Refik Halit Karay
ve… Eskici

Refik Halit Karay
Türk edebiyatında
öykü denilince akla ilk gelen adlardan birisi de hiç kuşkusuz ki Refik Halit
Karay’dır. Refik Halit aramızdan 1965 yılında ayrılmıştır.
Refik Halit kırka
yakın kitabıyla edebiyatımızın en verimli adlarından birisidir. Yazı yaşamına
gazetelerde çeviri yaparak başlayan yazarımız, bu yazıları yüzünden 1913’te
sürgün cezası almıştır. Sinop, Çorum, Ankara
ve Bilecik’te geçen sürgün yıllarının ürünü, gözlemlerine dayanan “Memleket
Hikayeleri”dir. Sürgün sonrası İstanbul’a dönmüş ve Robert Kolej’de öğretmen
olmuştur. Refik Halit 1922’de Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmış ve 16 yıl
Beyrut ve Halep’te yaşamıştır. Bu yıllarının ürünü ise “Gurbet Hikayeleri”dir.
1938’de Türkiye’ye dönüşünden sonra romana ağırlık vermiş ve bu yapıtları da
çok sevilmiştir.
“Ben Anadolu’yu
bir köylü olarak değil, varlıklı bir şehir delikanlısı olarak gördüm ve
anlattım” diyen Refik Halit’in kaleminde Anadolu insanı “Memleket
Hikayeleri”nde yakından incelenmiş, onun yaşadığı doğa ve çevre tanık olduğu
olaylar sayesinde bizlere aktarılmıştır. “Memleket Hikayeleri” Anadolu’nun tüm
gerçeğini ve iç dünyasını tanıtan gerçek öz hikayelerdir ve bugün için bile
tazeliğini koruyabilmektedir. Bu öykülerde içiniz ezilir, birisini okuduktan
sonra ikincisine geçemezsiniz ve yazar ile birlikte satırların arasında
kaybolur, yaşanan acıyı birebir yaşarsınız. Yazarımız bu yapıtında kendi
zamanına dek Anadolu insanı ile ilgili hiç ele alınmamış; fabrika, patron ve
işçi ilişkileri gibi döneminin çok ilerisinde olan konulara da yer vermiş ve
bizlere çok
değişik bir yelpaze sunmuştur. “Memleket Hikayeleri” konusunda bir ilktir.
Tamamı Fransızca
yayımlanmış ve çoğu dünya dillerine çevrilmiş “Memleket Hikayeleri” için Prof.
Sabri Esad Siyavuşgil “(…) Bu öyküleri salt bir güzel yazı okumak keyfi,
katkısız bir edebi zevk için ezberlemiştim, şimdi onları yeniden okuyor ve her
birinde, o edebi keyfin ötesinde, bambaşka hazineler keşfediyorum” dedikten
sonra, “(…) Bana o hikayeler, bugün, Anadolu’nun insan ve sosyal hayatı üzerine
yazılmış ve yazılacak en azametli psikoloji ve sosyoloji eserlerinden daha
etraflı, daha derin, daha dolu ve daha gerçek geliyor. Öyle sanıyorum ki, bu
hikayeleri okumadan Anadolu’yu anlamanın, anlamaya başlamanın imkanı yok. (…)
Anadolu’yu keşfe hazırlananlara, haritaya bakmadan ve yola çıkmadan önce, o
yarım yüzyıllık ‘Memleket Hikayeleri’ni okumalarını salık veririm” diyerek
yazarımızın bu yapıtındaki olağanüstü başarısının altını çizmiştir.
Türk
öyküleri üzerine akademik çalışmalar ve çeviriler yapan Alman Profesör Otto
Spies’e göre, Refik Halit’in “Memleket Hikayeleri”nde ulaştığı yüksek sanat
örneğine bir daha erişilmemiştir. Dil, üslup ve edebi yönden bugün de
aşılamayan bu hikayeler, modern Türk edebiyatının en güzel ürünleridir.
Yurdundan 16 yıl
ayrılmak zorunda kaldığı dönemde etkisi altında kaldığı “vatan hasreti”, Refik
Halit’i daha büyük bir yazar yapmış ve “Gurbet Hikayeleri” ortaya çıkmıştır.
Adeta sözcüklerden tasarruf edercesine, bunca yoğun duygu nasıl olabiliyor da
kısacık öykülerde bu denli ahenkli ve duygulu aktarılabilmiştir şaşar
kalırsınız.
Refik Halit’in
beni etkileyen bir başka yönü ise dil konusuna vermiş olduğu önem ve sade yazı
dilinde göstermiş olduğu başarıdır. Bugün çok eksikliğini duyumsadığım eski
edebiyat kitaplarımızda Refik Halit’in sade dili ve Türkçe’yi güzel
kullanımındaki başarısı üzerinde çok durulur, hatta Yakup Kadri’nin aynı dönem
yazılarından alınan alıntılarla birebir karşılaştırılırdı. Refik Halit
yapıtlarını halkın anlayabileceği günlük dil ile yazmakla kalmamış aynı zamanda
dil konusunda bize belleklerimizden hiçbir zaman silemeyeceğimiz Türk dili
üzerine yazılmış en güzel öykülerden birisini, belki de en güzelini “Eskici”yi
yaratmıştır.
Yahya Kemal
Beyatlı, “Bizi ezelden ebede kadar bir millet halinde koruyan, birbirimize
bağlayan dilimizdir. Bu bağ öyle bir bağdır ki, vatanın hudutları koptuğu zaman
bile kopmaz. Hudutlaraşırı bile bizi birbirimize bağlı tutar” derken birey için
ana dilin önemini vurgulamış, Refik Halit de “Eskici”de bu gerçeği en yalın ve
en acı bir biçimde yakalamıştır. Öğretmenlerimizin bu öyküye titizlikle zaman
ayırmasını, mutlaka okutmalarını ve yeni yetişen kuşakların “Eskici”yi hakkı
ile öğrenmelerini dilerim.
Satırlarımı
tamamlamadan önce sizlerle bir gerçeği daha paylaşma gereğini hissediyorum.
Milli Mücadele döneminde, Türk’ün var olma savaşımına karşı tavır takınan ve
yurt dışına sürülen 150 kişinin arasında sanatına çok büyük hayranlık
beslediğim Rıza Tevfik ve Refik Halit’in olmasından ve bu yanlış tutumlarından
(büyük bir imparatorluk çökerken herkes ileri görüşlü olamayabilir gibi bir
özüre sığınmaya çalışmama karşın) her zaman çok büyük üzüntü duymuşumdur.
Atatürk, yazılarını ve öykülerini çok sevdiği Refik Halit’in yurda dönmesinin
sağlanmasını bizzat çok istemiş, konuyu yakından takip etmiş ve 1938 yılında af
kanunu çıkmıştır.
Refik Halit Karay
ise, ölümünden iki yıl önce yazdığı “Bir Ömür Boyunca” adlı yapıtında Mustafa
Kemal Atatürk’ü, “Ömrü boyunca tanıdığı en büyük dev” olarak tanımlamıştır.
Türk edebiyatında
çok özel bir yeri olduğuna inandığım ve kalbimde çok ayrı bir yeri olan bu
öyküyü sizlere sunuyorum.
Eskici
Vapur rıhtımdan
kalkıp da Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler,
üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: “Çocukcağız Arabistan’da
rahat eder” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olmanın
uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Önce babadan yetim
kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla
halasının yanına, Filistin’in sapa bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda
oyalandı; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine,
kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken
çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin
konuşmalarıyla da güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur,
şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere
yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı. Kalanlar bilmediği bir dilden “Hasan
gel! Hasan git!” demiyorlardı; adı değişir gibi olmuştu. Hassen şekline
girmişti.
“Taal
hun yâ Hassen!” diyorlardı. Yanlarına gidiyordu.
“Ruh yâ Hassen…”
derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa’ya çıktılar
ve onu bir trene koydular.
Artık ana dili
büsbütün işitilmez olmuştur. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da
susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine
dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert
düğüm, hep susuyordu.
Fakat hem tümüyle
çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi;
zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında
keçiler otlayan kuru, yalçın, çıplak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler
kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cilâ
ile, kızgın güneş altında, fırıl fırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti;
göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev!
Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı. Çok uzun bacaklı,
çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile…
Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır
ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti,
dayanamadı, yanındaki askere parmağını göstererek sordu; o güldü:
“Gemel! Gemel!”
dedi.
Hasan’ı bir
istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından
biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara
iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu,
fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs…
“Yâ habibî! Yâ
aynî!”
Halasının
yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok
çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine ceket giymiş, saçları
perçemli, başları takkeli çocuklar…
Hasan durgun,
tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle, haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı
Arapça’yı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük
bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi
tıkandığını duyuyordu, gene susuyordu. Hep sustu.
Şimdi onun da
kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları (bir tür yöresel deri
ayakkabı) vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır numara makine ile
kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine
alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık hem çatal yerine dürümleyerek
kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası
sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.
Evin avlusuna
sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir
demir parçası, dağınık kılıklı bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi
bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra
önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı iskemlesine
oturdu; Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık
ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki… Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu:
Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik sapsız bıçağı ile
kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer,
İstanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk
çabuk mıhlayışına, deri parçalarını pis bir suya koyup ıslatışına, mundar
çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu.
Susuyor ve bakıyordu.
Bir aralık nerede
ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu:
“Çiviler ağzına
batmaz mı senin?”
Eskici başını
hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:
“Türk çocuğu musun
be?”
“İstanbul’dan
geldim.”
“Ben de o
taraflardan… İzmit’ten!”
Eskicide saç sakal
dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerden yamalı, dişleri eksik ve suratı
sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul
taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade içine değil, yüzüne de
dikkatle bakmıştı.
Göğsünün
ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten
peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
“Ne diye düştün bu
cehennemin ortasına sen?”
Hasan anladığı
kadar anlattı. Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti, komşusunun oğlu
Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir
kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yatak serili
olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu:
“Sen niye
buradasın?”
Öteki başını ve
elini şöyle salladı: Uzun iş mânâsına… Ve mırıldandı:
“Bir kabahat
işledik de kaçtık!”
Asıl konuşan
Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan,
yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları titreyerek taze, gevrek, billûr
sesiyle bitevîye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem
çalışıyor, hem de ara sıra “Ha! Ya! Öyle mi?…” gibi dinlediğini bildiren
sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir
rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu;
geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla
dinliyordu.
Daha çok dinlemek
için de elini ağır tutuyordu. Fakat nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş
bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini büktü, çivi kutusunu kapadı,
kiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep ağır ağır yaptı.
Hasan, yüreği
burkularak sordu:
“Gidiyor musun?”
“Gidiyorum ya,
işimi tükettim.”
O zaman gördü ki
küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor… Sessizce, titreye titreye
ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon
pencerelerindeki yağmur damlaları; dışarının rengini geçiren manzaraları içine
alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının
sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök,
pırıl pırıl akıyor.
“Ağlama be!..
Ağlama be!”
Eskici başka söz
bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır.
Bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
“Ağlama diyorum sana! Ağlama!..”
Bunları derken
onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı,
ama yapamadı, kendisini tutamadı, gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan
yaşların –Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne– bir pınar sızıntısı
kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
NOT: "hem osmanlı hem de cumhuriyet döneminde sürgün'le cezalandırılan muhalif bir yazardır. mahmut şevket paşa tarafından gönderildiği ilk sürgün yeri olan sinop'ta "memleket hikayeleri", cumhuriyet'e muhalif olduğu gerekçesiyle gönderildiği suriye'de ise "gurbet hikayeleri"ni yazmıştır. ayrıca "yezidin kızı" isimli kitabı nefistir." Eksi Sozluk
KAYNAK:
http://demiratanlar.com/2012/07/20/refik-halit-karay-ve-eskici/