Ufuk Özgül
“İstafiller
Oldu mu” adlı öykü kitabında, bizlere 14 öykü sunuyordu öykü ve roman
yazarı Celal Özcan. Kitabında yer alan “Hayata Neşe Güneştir” adlı
öyküsünün girişindeki dizelerde şöyle sesleniyordu:
“Denize bıraktığım çiçek değil, karanfil kokusu / Emanetim sende, yüreğim sende ey mavi su”…
Seslendiği gene o
suydu. Marmara’da dinlenen Ege’ydi, Karadeniz’di… Tarihe ve de nice
yaşamsal serüvenlere hem sahne olmuş hem de tanıklık etmiş olmanın
yanında nice acılar da karışsa içine, çekici, besleyici büyüsüyle
vazgeçilmezimiz olan maviliklere seslenişti o.
Yazarın, yakında ikinci
basımı yapılacak “İstafiller Oldu mu” isimli öykü kitabının izleri,
ruhumuzda yeniyken bu kez “Toprağım Teos Can Suyum Ege” isimli yeni
romanını okuma mutluluğuna eriyoruz. Bu yapıtta, göç, aşk, bir yere
yerleşme, tutunma ve geleceğe yönelik idealleri gerçekleştirme
savaşımında, hemen her zaman ayakta durmayı becerebilen roman
kahramanının, sonunda Ege’de karar kılan yaşam serüveninin ilgi çekici
gerçekliğiyle tanışıyoruz.
Yazarın, öykü ve roman
dilindeki engin, yenilikçi buluşlarına, kurgudaki tartışılmaz
üstünlüğüne bir kez daha tanık oluyoruz.
Celal Özcan’ın bu yeni
romanı üzerinde kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirmek ve yapıt
hakkında görüşlerini almak istedik.
1) Öykü kitaplarınız dışında
biliyorum ki bu ikinci romanınız. Bu yapıtta, romana ad olan Teos ve Ege
gerçekliğini açar mısınız? Bu arada toprak, tutunma ve de can suyu
gerçekliğini de belirleyip çözümler misiniz? Ve romanınızı okurken,
duyumsadığımız Ege’nin ve Ege Denizi’nin tarihi dokusu ve gizemini,
bunun sizdeki etkilerini nasıl yorumlarsınız?
Teos, benim için ve
hemen herkes için çekici büyüsüyle çağlar ötesinden gelen bir avlayıcı,
bağlayıcı gizem taşımaktadır. Yörenin tarihsel gerçekliğinin bir artı
güzelliği olan Sığacık’a da genelde biz Teos deriz. Bu bakımdan o
çevreyi yurt edinmedeki tutkuda Teos tarihselinin payı yanında
Sığacık’ın etkisi de tartışılamaz. Ve bir de Dionyssos ve milat öncesine
dek giden bir derinlikli anlamlar bütünlüğü... Bunu besleyen, diri
tutan o coğrafyanın büyülü suyu Ege… Bir yerde Ege, salt mavi suyuyla
bildiğimiz deniz atmosferini simgelemenin ötesinde derin, zengin
anlamlarla değer bulan farklı bir sudur. Ona baktıkça, geçmişin zengin
kültürlerinin kalıtsal değeri günümüz insanına yansıyan besleyici,
coşturucu sıcaklığıyla ayrıcalıklı duygular uyandırır. İki yakanın el
sıkıştığı, iki kültürün ortaklığında bileşkelenen Ege evreni, orada ve
karşı kıyıda yaşayanları kıyı coğrafyasının bereketli değerleriyle
kaynaştırır. Toprağa dikilmiş ya da ekilmiş tohuma can suyu olan su
bereketinin işlevini, o topraklara tutunup kök salmada kararlı insanlar
için yukarıda anlamlandırdığım Ege suyu ve Ege evreni
gerçekleştirmektedir. Ege insanının kültüründe, sıcaklığında,
canlılığında, coşkusunda ve yaratıcılığında bu büyünün payı yadsınamaz.
2) Edebiyatın yaşamın,
yaşananların ve yaşayanların bire-bir kopyası olmadığı bilinmektedir.
Öykü ve romanın, kuşkusuz, yaşamdan esinlenilerek yazarın hayal ve
kurmaca gücü, yeteneği çerçevesinde yaratıcı yazarlık ürünü olarak,
yepyeni bir dünya kurma anlamında benzersizlik içerdiği önemli bir
özelliktir. Bu gerçeklikten bakarsak, sizin romanınızda edebiyatın bu
çok önemli yönüne uymada gösterdiğiniz duyarlılık üzerinde neler
söyleyebilirsiniz? Bunu, romanınızın kapsamında, konu, yer, kişiler ve
kişiler arası ilişkiler açısından açıklar mısınız?
Siz zaten sorunuzun
içinde adeta yanıtı da vermişsiniz. Öncelikle bu saptadığınız noktalara
aynen katılıyorum. En eski çağlardan bu yana bilinir ki, genelde sanat,
özelinde edebiyat, hayatı anlatır ama asla kopya etmez. Kopya edilmiş
hayatlar kurmaca gerçekliğine ters düşer ve de yaratıcı bir değer
taşımaz. Özellikle şiir, roman ve öykü kesinlikle yaratmayı gerektirir
sanatlardır. Evet, benim romanımdaki kişiler ve olaylar da gerçek
hayattakiler değildir. Gerçeklerden esinlenerek, onların bir ölümünü
çağrışım unsurları olarak kullandım, aynen kopya etmedim. İşlediklerim
benim romanda kurduğum yeni dünyanın yepyeni değerleridir.
3) Yapıtın tematik gerçekliğinde
dikkat çeken, asıl yansıtmak ve vurgulamak istediğinizi gördüğüm sevgi
ve aşk, göç, göçmenlik, yurt edinip bir yere tutunma, toplumsal hayata
uyum sorunları; “aidiyet” dediğimiz gerçeklik oldukça önemli. Ayrıca,
Makedonya-Türkiye-Alanya-İtalya,Yunanistan ve gene Türkiye izleğinde
sürüp giden kültürler arası yakınlık ya da çatışmalar; aile bağları;
sevgi ve aşk; para, gelecek kaygıları elbette doğal insansal konulardır…
Özellikle romanın anlatıcısı da olan Kemal’in, hayatın acımasız
gerçekleri karşısında karşılaştığı badirelerden yıkılmadan akıllıca
sıyrılabilmesinde insansal direniş, özgüven desteğinde ayakta durabilme
direnci de saygı çeken hususlar. Bunlar sürerken, özeleştirel
değerlendirmelerden hareketle doğruyu, tutarlılığı bulabilmede akılcı
tutumla, kültürel donanımın ne dereceye değin yarar sağladığı da roman
kahramanının kişiliğinde ustaca yansıtılmış. Evet, görüyoruz ki, roman
kahramanı Kemal, bazı şansızlıklar dışında, hemen her aşamada ayakta
kalabilmektedir. Çevresinde az çok saygın bir yer edinebilme becerisi
göstermektedir. Bu becerilerinde akılcılığıyla özgüveninin ve de
özellikle çok okuyan bilinçli birisi olarak kültürel donanımının
katkıları da açıkça görülüyor. Bu kapsamda bir değerlendirme yapar
mısınız?
Ne desem ki, sorunuz,
yukarıdakiler gibi, burada da, adeta yanıtını da içinde barındırıyor.
Evet, roman kahramanı, yabancı bir ülkede (Almanya’da) iş yaşamı
olgusunun izleğinde bir savaş verirken, “kendi” olmaya kararlı bilince
de ulaşınca, yaradılışı gereği akıllı, soğukkanlı ve de bilinçli
kişiliğini okuduğu çok değerli kitaplar ve kurduğu düzeyli dostluklarla
da donatarak sizin deyişinizle her badireyi kimi zaman kolayca kimi
zaman da zorlu savaşımlarla atlatmasını bilen bir değerdir. Onun roman
diline de hakim olan anlatıcılığından da anlayacağımız gibi, salt bir
anı aktarıcı değildir. Adeta bir edebiyatçı, felsefeci, sosyolog ve de
psikolog gibi yaşamı, insanları ve de kendisini isabetli bir
tutarlılıkla değerlendirebilmektedir. İdealinde canlandırdığı topraklara
yerleşip kök salmadaki savaşımında görüyoruz ki, sonuçta arzu ettiği
amaca da ulaşmıştır. Can suyunu sevdiği kadınlarda ve özellikle de âşık
olduğu Monika gibi çok özel ve çok değerli dostta keşfetmesine karşın,
onlardan umduğunu bulamamışlığının kaygılarından, tadına, özüne büyük
bir kültürün ve de Dionyssos gizeminin sindiği Ege evrenine sığınarak
kurtulmayı becerebiliyor.
4)Roman kahramanının, sadece bir
kadınla birlikte olma ihtiyaç ve zevkini aşan, karşı cinsle
ilişkilerinde, iki husus dikkatimi çekti: Birincisi karşılıklı saygıyı
da içeren sevgi ve aşk; ikincisi ise, hayat arkadaşı olabilme yolunda
“belki”li bir arayışla bir tür denemeci yaklaşımlar kapsamında beraber
olunan kadınlarla ilişkiler. Öne çıkan Monika bağlantısındaki çok özel
ve de saygıdeğer aşkta bile bir kaygı gerçekliği dikkat çekmekte. Bir
bölümde başlıklanan şu söz oldukça ilginç: “Ya Aşkın Ötesi?” Bu sözle de
vurgulanmakta olan güven ve güvensizlik ve de kaygı duygularının roman
kahramanının yaşam ve gelecek yolundaki savaşımında bize neler
düşündürtmesi amaçlanmaktadır?
Roman kahramanı
yakışıklı, okuyan, iyi düşünen, farklı yetenekleri olan, bunları hayata
uyarlayabilen, girdiği her toplumsal ortama uyum sağlamada becerikli
birisi. Hele Türk ve Müslüman unsuru olan işçi çoğunluğunun uyum sorunu
taşıdığı Almanya’da Kemal, kolayca kaynaşabilmiştir o toplumla ve hatta
pek çok arkadaşlıklar yapmış, belediyelerde (ki, birisi Berlin
Belediyesi’dir) bir tür sosyal terapist önderliği yapacak kadar da
ustalaşmış birisidir. Ancak her şeye karşın o, hangi millet mensubu
olursa olsun sevebileceği, saygı duyabileceği bir bayanla evlenip yuva
kurmak istemektedir. Aile kavramına saygılı olması da etkendir bu yönde.
Fakat amacı vardır kendi istek ve mantığına göre, mutlaka Türkiye’ye
yerleşmek ve özellikle de Teos-Sığacık’ta yaşamak arzusu ve
kararındadır. Evleneceği bayanın da oraya gelmesini ister. İşte bu
yaşamsal serüven içinde tanıştığı bayanlara hep bu durumu işlemeye
çalışır. Özellikle de asıl aşkla bağlandığı ve çok özel bir değer olarak
tanıyıp sevdiği, saydığı ve kendisini de seven Monika’yla evlenmeyi ve
Teos’a yerleşmeyi düşler. Ancak Monika bunu kendine göre belirlediği
nedenlerle bir türlü kabul etmez. Bu gerçekliği taa başlarda dahi
duyumsayan Kemal, bir umutsuzluk duygusunun da etkisiyle aşkın her şeyi
halledemediği gerçekliğine yaslanarak “Ya aşkın ötesi?” sorusuyla bir iç
hesaplaşma yapar. Nitekim onun sezgi gücü isabet kaydetmiştir, sevdiği
kadın da ona gerçek yâr ve can suyu olamamıştır. Ama o kararlılığıyla
hayalini kurduğu yerleşme sürecini Ege’nin büyülü gizeminden de aldığı
destekle gerçekleştirmiştir.
5)Edebiyatın ana malzemesi
insandır ama, kurmacanın en güçlü değeri, aktarıcı silahı da dildir.
Edebiyat, elbette dil ve anlatım duyarlılığına sahip önemli bir
sanattır. Sizin de gerek öykülerinizde, gerekse romanlarınızda dil ve
anlatıma gösterdiğiniz özen hemen dikkati çeker. Rahat bir
okunabilirlik, yormayan bir anlatım. Bu romanınızda da okuru sarıveren
bir dil sıcaklığı var. Bu yönde neler söylemek istersiniz?
Elbette kurmaca
üretimlere yönelen her yazarın öncelikle dil konusunda çok özenli olması
gerekmektedir. Bu yönde sevindirici bir iç rahatlığı içerisindeyim. İlk
kitabımdan bu yana yazıp yayımlattığım hemen bütün kitaplarımla
bağlantılı değerlendirmelerde dil ve anlatımdaki özenim her zaman
övgüler almıştır. Ne var ki, zor bir işin de üstesinden gelme
durumundaydım bu romanı yazarken. Dikkatinizden kaçması olası değildir,
bu yapıtta anlatıcı roman kahramanı Kemal’dir. Romana hâkim olan dil
onundur. Nasıl ulaşmıştır bu dile? Küçük yaşta Makedonca konuşulan ve
Türkçeleri pek iyi olmayan bir göçmen dünyası çocuğuyken, ilk
öğretmenlerinden birisinin akılcı önderliğinde kitap okuma tutkusuyla
başlayan okuma hevesleri hayatı boyunca sürmüştür. Bu kapsamda Ömer
Seyfettin hikâyelerinden Behçet Necatigil şiirlerine, Yaşar Kemal, Fakir
Baykurt, Necati Cumalı eserlerinden Rilke’ye değin Türk ve yabancı
yazarların kitaplarını okumuş, onlardan da beslenen bilinciyle hem
Almancası hem de Türkçesi gelişmiştir. Ve hatta yazı yazmaya bile
heveslenmiş, günlükler tutma düzeyine ulaşmıştır. Zaten kendisi ayrıca
karo ve fayans ustasıdır. Bu işi sanatkârane bir özenle yapar. O yüzden
Kemal’in bütün zevkleri gibi dili de kendi kendini yetiştirmişliğinin
sonucunda yetkinleşmiştir. Gerçek hayata bakarsak, kendisini tanıyan ve
okuyanlarca da bilinir ki, edebiyatımızın en değerli yazarlarından
Necati Cumalı da aynı serüvenleri yaşamış, Tük edebiyatının ve Türkçenin
büyük ustalarından biri olarak edebiyat tarihimizde unutulmaz bir yer
edinmiştir..
6)Gerçek hayat ve gerçek
kişilerle edebiyat ürünleri arasında nasıl bir benzerlik ya da farklılık
vardır sizce? Neden? Bu romanda söz konusu durum nasıl yansımaktadır?
Edebiyat hayatın kendisidir; yani
gerçekliği işler; inandırıcı olmak ve de içtenlikli olmak durumundadır
ama edebiyat asla hayatın kopyası değildir. Romanlar ve öyküler, yazarın
hayal gücü, deneyimleri, kurmaca ve yaratma becerisinin ürünü olan
yaratılmış yepyeni bir dünyayı sunar bize.
Bu roman, kendisini
Teos-Sığacık’ta tanıdığım arkadaşım Kemal Aksu’dan ve onun yaşadığı bazı
gerçeklerden esinlenilerek yazıldı. Ama romandaki ne olaylar ne de
kişiler ve ne de adı Kemal olan kahraman, hayattaki kişiler ve olaylar
değildir. Yapıttaki yer (mekân) konusu bile gerçek mekân ve yerlerle
yüzde yüz çakışmayan farklılıklar gösterir. Ayrıca örneğin Kemal
bağlamında ‘baba’yı ele alalım. Romandakiler, kahraman Kemal’in gerçek
anne ve babası ile asla benzeşmez. Belki anne biraz. Ama ben, romanda,
Almanya’da yaşama ve para kazanma amaçlı kan ter döken nice yabancı
işçinin, bu arada Türkiyeli olup da muhafazakâr hatta törelerinin
tutkusuyla yaşayan ebeveynlerin çocukları üzerindeki baskıcı
tutumlarının çatışmalara ve de kopmalara neden oluşuna örneklik olsun
diye farklı bir sert baba tipi yarattım. Öyle olmasaydı roman kahramanı
Kemal kendi başına buyruk farklı serüvenlere katılmaz ve roman da
heyecansız, kuru, tekdüze bir siliklik içinde değersizleşiverirdi.
Diyalektik gerçeklik yaşamsal gerçeklikleri çelişkiler ve çatışmalarla
daha bir öne çıkarır. Olay budur. Ancak burada baba motifi büsbütün
hoyrat değildir. Oğlunun doğumundaki olayları anlatırkenki gerçek baba
sevecenliği ve gene oğluna bir iyi gelecek sağlama amacıyla Kemal’i
Almanya’ya beraberinde getirmesi o babanın ne derecede bilinçli
olduğunun da göstergesidir. Kaygı ve korkusunda da kendince haklı
yanları vardır onun, diğer anne ve babalar gibi. Evladını kaybetmek
istemeyen koruyucu ebeveyn duyarlılığı… Bütün bu gerçeklikler yapıtın
akışı içerisinde dikkatli okur bilinciyle hemen görülebilir,
anlaşılabilir.
7)Geçtiğimiz Kasım ve Aralık
aylarında “Galata Kulesi Gülümsüyor” ismini verdiğiniz ve “Galerie ST.
Georg”’da sergilenen suluboya resimleriniz ile buluşma olanağımız oldu.
Öyküleriniz ve romanlarınızda tanık olduğumuz dildeki yenilikçi
buluşlarınız, okuru, zengin bir fon ile buluşturuyor. Ressam kimliğiniz
ile yazarlık kimliğiniz arasındaki paralelliği anlatır mısınız?
Bir kez şunu
belirteyim, her ne kadar yurt içi ve yurt dışında toplam 21 sergi açmış
da olsam, ressamım dersem abes kaçar, asla ressam sayamam kendimi. Resim
benim çocukluğumdan bu yana kopamadığım kurtarıcı hobilerimden
birisidir. Bütün sanatların birbirleriyle bağlantısı vardır. Karşılıklı
birbirini besleyen ve de tamamlayan. Bir öykü ve romanda betimlemeler,
kişi portreleri sözcüklerle resim yapmaktır. Ve orada kullanılan dil,
gözlem yoluyla algılama ve yansıtma işlevini de sağlama durumundadır. Bu
bakımdan resimle içli dışlılığım yazınsal üretimlerimde bana çok destek
veren bir zenginlik olmaktadır. Yani bu desteğin dilsel ve anlatısal
becerilerde de büyük katkılar sağladığını belirtmek isterim.
8)Önümüzdeki süreçte, yeni çalışmalarınız var mı, varsa nelerdir?
Bir gençlik romanı
üzerinde çalışıyorum. Eski kitaplarımın yeni basımı gündemde. Geçen yıl
yayımlanan “İstafiller Oldu mu?” adlı öykü kitabımın ikinci basımı
gündemdedir. Ayrıca yeni bir öykü kitabına da çalışıyorum. Bazı öyküleri
tamamlanan bu kitabımın tematik gerçekliğiyle adını belirledim ama,
izninizle şimdi söylemeyeyim.
9)Teşekkür ederim.