlerinden öperim. Babama da haber sal, kızın ellerinden öper gitti de...”
Ana-kız daha birbirlerini hiç görmeyecekmiş gibi sarıldılar. İki beden birden düştü.
Çözüldüklerinde, Şara eğilip bir taş aldı yerden. Ölüevinin kapısına doğru nişanladı taşı. Ama atmadı, atamadı. Döndü kızına.
“Bak yavrum,” dedi “Seni ırak bir yere satarlarsa, dama çıkasan. Taş at penceremize. Yüzünü, gitmeden görmek ister canım.”
“He,” dedi Genzua, anasına acımış bir sesle. “Söz olsun görünmeden gitmem, ıraklara.”
İnceden bir yel esti gene. Tozlar havalanıp şuraya buraya gitmeye koyuldu. Ölüevindeki ağıt da gökyüzüne doğru, kara yıldızlar gibi akıp dağıldı.
Şara, kaldırdığı taşı, ölüevinin kapısına attı bu sıra. Açılmadı ama. Şara birkaç kez daha taşladı kapıyı. Ölüevinde ağıt durdu sonra. Kapı yavaşça açıldı. Görünürde kimse yoktu. Sanki büyülü bir açılıştı bu. Genzua kıpırdandı. On üçlük bedenini, yaşlandıkça küçülen ama bebeleşmeden ölen nenesinin çarşafı örtüyordu. Babaocağına, daha pek çok adım hakkını bağışlayarak, ölüevine doğru yürümeye başladı.

(Beyaz Türkü’den Adanasanat)