Bir kaç askerin
köylüyü sürüklediklerini seyretti. Boş, yıkık damı eğik titrek yıkıntısı güneş
ışığı altında bükülen evin arkasına sürükledikleri köylü şimdi yerdeydi. Elleri
etrafına dağınık ölüyor gibiydi. Başı yana eğik, saçları karmakarışık, ölmüş
ama daha onun ayırdına varamamış bir hayvan gibi boşluğa bakıyordu.
Hava o kadar
ağırdı ki, kanatlar gövdelerini taşımayı reddediyordu. Üstüne abandığı beden
diz çökünce öfkesi hafifledi. Kocaman elleriyle çökmüş bedenin başını
ayaklarının dibine doğru; balçık, hayvan ve insan pisliklerinin içine eğdi.
Başı bastırdıkça bastırdı. Yüz balçığın içinde kalıbını aldı. O, başı
bastırırken postallar bedeni eziyordu. Bedenin elleri ayakları boşluğu dövdü
derken hırıltılar duyuldu ve ağız pislikle doldu. Burun kanatları kocaman
açıldı. Dudaklar seyirdi; dili gırtlağına akıyor gibiydi ve yine hırıltılar
duyuldu sonra bedenin hareketleri sıyrıldı. Sanki öldü. Başını bastıran eller
gevşeyince bir bacağı dağınık yatıyorken diğeri durgunluğu tekmeledi. O,
bacağını hissetmedi; nefes de almıyordu. Gözleri kapalıyken karanlığa ansızın
uyandı. Uyandı mı? Uyanıklıktan ziyade rüyadakine benzeyen tuhaf bir sanrısal
bilinç haline çekilmişti. Ama sıkışan kalbini bildi. Neden sonra nefes almadığını
anladı. Dili boğazına akıyordu dehşetle yataktan doğruldu. Uyuk hali henüz
yırtılmamıştı. Güçlü bir ses yalpalı vuruşlarla içini dövdü. İşittiği sesin
içinden mi, dışından mı geldiğini bir an için ayırt edemedi. Rüyayla uyanıklık
arası dağınıklıkta dilini kustuğunda kaç zamandır uykusunu bölen o mahut rüyayı
gördüğünün ayırdına vardı.
O bir asker
eskisi... Gecelerine nasıl karıştığını bilmediği bir zamandan beri hep aynı
rüyayı görüyor; gündeliğin akarında onu hep bir şekilde silmeyi başarıyordu. Şimdi
görev arkadaşlarıyla arada bir eskilerden konuşmak, anıları tazelemek için
toplandıkları bir akşam yemeğinde, iki diken bir çekirdek halde, ağzı
kulaklarında, neşesi yerlere dökülüyor asker eskisinin. Sofrayı neredeyse
tümüyle kaplamış iç pilav doldurularak çevrilip kızartılmış bütün bir kuzu
henüz bitti. Tatlılar bekleniyorken biri: "Ne günlerdi'' diyor. Derken
uzak, sis içinde hiç bir yerdeki eski havadislerden konuşuyorlar. Biri,
içerideki ve dışarıdaki düşmanlardan söz ediyor; biri, vatanın bağrında
yuvarlanıp kanını emenlerden; biri şehit kanıyla sulanmış vatanın bölünmez
bütünlüğünden ve vatan için nasıl can verilmesi gerektiğinden... Söz bu uzayıp
arşa yükselirken, biri eski günlerden kesitlerin bir karabasan gibi gelip
rüyalarının oralarına buralarına aktıklarından dem vuruyor. İnsansızlaştırılan
köylerin döllediği, adını bilmediği yaratıkların doğuşunu yüzünde korkuya
benzeyen bir ifadeyle anlatıyor ve yanmış bir köyün girişinde diyor,
''Vahşileşmiş bir kediyle karşılaştım. Kedinin baktığı yere baktım: Mezarından
ölü kadınlar kalkıyordu, gördüm; ay ışığında inci gibi parlayan bebeklerin
gözyaşlarını topluyorlardı. Biri ''Benim rüyalarım çok kalabalık'' diyor; ''Ucu
başı belli olmayan korkunç bir kalabalıkla geliyorlar. En önde saçları yanmış,
memeleri entarilerini parçalayarak dışarı çıkmış kadınlar yürüyor. Kadınların
elleri mor, yeşil damarlı... Avuçları hep göğe açık; başları hep bana dönük...
Ayakları ters dönmüş, uçları arkada, topukları ise önde. Boyunları kolları
kadar incecik. Arkalarında sayısızca insan gelip karanlığa karışıyor, üstüme
üstüme geliyorlar.'' Biri...
Ve asker eskisi
ağzı doluyken rüyasını hatırlıyor. Hatırlamasıyla kollarını boşalması,
bacaklarının titremesi bir oluyor. Boğuluyor gibi. Bağırmak, çığlık atmak
istiyor ama yapamıyor. Bedeni kasılarak sarsılıyor. Bir nefes alıyor, belki bir
daha... Derken fal taşı gibi açılmış gözleri, bir cesetten bile solgun halde
odanın ortasında ayakta duran köylüyü buluyor karşısında. Asker eskisi
titriyor, ürkmüş bakışlarını köylünün üstünde sabitliyor. Köylünün ağzından
akan irin yerlerce dökülüyor, irin askerin beline doğru yavaşça ilerliyor,
boğulacak. Köylü hiç kımıldamıyor. Ayakta dikiliyor. Ayakları üstüne kurulmuş
bir ağaç gibi. Bakışları hala artık boğazına derin irin batmış askerin üstünde.
Askerin bakışları köylünün korku, yılgı dolu gözleri takılıyor. Onlarda yüzünün
aksini görüyor. Bu yuvasında fırlamış gözler ona bir ölünün katiline dair
sakladığı son imgenin gözbebeklerine kazındığını hatırlatıyor. Korkum onu ele
geçiriyor. Köylünün onun irisindeki görüntüsü yavaşça gözkapaklarının ardında
kaybolurken sanrıdan sıyrılıyor; ama yaşattığı gerçeğe boca edilmiş başka bir
sanrıya akıyor. Başını pisliğe bastırmadan önce köylünün göz çukurunun korkuyla
dolmasını, orada kendini tamamlayan korkunun taşarak yanaktan süzülmesini, o
yerde hiç uyanmamış dünyanın kendi hafifliğinde beklemesini ve çekilen
avuçları, seğiren dudakları, korkudan yok olan gözleri ve yaşama isteğinin
çoğalarak yüzünde anlamsız bekleyişini anımsıyor: çünkü bir insan... köylünün o
hırıltısı şimdi onda biteviye bir uğultu, ilelebet peşini bırakmayacak bir
kulak çınlaması gibi delirtici kalbini oyan, ruhunu sarsan, aklını oynatan bir
etkiye yol açıyor. Sanki şimdi belleğinde bir bellek; gözlerinde bir göz daha
var.
Ve, doluyken
birden ağzını farkediyor. Dili bulamacın içinde kıpırtısını duruyor. Dudakları
sanki ardı irin dolu bir yaranın ölmeyen dudakları... Birbirinden uzak iki
yaratık gibi öylece bekliyorlar. Onun değil, ağzında başka bir ağız var, söz
geçiremediği. Dudaklarını bir daha açmamak için sıkıca kapatıyor ve ağzının
içindekini zorlukla yutuyor. O günden sonra asker eskisi uyanıkken ağzını
açmıyor hiç. Yemiyor içmiyor; tek bir söz dahi söylemiyor, yalnızca belli
aralıklarla yutkunuyor. Çevresi önce olana anlam veremiyor. Sonra bilindik
bütün çarelere başvuruyorlar ne ki, ağzını açmayı, dudaklarını aralamayı
reddediyor. Biçimsiz ağzının içinde rüyasına karışan köylünün ağzını; dişlerinin dibinde ise,
karanlık bir pislik çukurunun olduğunu sanıyor. Bedeni kendiyle tiksiniyor ve
onun ruhsal dramı sürüyor. Günler akarken bilinci dehşet acıkmış bir insanın
bildik bilinmedik bütün yemeklerini özlüyor, korkularını, tatlarını imliyor bu
gözlerini döndürüyor; ama bedeni onları yadsıyor. Uyurken ağzı hep açık uyuyor;
uykudayken kötü canlı yoktur. Ama o bir ağız görüyor uykulu uyanık hep: İğrenç
bir sıvı geliyor kocaman açılmış yüzdeki o yanıktan içeri giriyor. Sıvı
işitimsiz sağır dehlizlerden geçerek yüzünü pisliğe batırdığı, elinden
kurtulurken son çığlığını öğün yaptığı o ağızın gelip kendi ağzının içine
kurulduğuna artık çok emin.
Askeri hastanede
yatışının üstünde günler geçiyor. Gün gün eriyor. Önce kürek kemikleri
belirmeye başlıyor, derken leğen kemikleri... Yüzü o kadar çok küçülüyor ki,
gür saçları başında pösteki gibi duruyor. Artık neredeyse yatağa yapışmış
bedenine tiksintiyle bakıyor. Artık susuzluktan böbrekleri büzülmüş, açlıktan
midesi sırtına yapışmış, sessizlikten dudakları uçuk içinde kalmış. Bu hastane
odasının her bir köşesine sinmiş ölü hücre kokusunun yarattığı ruhani huzmeyi
kanıksadığı epey oluyor. Havada asılı duran keşif ilaç kokusu olmazsa ölümünü
daha kolay yaşayacak. Şimdi gözleri hergün bir ton solan duvarın beyazında.
Odasına hemşirelerin biri giriyor biri çıkıyor. Hemşire onun koluna, muhtemelen
son devirdaimlerini yaparken, yakaladığı damardan serumu vermeye çabalarken,
öncekiler gibi boşuna uğraştığını biliyor.
Asker eskisi
hareketsiz yatıyor. Kızı eti çekilmiş ellerini avuçları içinde tutuyor, kendi
canını onunkine katıyor. Uzun uzun bakıyor, göz göze geldiği kızına ve
dudakları oynuyor. Kanlı çizgiler oluşuyor yarılmış dudaklarının kıyısında. Alt
ve üst dudağının sınırları iyice belirginleşiyor. Ağzını açmayalı ne çok olmuş!
Başını oynatıyor. Belli ki bir söyleyeceği var. Elini tutan kızının gözlerinin
içine mutlak bir ifadesizlikle bakarak: "Ölüyorum kızım'' diyor,
"beni'' diyor, "Dudaklarımı dikerek gömün..."
* Bolu F Tipi
Cezaevi