Bekir Yıldız
Güneş, sabahtan
beri Diyarbakır’ın
tepesine oturmuş, demir renkli dağları, taşları yumuşatıyor, birbirine
sokulmaktan korkan insanları, tere kesiyordu.
Güneşin bu
eziyeti, daha saatlerce sürdü. Sonra gece, gündüzün ardına bağlandı.
Zülküf, tahta
çıktı. Yatağın içine girip, bakışlarını gök yüzüne verdi. Gök parlaktı.
Yıldızlar çok aşağılarda dolaşıyor, Tanrı’nın ışık bahçesinde dünyaya göz
kırpıyorlardı. Bu, sıcaktan avluda, damda yatan insanlara gök âleminin bir
armağanıydı.
Zülküf, okumaya
gelmişti buraya. Bulunduğu şu ev amcasınındı.
Zülküf
ağlıyordu. Fakat göz yaşlarına ses bulaşmıyordu. Çünkü az ötesindeki tahtta
amcası, karısı ve amca çocukları yatıyordu. 0, bu evi bırakıp kaçmak, okumaya,
kocaman bir çizgi çekip, köyüne dönmek istiyordu. Fakat amcasının ettikleri
!...
Birkaç saat
sonra, kendinden kopabildi ve ıslak yastığa, yanağını yapıştırıp uyudu.
Horozlar ötmeden
güneş doğdu.
Saatler, henüz sabahın
beşine ulaşmadan insanlar uyandı. Çünkü herkes, doğanın göğsünde yatmış,
güneşin ilk ışıkları bedenlerine dokunmuştu.
Zülküf de
kalktı.
Avlunun bir
köşesinde, tek bir kuş vardı. Kuşların en güzeli, en kıymetlisi...
Haşim amca, bu
kuşun yanına geldi. Başında, beyaz tüylerle süslenmiş bir taç, ayaklarında
bilezikleri olan kuşa elini uzattı. Kuş,
Haşim amcanın olduğu kadar Diyarbakır’ın
bile en kıymetli kuşuydu. Hem adı da
vardı: Sultan...
Haşim amca,
işten çıkarılmadan önce, mutlu bir insandı. Akşamları evine dönünce, hemen
kuşlarını yemlerdi. Onlar, küçük adımlarını acelecilikleriyle örtbas edip,
ordan oraya yel gibi gider, kimi zaman da küçük uçuşlar yaparlardı. Ve
kuşların, böylesine oynaşması, Haşim amcaya mutlulukların en güzelini, en cömertini
tattırırdı.
Birkaç ay önce
köydeki kardeşinden bir mektup almıştı: “Ağam Haşim,” diye başlıyordu mektup...
“Siye yegenin Zülküf’ü yollıyacağam. Onda akıl küplen. İstiyem ki, bu oğlan
diğerleri gibi heder olmasın. Ne deyisen ? Yanıya salım mı ?”
Haşim amca, altı
aydan beri işsizdi. Karınlarını, kilerdeki un ve bulgurla kandırıp,
avutuyorlardı. Fakat buna rağmen “Yok,” diyemedi. “Gelsin,” dedi. “Başım
üstüne...” dedi. Zülküf, geldikten birkaç hafta sonra kilerin de eşiği
çiğnenmez oldu. Çuvalların dibine başları değmişti.
Zülküf tahttan
indikten sonra, gidip yüzünü yıkadı. Sonra bir köşeye oturup, kitaplarını açtı.
Çalışmak, öğrenmek istiyordu. Fakat az ötesinde amcası Haşim’in durumu ona çok
dokunuyordu. İlk geldiğinde, amcasının elliye yakın kuşu vardı. Her renkten,
çok cinsten.
Amcası: “Siye
kurban olsunlar,” demiş ve her öğün birisin boğazlayıp, dokunmaya kıyamadığı
kuşlarını, Zülküf’e yedirmişti: Niyeti, kardeşine karşı küçük düşmemekti...
Haşim amca,
Sultan’ın tüyden tacını sevdi. Bilezikleri, ince ayaklarında çevirdi. Sonra
başını göğe verip baktı. Görünürde bir sürü kuş vardı.
Zülküf, amcasına
sordu:
·
Babamdan
kaç yaş büyüksün emmi ?
Haşim amca gök
yüzünden başını aldı:
·
Sekiz
on yıl yeğenim.
Zülküf, sözünü,
istediği yöne çekmeden, amcası bir soru açtı.
·
Karnıy
aç mıdır?
Zülküf utandı.
Bıçaklanma sırası Sultan’a gelmişti. Başını kitabına yıktı.
·
Yok
emmi... Bugün heç aç değilem. Ve de olmam...
Haşim amca, bu
söze inanmadı. Başını tekrar göğe kaldırdı. Kuşlar hâlâ uçuyordu.
Haşim amca,
hayatının en büyük kumarını oynayacaktı. 0, bugüne dek gökten çok kuş
indirmişti: Önce en usta kuşunu seçer, iki ayaklarını birleştirip kanatlarını
uçuşa açık bırakırdı. Kuş havalanmak için çırpınır, fakat ayakları sahibinin
elinde kıskaçta olduğundan uçamazdı.
Bu sıra gökte
uçuşan ve başkalarına ait kuşlar, tepesinde dönüp dururlardı. Ama Haşim amca,
elindeki kuşu hemen salıvermezdi. Onu indirip kaldırdıkça, kuş uçmak için
yekinir ve bu arzu onda kabardıkça kabarırdı. Sonunda kuş, Haşim amcayı göğe
çekecek kadar güçlendi mi, ayaklarını sıkan el çözülürdü.
Kuş, bir solukta
kendisini, gök yüzünde dolanan arkadaşlarının yanına çekerdi. Önce çevresinde gezer, sonra, aralarına
karışırdı.
Böylesi
zamanlarda, ya onlara karışır, başka evlere inip, önce konuk, sonra tutsak olur
ya da kendisi bir başkasını kandırıp, Haşim amcaya armağan ederdi. Sultan,
bugüne kadar hep yeni konuklarla geri dönmüş, hiç kanıp gitmemişti.
Haşim amcanın
nedense, bugün Sultan’ı salmayı, yüreği tutmuyordu. Ya dönmezse ? Sultan
çırpınıyor, başının üstünde, kendisine meydan okuyan kuşlara ders vermek
istiyordu. Fakat sahibinin aklı, yeğeninin boş midesine takılıydı.
Zülküf, oturduğu
yerden, her şeyi kestirebildi. Amcasının bu son ve en kıymetli kuşuyla
giriştiği savaşa, daha fazla tanık olmak istemedi. Yerinden kalkıp, amcasının
yanına geldi. On beş yaşın eşiğinde olan Zülküf’ün bıyıkları terlemiş ,
tavırlarına yiğitliğin her çeşidi bulaşmıştı. Amcasının eline yapıştı:
·
Etme
emmi, dedi. Kurbanım olam etme. Şu dar zamanında biye karşı yaptığın emmiliğe
dayanamıyam gayrı. Gel, hatırım için, Sultan’ı salma... Ve de biye kesme...
Haşim amcanın
canı, boğazına çökmüştü. Sesi hafifti.
·
Sen ne
söylisen aslanım, dedi. Siye her bir kuşum kurban olsun. Feleğin gözü kör ola
ki, en amansız zamanımda ocağıma geldin. Senin emmin Haşim, gözü yassı adam
değildir ya, ne etmeli. Bir sefer, feleğin narına yanmışam babo !...
Zülküf,
amcasının elini bıraktı. Şaşırmıştı. Fakat o her şeye rağmen bu işe bir son
vermek istiyordu:
·
Bak
emmi, dedi. Canım emmim. Şunu eyi bilesin ki, her kuş boğazlandığında benim
canım biraz daha eriy. Yani ki, sen biye kuşlarını yedirdikçe ben senin
kuşlarını yemiyem, sanki canımı yiyem. Sanki senin canını yiyem. Ver, eliyi
ayağını öpüm, sal beni. Gidim gayrı buralıktan. Ve de siye söz olsun, babama
senden yana, senin yoksulluğundan yana, heç bir şey demiyecağam. Bütün kabahati
kendi üstüme yıkacağam. Ben alçaklık ettim, ben namussuzluk ettim, diyecağam.
Söz olsun böyle...
Haşim amcanın
yüzüne, sanki kül elendi. Elindeki Sultan’ı bıraktı.
Sultan kendini
havalara çekti. Fakat her ikisi de, başlarını yukarı verip, Sultan’ı
izlemediler. Birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Haşim amca başını iki yana salladı.
Sonra dokunaklı bir sesle Zülküf’e sızlandı:
·
Heyvağ,
yavrum, dedi. Heyvağ... Sen benimle böylesine pazarlığa girecağına, alnımın
çatına bir kurşun sıksaydın.
Az ötede, Haşim’in
karısı, tezeği ateşlemeye çalışıyor, çocukları da yatağın içinde, yeni bir güne
kıpırdanıyorlardı.
Bu sıra Sultan,
yanında iki kuşla evin üstünde dönmeye başladı. Haşim amcanın kül renkli yüzü
sevinçle ışıldadı.
Sultan birkaç
turdan sonra, iki kuşla birlikte Haşim amcanın ayaklarının dibine kondu.
Başarısı küçük gözlerinde kocamandı.
Haşim amcaya,
Sultan’ın bu başarısı, yeni bir umut kapısı açmıştı. Zülküf’e döndü:
·
Hele
yeğenim, dedi. Birkaç gün daha kal...