
“O gün biz de
anlayacağız hem yaşam olduğunu senin, hem hiçbir şey”
Nino ile
tanışmadan önce, sokakta oynadığım ve barıştığım çocukların ne kadar pis olduklarını,
üstlerinin başlarının ne kadar sefil olduğunu hiç fark etmemiştim. Üstelik
yalınayak gezdikleri ve içlerinden bazıları canlarını acıtmadan topuklarıyla
anızları bile ezebildiği için onları kıskanıyordum. Benim kentli ve solgun
ayaklarım çakılların üzerine bastığım zaman bile büzüşüp sızlıyordu.
Nino, onlardan
öğrendiğim pek çok şey arasında, küfürlerle ilgileniyordu. Nino köyün
çıkışındaki bir villada oturuyordu ve beni korkutan pek çok ablası vardı. Ben
alçak duvarın altında durur, parmaklıklar arasından bakarak Nino’nun bahçe
merdiveninden inmeye başladığını umardım; geç kalırsa bir yılan taklidi yaparak
ıslık çalar ve köpek havlayana dek adım adım içeriye süzülürdüm. Nino koşarak
yanıma gelirdi, çünkü köpekten o da korkardı.
“Babam da eve ancak akşam olunca geliyordu”
Nino’ya
ayakkabılarını çıkartmasını ya da başkalarıyla oynamasını söylemek olanaksızdı.
Bu konudan hiç söz etmemiş bile olsak birkaç buluşmadan sonra onunla
birlikteyken öteki arkadaşlarımdan utandığımı fark ettim, işin güzeli, sözlerinden
çıkarttığım kadarıyla sanki onların hepsini tanır, oyunlarını bilir,
konuşmalarını anlar gibiydi: Benimkilerden bile daha temiz bir gömlek ve
pantolon giymesi dışında, bizlerden biri gibiydi; ellerini cebine sokup sapa
sokaklarda ıslık çalarak dolaşıyor, gelip geçenin arkasından bakıyor, bazen de
yüzünü buruşturuyordu.
On üç belki de
on dört yaşındaydık, ve gerçekten de o yaz birdenbire o hırpani tiplerin bana
keyif vermediğini hissettim: Eğer bizim
yaşımızdaysalar aptal ve sersem tiplerdi, eğer
bizler gibi zayıf ve neşeli görünmelerine karşın on sekiz yaşındaysalar da
artık onlarla anlaşamıyorduk.
İlk günlerde
Nino ile nelerden söz ettiğimizi anımsamıyordum. Bir kez kaç ablası olduğunu
sordum. Hiç yok, diye yanıtladı beni. Nasıl, bütün o kızlar senin ablan değil
mi? Hepsi annem gibi, dedi bana her zaman yaptığı gibi yüzünü bir yana eğerek.
Gerçek ablam sayılacak biri yok içlerinde.
Ona bir kez izne
gelmiş bir askerle çıktığım avdan söz ediyordum; bunu evire çevire birkaç kez
anlattıktan sonra günün birinde Nino bana şöyle dedi: Bum.
Ne var, diye sordum. Ben de ava çıkıyorum, çıkamaz mıyım?
Onu da bazı
arkadaşlarımın sabahları suya ve çamura bata çıka sepetlerle balık tuttukları
yere götürmeyi denedim. Nino aramıza karışmıyor, sudan onun gözlerini ve onayını
yakalamaya çalıştığımda aramızda değilmişçesine gülümseyerek duruyordu; bir kez
demircinin oğlu, sular süzülen sepeti tutmasını söyleyerek ona doğru
fırlattığında bile kenara çekildi ve sepeti almadı. Bunun üzerine ona ‘ayaklı
ölü’adını taktılar, ben de giysisi yeni olduğu için böyle bir ad taktıkları
gerekçesini uydurmaya yeltendim. Ama Nino onlara hiddetlenmişti bir kez ve
bizlere çamur atmaya başladıklarında onlara kimin haddini bildireceğini iyi
bildiğini haykırdı öfkeyle.
Nino sabahlarını
evinde, odadan odaya dolaşarak geçiriyordu; onu aramak için ilk kez gittiğimde
boynumu onun penceresine doğru uzattım. Bahçeye doğru bakan uzun boylu, güzel
bir kadın bana yaklaşmamı işaret etti. Ben görmemiş gibi yaparak oradan
sıvıştım. Nino sonradan bana bu konuyu açar diye korktuysam da, hiçbir şey
olmadı.
O günden sonra
zamanımı ikiye böldüm. Neredeyse her sabah eski çocuklarla gizlice keçi
otlağına gidiyordum ve onları kente ait öykülerimle şaşırtıyorum. Kent denen yer,
bir süre sonra tramvaylarında ve asansörlerinde tuhaf olaylar olan bana ait bir
çiftlik olarak anlaşılmaya başlandı. Arada sırada sözüme ara verip ben de keçi
kovalıyor, bir dal soyuyor ya da çekirge avlıyordum. Öğleden sonra, bir
zamanlar samanlıkta ya da ahırda geçirdiğim o sıcak saatlerde Nino’yu almaya
gidiyordum; sanki zaman yitiriyormuşum, sıkılıyormuşum gibi geliyordu, ama gene
de her gün soluğu onda alıyordum. Kiliseye doğru tırmanmak, tarlalar boyunca
yürümek gibi yorucu bir gezintiden sonra geriye döndüğümüz zaman, onunla
içeriye girebilmek, hasır koltuklara oturmak, ablalar tarafından sorgulanmak
için can atıyordum. Ama Nino beni içeriye davet ettiği ilk gün cesaret
edemedim.
Deniz
kenarındaki serüvenden dönüşte, ailesini bizim işlerimize karıştırmamasını öğütledim.
Nino dişlerinin arasından sırıttı ve evdeki kadınların benim o hırpanileri
öğrenmesinde hiçbir sakınca olmadığını söyledi. Onun asıl arkadaşı bambaşka
biriydi.
Bir gün öğleden
sonra gübreci dükkanının arkasından geçerken Nino’nun gülüşü çalındı kulağıma.
Daracık yolda daha önceden de görmüş olduğum alçak bir otomobil park etmişti.
Deponun kapısı aralıktı ve içeride pek çok kişinin alçak sesle konuşulduğu
işitiliyordu; derken güçlü bir kahkaha tüm sesleri bastırdı, arkasından başka
boğuk kahkahalar duyuldu. Ağır kükürt ve gübre arasında Nino ortaya çıktı ve
şöyle dedi: “Şimdi çıkıyor.” Kapıdan çıkan yaşlı bir işçi bize göz kırptı;
sonra kapıyı arkasına kadar açtı ve seslendi: “At!..”
Havada uçan
büyük bir çuvalı kapan yaşlı adam bunu arabaya koydu. Sonra havada ikinci ve
üçüncü çuval uçtu. Nino eşiği atladı ve içeride yok oldu. Ben, içeride
kımıldayan gölgelerin kimlere ait olduğunu kestirmeye çalışarak otomobilin
yanında kaldım.
Otomobil
neredeyse dolmuştu ve ben çuvalları yerleştirmekte yaşlı adama yardım ediyordum
ki, eşikte Nino ile birlikte kıvırcık saçlı, boynuna mendil bağlamış, kırmızı
bir kemer takmış ve çizmeler giymiş bir adam belirdi. Gömleğinin kollarını
kıvırmıştı ve bedeni tüm kapıyı kaplıyordu. Nino’nun boyu onun dirseğine
geliyordu.
Neşeli bir sesle
Nino ve benimle konuşmaya başladı: Arkadaş oldunuz ha? Bana göz kırpıp bir
elimi tuttu; bense ondan kurtulmaya çalışıyordum. Kolumu güçlü bir şekilde
bir-iki kere kıvırıp büktükten sonra şöyle dedi: Nino, kendini bu çocuğa
dövdürme sakın, senden daha güçlü. Sonra yeniden ayağa kalktı, tüm çevreyi
gözden geçirdi ve “Bitti mi?” diye sordu.
Bir sigara
çıkarıp yaktı. Otomobile bindi, bize hoşça kalın, dedi ve yola koyuldu.
O akşam Nino
benimle konuşurken pek coştu: Tünediğimiz duvarın üstünde yerinde duramıyordu
ve o her zamanki kaygılı bakışları yok olmuştu. Sorularım karşında
heyecanlanıyordu. Şoför olan Bruno, Nino için gerçek bir dost idi. Geldikleri
gün onları istasyondan karşılamıştı ve tepeyi tırmanarak villaya çıkarken hep
onunla konuşmuştu; bir şeyler sorduklarında annesine ve ablasına da kısa
yanıtlar vermişti, ama her şeyi Nino’ya açıklamıştı. Şimdi hala konuşurlarken
ona ablası olacak danaların nasıl olduklarını sorardı ve böyle diyerek kızların
danalar kadar aptal olduklarını ima ederdi. Bruno, ablaları bir tek nedenden
seviyordu: Nino becerebildikçe ablalardan kutusuyla sigara getiriyordu ona,
kutuları sigaraların en gösterişli kısmıydı.
Nino o akşam her
şeyden söz etti; evin, kırlardan daha güzel kokan banyosundan, aslında temiz
ama marifetli adam kokusunu üzerinden atması için Bruna’yu o banyoya sokmak
istemesinden dem vurdu; en büyük hayali Bruno’nun onunla beni arabayla
tepelerde ve çevre köylerde gezdirmesiydi,biz de böylelikle hem eğlenir hem de
araba kullanmayı öğrenebilirdik.
Aslında Bruno
ona bu konuda söz vermişti, ama bir türlü fırsat bulamıyordu. Bruno herkese
eziyet ederdi ve gene de herkesin kendinden güçlü olduğunu söylemekten
hoşlanırdı. Bir keresinde bana neredeyse derimi yırtacak bir cimdik atıp geriye
kaçtı. Bakalım sen benden daha güçlü müsün, diye bağırdı heyecanla ve yerden
bir taş kaptı.
Ayrılmadan önce
villanının demir kapısı önünde suskun suskun durduğumuz akşamlardan biri
olsaydı Nino’ya, “Bunu neden yapıyorsun?” diye sorardım. Ama eğer o anlardan bana kötücül bir söz söylemek
için neden konuşmanın keyfini kaçırdığını bir türlü anlayamıyordum. Ben onun
gibi güzel bir küvette yıkanmıyordum, ama daha güçlü olmak da beni üzüyordu.
Nino elindeki
taşı yere atar ve kötücül gözlerle bana yaklaşarak: Herkese onların daha güçlü
olduklarını söylüyor, dedi.
Ona aynı
sırıtmayla yanıt vermeye cesaret edemedim. “Sen de Bruno’dan hoşlanıyorsun,
değil mi,” diye sürdürdü konuşmayı Nino. “Dikkat et, o sadece danalardan
hoşlanır. Kız kardeşlerimden.”
·
Hepsinden
mi, diye bağırdım.
·
Hepsinden,
dedi Nino.
·
iyi
ama erkekler sadece birini seçerler, dedim.
·
Ne
kadar aptalsın, dedi Nino. Hepsiyle evlenemez ya.
·
İyi
ama sadece seninle konuştuğunu sen söylemiştin.
·
Kızlar
ona yanıt vermiyorlar da ondan. Onlar aptaldırlar.
Eve döndüğümde
keyfim kaçmıştı, babamın bıyıklarından ve akşam yemeğini üzerinde yediğimiz
şarap lekesi dolu muşamba örtüden utanıyordum. Kız kardeşim avaz avaz
ağlıyordu. Hiç otomobile binmemişti, Nino ve Bruno ile bir otomobile binsek ne
hoş olurdu diye düşünüyordum; ama Nino’nun kız kardeşlerinin aptallığı ve
oğlanın fesatlığı da beni üzüyordu. Neyse ki bir gece o kızları rüyamda
gördüğümü ona anlatmamıştım.
Ertesi sabah her
zamanki çocuklarla otlağa çıkmaya niyetlenmeme karşın, evde kalıp zamanımı Nino
gibi değerlendirmeye karar verdim: Kahvaltı ettim, yıkandım, evin içinde
dolaştım; öğlene dek onun gibi oyalanma hevesindeydim. Ne var ki saat on
olduğunda çoktan bahçeye çıkmıştım ve ne yapacağımı bilemiyordum.
Aşağıda köyün
girişinde bodur elma ağaçlarını ezbere tanıyordum. Geçen seneden kalma odun
yığınlarının durduğu sundurmanın altında gezinirken, elinde bir kovayla
çiftliğin ortağının karısı geçti. Kır saçlarını sarı bir eşarpla örtmüş,
giysinin kollarını sıvamıştı. O anda Nino’nun bütün sabah oynamadan zamanını
nasıl geçirdiğini anlayıverdim: Bahçesinde ablaları dolaşıyordu, sürücünün bile
hoşuna gidiyorsa, onlarla birlikte yaşamak çok güzel olmalıydı. Benim annem ve
çiftçiler gibi didindiğini hizmetçisinden başka kimsem yoktu ve babam da eve
ancak akşam olunca geliyordu.
Ortağın karısı
ahıra koştu, ineğin ağlarmışçasına, öfkeyle bağırdığını işittim. Kapıya
yanaştım. Kadın beni fark edince telaşlandı. “Git git,” dedi ve bir şeyleri
görmeyeyim diye önüme dikildi. “Senin bakmaman gerekir. Şimdi git ve Pietro’yu
çağır; zamanın geldiğini söyle ona. Anladın mı?” Pietro evin arkasındaki
tarlanın alt köşesini çapalıyordu. Onun peşine takıldım, adam önce eve uğrayıp
şişeden bir yudum içti; sonra ahıra koştuk. İhtiyar kadın beni yine iteledi.
Pietro arkasını döndü ve homurdandı: “Git, annene dananın doğmakta olduğunu
böyle,” dedi. Serin havada yankılanan hayvan böğürtüleri ile irkilsem de
oralarda dolanmayı sürdürdüm; zavallı inek can çekişircesine inliyordu. Sonra
içeriden rahatlama sesleri geldi; çiftçinin karısı bağırıp duruyordu ve sonunda
su sesleri ile bir zincir şakırtısı duydum. Ben ineğin önceki günlerde gördüğüm
o biçimsiz karnını düşünüyordum.
Birdenbire
aklıma Nino geldi ve zamanında yetişebilmek için deli gibi koşmaya başladım.
Tam villanın önüne geldiğimde ablaların biri dışarıya çıkmak üzereydi; sarışın
ve beyaz tenli olup bisikletle gezerken seyretmekten pek hoşlandığım bir kızdı
bu. Bir elini başıma koydu ve gülerek neyim olduğunu sordu. Nino’yu arıyordum.
“Neden?” diye ısrar etti. “Bir dana doğdu,” diye kekeledim kızararak. Genç kız
bana bakıyordu ve elini başımdan çekerek kahkahalarla gülmeye başladı.
·
Sevimli
mi, diye sordu. Ben ne diyeceğimi bilemedim. O gene güldü ve geriye dönüp
seslendi: Nino! Birileri yanıt verdi. Bunun üzerine eliyle beni çağırdı, şöyle
bir baktı, sonra güneşe karşı şemsiyesini açarak yürüdü gitti.
Nino geldiğinde
köpek havlıyor ve zincirini zorlayarak ileriye atılıyordu onu ahıra götürme
hevesim geçmişti. Evin önündeki avlunun pisliğini anımsayıp utanmıştım yeniden.
Sadece şöyle dedim: Gelmek ister misin?
O sabah kıyıya
gittik, çamaşır yıkayan kadınlar gelmişti. Her ikimiz de susuyorduk.
·
Sen
daha önce bir dananın doğumunu gördün mü, deyiverdim ansızın. Ben bu sabah bir
doğum seyrettim. Korku vericiydi.
Nino, bağırıyor
muydu, diye sordu.
·
Hayır,
annesi bağırıyordu, dedim. inek yani.
·
Neden
çağırmadın beni?
Bir önceki günkü
gibi, alıngan bir yüz ifadesi takındım.
·
Aptal,
dedi. Nino, müthiş heyecanla. Bebeklerin de nasıl doğmuş olduklarını
öğrenirdik. Gerçekten nasıl olduğunu gördün mü?
·
Sen
hiç bebek doğumu görmedin mi, dedim ciddi bir pozla.
Nino sustu ve
yere baktı. Çamaşır yıkayan kadınlar, çamaşırları taşlara vuruyorlardı. Hele
aralarında şişman bir tanesi vardı ki, kollarını omzuna dek sıvamıştı ve koltuk
altlarını göstere göstere hem bir arkadaşıyla gülüşüyor hem de çamaşırları
müthiş güçlü darbelerle dövüyordu. iç eteklerini altına toplayıp çömelmişti ve
vurdukça, bütün bedeni sarsılıyordu.
·
Bir
atın kaka yapmasını görmek gibi bir şey, dedim güvensiz bir sesle. Sadece bu
daha büyük bir şey.
·
Sahiden
gördün mü?
·
Elbette,
diye yanıtladım onu.
·
Sen de
öyle doğdun, dedi Nino öfkeyle.
·
Tabii,
ben de öyle doğdum, dedim sakin sakin.
Bunun üzerine
Nino, kendi yüzüne bir yumruk attı ve yere yuvarlandı. Yanında ayakta
dikiliyor, utançla onu bakıyordum. Gerçeği itiraf etmek için yanına oturdum,
ama o anda gülmeye başladı.
Ne var ki
öfkeyle gülüyordu. Eğer
otomobille bizle gelmek istiyorsan, bana nasıl olduğunu anlat.
Dikkatle Nino’ya
baktım, gözleri ve dudakları kıpkırmızıydı. Alçak bir sesle kekeledi: “Kendi
anneni gördün mü?”
Şaşkınlıkla
baktım ona ve şöyle dedim: “Amma aptalsın.”
·
Peki,
kimi gördüğünü söyle.
·
Danayı
gördüm.
·
Kadınları
görmedin yani?
·
Hayır
ve gözlerimi yere diktim.
Nino’nun sesi
kulağımın dibinde patladı: “O halde nasıl yaptıklarını bilmiyorsan demek ki.”
Ona dananın
doğumunu bile görmediğimi itiraf ettim.
Bunun üzerine
Nino, otlarda yuvarlandı ve ayağa fırladı. “Ben nasıl yaptıklarını biliyorum,
dedi. Kan
çıkıyor ve birisi bebeği çekip alıyor.”
·
Her
zaman kan çıkmaz, dedim, dinle ve ona henüz
bir yavru doğurmuş olan ineği gördüğümü anlattım; ortalıkta hiç kan yoktu, sadece dana
biraz nemliydi.
·
Kadınlarınki
kanlı olur, diye ayak diredi Nino. Senin bir şey bildiğin yok. Kısık bir sesle
bana kadınların nasıl doğum yaptıklarını anlattı. Onun sözünü kesmedim, ama
gözlerimi de yerdeki otlardan ayıramıyordum.
·
Senin
kız kardeşlerin de mi, dedim sonunda.
·
Onlar
da.
O gün öğleden
sonra, Bruno beklenmedik bir biçimde köye gelip bizi otomobile bindirdi;
istasyona bir damacana götürecekti ve arabada bize de yer vardı. Bizi
damacanayı tutmamız için arka koltuğa oturttu, hareket ettik. Bütün yol boyunca
yüreğim ağzımdaydı; sanki, hem biz,hem de yol kenarındaki sınır taşlar, ağaçları
ve insanlar uçuyor gibiydi. Güneşten gözlerimi kısıyor, Bruno’nun kırmızı
mendil bağladığı kımıltısız ensesini ve direksiyona dayadığı kolunun
devinimlerini seyrediyordum. Durursak, damacananın düşeceğinden korkuyordum.
Oysa her şey
yolunda gitti ve yere basınca sersemleyip yere düşen ben oldum. Bruno
seslenerek, damacanayı depoya taşıdı; sonra bizi istasyonun lokantasına
götürdü. Serin ve gölgelik bahçede çekinerek oturdum, herkesin yüzüne bakıp
Bruno ile gülüşen Nino’ya öykünerek, başımı kaldırıp onu seyrettim.
Bruno içecek bir
şeyler ısmarladı. Nino da bol buzlu bir meyve suyu istedi.
Ağzımızı henüz
ıslatmıştık ki, Nino, yutkundu ve sinsi bir edayla şöyle dedi: “Berto, Bruno’ya
bebeğin doğumunu seyrettiğini anlatsana.”
Bruno bana tek
gözüyle ters ters baktı. Dudaklarını büzerek, bardağını masaya bıraktı.
·
Şendin
ya, diye atıldım vahşice.
Bruno, terini
sildi. Nino’ya döndü: “Ona önce erkek olmayı öğrenmesini söyle. Sizin yaşınızda
buna gereksinmeniz var. Gerisini kadınlar düşünsün.”
·
Bir
dana doğdu, dedi Nino.
·
İki de
eşek doğdu, diye onun sözünü kesti Bruno. Konuşacak başka sözünüz yok mu sizin?
Bir kez tahta
kuruladı tenini. Canı sıkılmış gibiydi, biz de gözlerimizi masaya dikmiş
susuyorduk. Nino, başını eğmiş, buzunu emiyordu.
·
Nino,
Clara sana
sigara verdi mi?
Clara sarışın
ablaydı. “Onları sakladı,” dedi Nino.
Bruno kayıtsız
bir sesle, “Yarın Robiniler’e gelmek ister misiniz?” diye sorarak sigarasını
sarmaya koyuldu. “Öğlene döneriz. Sen de gelir misin Berto?”
Nino, “Bana bir
sigara versene,” dedi.
Bruno’nun sigara
saran kocaman elini seyrettim, bir sigara da ben istemeye cesaret edemedim.
“Nino, yarın gidiyor musun?” dedim onun yerine. Nino Bruno’ya kaçamak bir bakış
fırlattıktan sonra, alçak sesle, duvarda oturacak mıyız, diye sordu. Bruno,
evet diyerek ona bir sigara uzattı. Nino’nun bu solgun yüzüne bir anlam
veremiyordum. Bruno ile karşılıklı bir sigara yaktığını ve ellerinin
titrediğini gördüm.
·
Şarap
iç, dedi Bruno. Buzlu meyva suyu hastalar içindir. Nino’nun kırmızı şaraptan
tiksindiğini biliyordum, ama gene de bir bardak alışını ve dudaklarına
götürüşünü seyrettim. Bütün bardağı bir kerede içti.
·
Neşelen,
dedi Bruno. Kışın kente gidince içeçek iyi şarap bulamayacaksınız. Kentte sıska
sıska büyüyeceksiniz. Berto, senin sevgilin var mı?
Utana sıkıla,
“Zamanım yok ki; kışın okula gidiyoruz,” dedim.
·
Neden,
yazın var mı sanki?
·
Benim
hayır…
Bruno açık açık
gülmeye başladı. Aferin, siz kışın Nino ile görüşüyor musunuz? Bu yıl da
görüşüceğiz, dedi Nino ansızın.
·
Dikkatli
ol, nino eskrim dersi alıyor, seni şişlemesin, dedi Bruno göz kırparak.
Nino
konuşmuyordu. Bir bardak daha şarap içti, beni de yarım kulak dinliyordu.
Gözleriyle Bruno’nun neredeyse kare biçimindeki bileğine takılı olan deri
bileziği izliyordu, Birdenbire bunun ne işe yaradığını sordu.
·
Kendini
beğenmişlerin yüzünü dağıtmaya, diye açıkladı Bruno. Şöyle elinin tersiyle
yandan bir yumruk atarsın, hem parmakların acımaz, hem de bu boks eldiveni
etkisi yapar. Bir gece Spigno’da otomobilimin yanından biri geçti istasyonda
park etmiştim ve arabamın içine tükürdü. Tükürdü ve geri çekildi. Bir tükürüğü
asla hoş görmemek gerekir, çünkü tüküren kişi korkuyor demektir. Üzerine
uçtuğum gibi yüzünü paraladım, işte böyle. Anladınız mı neye yarıyor?
Nino, sigaradan
sonra öksürdü, ama gözlerini Bruno’nun övünç dolu yüzünden ayıramıyordu.
Kilisenin arkasında sigara içtiğimiz başka seferlerde olduğu gibi, sigaraya iyi
dayanıyordu. Bu kez, şarap onu etkilemiş olmalıydı. Belki de Bruno ile iş
çevirdiği için kafası karışmıştı. Bruno, onun ablalarını neden adlarıyla
anıyordu?
·
Annen
ve ablanlar söz ettikleri o Acqui gezisini yaptıkları zaman, sana kızgın bir köpeği ağzına bu deriyi
sokarak durdurduğun alanı gösteririm. Bakın, köpeğin diş izlerini görüyor
musunuz?
·
Ben
Acqui’ye sizinle gelmeyeceğim, dedi Nino.
Bruno gülmeye
başladı. “Berto, sen bardağındakini bitir. O zaman yarın görüşürüz.”
Robini’ye gittik
ve hızla aştığımız tüm yol boyunca, Bruno, her dönemeçten sonra bana bakarak
ıslık çalıyordu. Nino, birisinden dayak yemiş gibi çenesini göğsüne
yapıştırmış. Bruno’nun yanında oturuyordu. Sadece bir iki kez gözlerini
tepelere, gökyüzüne çevirdi; sanki uyuyakalmıştı da arada bir uyanır gibiydi.
·
Tarlalar
kurudu bu yıl, dedim babama özgü o duruma boyun eğmiş ses tonumla.
Bruno bana kulak
asmadı, bunun yerine mimozaların arasına tırmanan yan yola saptı. Beş dakikalık
yol boyunca dalların yaprakları yüzümüzü yaladıktan sonra, tepede şimdi kurumuş
olan bir nehrin üzerine yapılmış olan minik bir köprünün yanı başında durduk.
Bruno arabadan atladı ve bize şöyle dedi: “Biraz bekleyin. Arabaya göz kulak
olun.” Motoru kapattı ve anahtarı aldı. “Sakın kurcalamayın, nasıl olsa
çalıştıramazsınız. Haydi neşelen, Nino.” ikimize de birer sigara verdi ve
bunları yaktı. “Eğer
yoldan tırmanan olursa, kim olursa olsun, korna çalın. Anladınız mı? Eğer her şey yolunda
giderse, Nino, sonra senin de biraz kullanmana izin veririm. Sana da Berto; kim
geçerse geçsin, dikkatli olun, tamam mı.” Sonra yamaca giden yola girdi ve
mimozaların arasında gözden yitti.
Güneş
alabildiğine ısıtmaya başlamıştı, biz mimozaların gölgesinde oturmuş, dik
yokuşa tepeden bakan yolu gözlüyorduk. Anayoldan buraya sapan kimsenin bizim
gözümüzden kaçmasına olanak yoktu. Hiç bu kadar tepeye tırmanmamıştım.
Elbette Nino
daha önce buraya çıkmıştı. Direksiyona oturmuş, çevresine bakmadan sigarasını
tüttürüyordu ve göstergenin işaretleriyle bile ilgilenmiyordu. Bir erkek gibi,
kesik kesik, ama hiç bakmadan sigarasını içiyordu.
·
Bruno
çok oyalanır mı, diye sordum.
Nino beni
yanıtlamadı. Arabadan indim ve çevresinde bir tur attım; farlara ve tozlu
tekerleklere baktım. Duvardan aşağı eğilip kuru nehir yatağına baktım; burası,
sadece sonbahar yağmurlarında suyla dolup, köpürüyordu herhalde. Toprağın hemen
yüzeyinde düğümlü kökler görünüyordu, oraya inmeye heves ediyor, ama
yılanlardan korkuyordum. Sigaramın izmaritini attım, sonra da tüküre tüküre
söndürmeye uğraştım. Nino, yerinden kımıldamıyordu bile.
·
Bırak
biraz da ben oturayım, dedim ona dönüp.
Nino, kısık ve
düşmanlık dolu gözlerle baktı bana.
·
Onun
nereye gittiğini biliyor musun, dedi.
Bilmiyorum
dercesine silktim omuzlarımı. O anda, pek de uzakta olmayan bir köpek,
havlamaya başladı.
·
işte,
dedi Nino, şimdi kadın da geldi. Bruno, Martino’nun karısı ya da kızıyla
buluşmaya gidiyor; onlar onu bekliyorlar, köpeği bağlıyorlar, sonra da birlikte
yatağa giriyorlar.
·
Böyle
güpegündüz mü, dedim.
Bu kez Nino,
omuz silkti. “Yatağa yatıveriyorlar,” diye sürdürdü konuşmayı. “Böylece işi
çabucak bitiriyorlar. Ama bazen bir saat kalır, dedi ve güldü, elbette,
kimseler gelmezse.”
·
Peki
ya Martino nerede?
·
Martino,
istasyona gitti. Dün duydum.
·
Ya
geliverirse?
·
Gelirse,
korna çalmak için biz buradayız ya.
Söylediklerine aklım yatmamıştı. “Bunu sana Bruno mu söyledi?”
Nino bana ters
ters baktı ve sigarasını fırlattı.
·
Hayır,
sana
inanmıyorum, dedim yeniden. “Bu iş çok uzun zaman gerekir. Bruno’nun başka
işleri vardır. Hem sonra otomobil kullanacak.”
·
Eee,
ne olmuş?
·
Çok
yorgun olurdu, dedim duraksayarak.
·
Bruno
güçlüdür, dedi Nino öfkeyle. Ama göreceksin.
·
Neyi?
·
Göreceksin.
Güneş altında
parlayan yol bomboştu ve sıcaktan, gözlerimin önündeki yapraklar titreşiyordu.
Ya da hızlı hızlı atan kalbimdi ve köyüm, evim, bu düşüncelerle, bu yalnızlıkta
öylesine uzak görünüyorlardı ki bana. Bir de Nino şu düşmanca tavrı
takınmasaydı. Şu anda villada olan ve bizim ne yaptığımız hakkında hiçbir
düşüncesi olmayan Clara geldi aklıma. O da bir kadındı. Yüreğim sıkışarak,
otomobilin kaportasının üstüne oturdum.
·
Sana inanmıyorum, dedim birdenbire. Martine hep
kiliseye gider.
·
Bütün
kadınlar kiliseye giderler. Kilisede evlendiklerini bilmiyor musun? Ve birlikte
yatağa girmek için kilisede evlenirler, değil mi?
·
Buna
inanamıyorum, dedim. Bruno da bizim gibi bir erkek.
·
Ona ne
yapacağım biliyor musun?
·
Ne?
Otomobile bindim
ve beni gizliden gizliye süzen Nino’nun yanına oturdum. Bir yandan da tek
başına ıslık çalıyordu.
·
Şimdi
öpüşüyorlardı, dedi kilitli dişlerinin arasından.
·
Nino,
deyiverdim. Ya Martino dönerse, ne yapacağız? Bunu evde anlatır…
·
Dönmeyecek
ki, dedi Nino. Var mı gelen giden? Arkasını dönüp patikayı, anayolu ve tüm
ovayı gözden geçirdi. Kulaklarımızı diktik. Kimseler yoktu.
·
Artık
soyunmuşlardır, diye sürdürdü konuşmayı yüzü solgunlaşan Nino.
·
Yok
artık… diye kekeledim.
·
O
halde, hazır ol bakalım, diye bağırdı Nino ve kornaya bastı.
Önce havlayarak
köpekler yanıt verdi. Bir an sonra tüm orman çınlamaya başladı gibi geldi.
Nino’nun elini tutmayı denedim, ama kornanın boğazlanmakta olan bir adamı
andıran boğuk sesi yankılanmayı sürdürüyordu.
Nino, beni
peşinden sürüklemiş ve Bruno hoplaya zıplaya patikanın ucunda göründüğü zaman
çoktan ağaç gövdelerinin arkasındaki otların üzerinde çömelmiştik. Bruno
elindeki kırmızı kemeri bir çevresine, bir yola baktı. Bir yandan pantolonunu
bağlarken bir yandan da çevresine bakınmayı sürdürüyordu ve sonra alçak sesle
seslendi: “Nino!” Nino, kolumu sıktı.
Bruno otomobile
binmiş ve dudaklarını oynatarak aşağıya doğru uzanan yola bakıyordu. Saçı başı
karmakarışıktı ve yüzü de tulumbanın altından çıkmış gibiydi. Sonra otomobilden
inip ağaçlara doğru yürüdü. Sırtını bize döndü, bacaklarını açtı ve az sonra
işediğini işittim. Nino gülmesini zor bastırdı.
Derken Bruno,
bir yandan düğmesini ilikleyerek, bir yandan da havalara bakarak bizden yana
geldi. Ansızın eğildi ve dalların ortasına zıpladı. Kaçmaya yeltenen Nino’yu
bir bacağından yakalayıp yere devirdi. Ben ayağa fırlamıştım, onları
görebiliyordum. Bruno, hiç konuşmadan Nino’nun iki bileğini yumruğunun içine
aldı ve onu bir tavşan gibi havaya kaldırdı. Sızlanarak tekmeler savurduğundan
oğlanı kendinden uzakta tutuyor ve elinin kenarıyla onu pataklıyordu, her
vuruşta kendi de kükremeye benzer sesler çıkartıyor ve sonra dudaklarını
kilitliyordu. Bir an, bana baktı ama görmedi; ben de bunun üzerine anayola
doğru kaçtım. Bir iki tokat sesi işitmiştim ki, Bruno kolunun altında Nino ile
ortalığa çıktı ve oğlanı otomobilin içine fırlattı. Kaba bir sesle bana
bağırdı: “Çabuk bin, gidiyoruz.”
Bütün yol
boyunca Nino, Bruno’nun yanma büzüşmüş olarak oturdu ve ağzını bile açmadı. Ben
sanki ateşim varmışçasına yüzüme çarpan rüzgarın serinliğini hissediyordum.
Villanın önüne geldiğimizde Bruno durdu. İnmemi seyrederken, bir açan için
gülüyormuş gibi geldi bana. Nino, yüzünü kaldırdı, benim kolumu itti ve
kararsızca indi arabadan. Toprağa tükürdü, sonra topallayarak, bahçede gözden
kayboldu.
Ertesi gün
Nino’yu çağırmaya cesaret edemedim, çünkü demir parmaklığa yaklaştığımda kumral
olan iki abladan birinin bacaklarını güneşe uzatmış, ötekinin kitap okuyarak
bahçede oturduklarını gördüm.
Akşama doğru ne
yapacağımı bilemez bir edayla oralarda dolaşırken, gene Clara bisikletle
arkamda bitiverdi ve yere indi.
·
Dün
nereye gittiniz, diye sordu.
·
Bruno
Nino’ya ne yaptı? Neredeydiniz, diye sürdürdü sormayı.
·
Konuşsana.
Zaten biliyordum olanları. Nino bugün yatakta. Ne yaptınız Bruno’ya?
·
Bruno
nerede, diye sordum.
Bunun üzerine
Clara beni dikkatle süzdü ve bisikletini iterek, parmaklıklı kapıya doğru
yürümeye başladı.
·
Bruno’nun
nerede olduğundan haberim yok. Ben onu tanımam. Ama siz ona bir şey
yapmamışsınız ve Nino bana ne olduğunu söylemiyor. Robini’ye mi gittiniz?
·
Araba
devrildi, dedim.
·
Ne
yapıyordunuz oralarda?
·
Hiç,
otomobil kullanmayı öğreniyorduk.
Bahçenin
ortasına kadar gelmiştik. Büyük güneş şemsiyesinin altındaki hasır koltuklar
boştu. Çakıl taşları ayaklarımızın altında çıtırdıyordu.
·
Oraya
birisini görmeye mi gittiniz?
·
Ah,
hayır.
Clara ciddi bir
ses tonuyla: “Nino yatıyor. Onu görmek ister misin,” diye sordu.
·
Hayır,
yarın onu almak için uğrarım. Şimdi geç oldu, dedim olduğum yerde durarak.
Clara gülümsedi. “Dana nasıl?”
·
Hangi
dana?
·
Hani
geçen gün doğan. Senin mi o?
Bir baş
hareketiyle yanıtladım onu. Clara bisikletini duvara dayadı ve merdivenleri
çıktı. Hoşça kal, minik dana, diye bağırdı arkasına dönerek. Oldukça uzun boylu
olduğunu ayrımsadım.
Nino, birkaç gün
çıkmadı, ben birilerini görürüm umuduyla villanın önünden geçmeyi sürdürdüm.
Köyde yapacak hiçbir şey yoktu ağustosun ilk günleriydi elmalar ve ilk erik
temmuzda toplanmışlardı ve eylül olmadan üzümler olmazdı. Nino’yu beklerken,
ötekilerle arkadaşlık etmezdi, ben de arka sokaklarda dolaşıyordum. Ne var ki yalnız
başına olmak birkaç dakika için; hani insanın aklına bir şey gelince, ya da
bahçenin parmaklıkları arasından Clara’yı görünce iyiydi de, bütün gün
sıkılıyordu.
Anımsıyorum, o
öğleden sonraların birinde dehşetli bir fırtına koptu, dolu yağmadıysa da havuz
buz gibi soğudu ve ortalık kapkara oldu. Bu durum annemi ve ahırdaki hayvanları
çok korkuttuysa da, beni fazla etkilemedi çünkü akşam hava serinledi ve ertesi
gün yerler su birikintileri ve kat kat yaprakla doldu. O zaman da Clara’yı ve
kardeşlerini düşündüm: Acaba yıldırımlar onları korkutmuş muydu?
Nino, yeniden
ortaya çıktığında pek konuşmadı ve bir iki kez duvara otururken, canı yanmasın
diye dikkat edince gülmem tuttu. O, bana kaçamak ve kızgın bakışlar
fırlatıyordu; birlikte suskun suskun dolaşırken, ilk günlere geri döndük
sanıyordum. Bir gün güzel kokan ve beni sersemleten sigaralarla dolu ve üzeri
Arapça yazılı bir sigara paketiyle çıkageldi. Bir sabah, kıyıya gittiğimde
Nino’nun ürkek adımlarla, ceketini omzuna atmış geldiğini gördüm. Kenardaki
sete oturdu ve sigara içmeye koyuldu. Hepimiz hemen çevresini sardık; iki-üç
sigara dağıttı ve suya tükürdü. Sonra da gönülsüzce şöyle dedi:
·
Kara
Evler’in şoförünü göreniniz var mı?
Nino,
Değirmenciler’in, istasyonda hamallık yapan bir kardeşi olan sarışın oğluyla
konuştu ve daha önce almasa da Bruno’nun, ağustosta Meryem Ana Yortusu’nda un
taşımak için köye geleceğine karar verdi.
Nino, daha sonra
son derece sakin bir tavırla şöyle dedi: “Martino, derisini yüzmek için onu
arıyor.”
Demircinin oğlu bu
sigaraların bal koktuğunu ama sert olduğunu söyledi. Biz dört çocuk eve dönmek
için yola koyulduk. (Demircinin uzun, çıplak bileklerine dek uzanan
pantolonları vardı ve gömleğinin altından göğsünü kaşıyıp duruyordu.) İki üç
gün sonra Nino onlarla arkadaş olmuştu ve gülüşerek, birbirlerini dirsekleyerek
konuşup duruyorlardı.
Günün birinde Nino bana şöyle dedi: O gün, Bruno sana hiçbir şey yapmadı mı?
·
Kornayı
kim çaldı ki, dedim.
Nino o günlerde
gözlerini benden kaçırır olmuştu bir yandan yürüyerek, bana kaçamak bir bakış
fırlattı.
·
Berto,
sen çok safsın.
Çoktandır bazı
öğleden sonraları ortalıktan yok oluyordu. Başka birileri ile dolaşıyordu;
hatta balık tutmaya bile gidiyorlardı ve aldığım haberlere göre, Nino, bir gün,
sigaraların yanı sıra, onlara bir kavanoz şeftali kompostosu da götürmüştü. O
zaman ona şöyle dedim: “Dikkat et, onlar seni sevmiyorlar ve seninle sadece
getirdiklerin için konuşuyorlar.” Ama Nino, bana bunu da bildiğini söyledi.
Meryem Ana
Yortusu akşamı şenlik ateşleri yandığında, Nino ortalıkta yoktu; ablaları da
tepeleri aydınlatan ateşlere bakmak için bahçeye bile çıkmadılar. Bu bayramı
ilk kez yalnız başıma ve tedirgin geçiriyordum. Ertesi gün, oğlanların birinden
öğrendiğime göre, Nino, ötekilerle birlikte şenlik ateşi yakmak için
Değirmenler Alanı’na çıkmış ve beklenmedik bir anda, demircinin oğlunu bir
vuruşta ateşe itmişti. Ne var ki sonra eve kaçmıştı ve o çocuk da şimdi
öldürmek için Nino’yu arıyordu.
Bu kez Nino bana
bahçıvanla haber gönderdi ve Bruno’ya gidip onu çağırmam için bana yalvardı.
Kara Evler uzaktı; gene de oraya gittim ve garaja Bruno’nun villadan çağrıldığı
mesajını bıraktım. Tam villanın bahçesine giriyordum ki, sırtıma taş ve toprak
yağmaya başladı: demircinin oğlu ve arkadaşları parmaklığa yapışmışlar,
Nino’nun çıkmasını bekliyorlardı.
Birkaç saat
sonra Bruno, telaş içinde geldi; boynuna bağladığı mendili ve çizmelerinden
acele ettiği anlaşılıyordu. Öteki çocuklar kaçar umuduyla onu parmaklıkların
orada durdurduk. Bruno bu çağrının Acqui’ye yapılacak o gezi için olduğunu
sanmıştı ve bu nedenle Nino’ya bir tokat patlattı. Oğlan biraz kızgın, biraz
soğuk gene ona yanaştı ve barışmak isteyip istemediğini sordu. Bruno
yumuşamamıştı ve bahçenin dibine doğru bakıyordu. Sonra bir kahkaha patlattı ve
“Tamam ne istiyorsun, söyle,” dedi.
O anda Nino,
sırtına bir toprak topağı yedi ve kenara sıçradı. Bruno’nun yumruğunu sıktı ve
ona: “Şu serserileri dövsene,” dedi. Bruno onların kim olduğunu ve ne
istediklerini öğrenince şöyle bir dönüp arkasına baktı ve bize yüksek sesle
şöyle dedi: “Siz kadınlardan da betersiniz, sizler de şu aşağıdakiler de
üzülmesinler, herkese yetecek kadar gücüm var.” O anda Clara piyasaya
çıkıverdi, ikisi birbirini tanıdı ve Acqui gezisinden söz etmeye başladılar.
Nino, bir şey göstermek için beni çiçek tarhının oraya çağırdı, ben bahçeye
girince parmaklıklara dayanmış, Bruno’yu dinleyen Clara’ya bakmak için başımı
çevirdim.
Az sonra koca
bir taş Bruno’nun yüzünde patladı ve Clara bir çığlık attı; biz de onların
yanına koştuk: Bruno biri demircinin oğlu olmak üzere çeteden iki çocuğu
tekmelemeye başlamıştı bile. Ben parmaklıkların dibinde Clara’nın yanı başında
yumruklarımı sıkmış, sarsıla sarsıla titriyordum; bu tipler daha fazlasını da
istiyorlarsa, ben hazırdım.
Bruno gülerek
döndü ve Clara’ya yanaşarak, Nino’ya bir şamar daha arttı. Hepimiz çok
heyecanlıydık.
Bu yaşananlardan
sonra ağustosun güzel günlerinin tadını çıkarttık. Nino, gezintilerden dönüşte
beni sık sık bahçeye çağırıyordu Köpek villanın arkasında bağlı oluyordu. Bir
kez büyük şemsiyenin altında oturup ekmek ve marmelat yiyerek ikindi kahvaltısı
yaptık; Nino koltuğa uzanmış durumda, bana kentte de hep marmelat yediğini
anlattı ve bu kış onunla eskrim dersine gitmemi sağlayacağını, bunun ne güzel
bir şey olduğunu göreceğimi söyledi. Bir sonraki yıl gene temmuzda deniz
kenarına gideceğini, ben de onunla gidersem, birlikte tekneyle
açılabileceğimizi anlattı. Bana tek kürekle yönetilen ince kayıklardan söz
etti, ama bunlara binmek için önce yüzme öğrenmem gerektiğini de ekledi.
·
Senin
ablaların evlenmiyorlar mı, diye sordum.
·
Biri
evli, dedi, o burada değil. Geçen yıl Clara da evlenecekti ama kavga ettiler.
·
Ya
annen?
Annesi, benim
abla sandığım esmerlerden biriydi. Buna inanmak istemiyordum.
·
Bizim
evde kadından başka bir şey yok, diyordu Nino. Hiç olmazsa Clara gitseydi.
Nino ile böyle
birlikte olmak hoştu. Artık bana kötü sözler söylemiyordu. Bruno ile yakındaki
köye bir otomobil gezisi daha yapıldı, ama bu kez kavga çıkmadı. Clara bizim
aracılığımızla ona sigara gönderdi, adam da bunları gülerek cebe indirdi.
Sadece
demircinin oğlu bizi kaygılandırıyordu: Saçları hala yanıktı ve uzaktan bize
ağzını buruştura buruştura, öfkeyle bakıyordu.
Ne var ki bir
kez kilisenin önündeki alanda gezinirken, sinsice karşımızda beliriverdi.
Nino’dan bir sigara istedi. Nino, omuzlarını silkti. Bunun üzerine şöyle dedi:
“Eğer bana bir tane verirsen, sana öyle bir şey söylerim ki, bir paket sigara
armağan edersin.”
·
Versene,
diye fısıldadım Nino’ya. Böylece barışmış olursunuz.
Ama Nino’nun
yanında sigara yoktu, öteki gülüp duruyordu. “Olsun. Benimle Orto’ya gelin,
size dünyaya değecek bir şey göstereceğim.”
Nino: “Sen bizi
aptal yerine mi koyuyorsun?” dedi.
Bunun üzerine
demircinin oğlu, sarı dişlerini Nino’nun kulağına yaklaştırdı ve üfleye üfleye
bir şeyler fısıldadı. Nino’nun beti benzi attı, bir adım geriye sıçradı, bana
baktı, ona baktı ve kekeleye kekeleye şöyle dedi: Söz mü?
·
Ne
var, diye sordum.
·
Gidelim,
dedi Nino.
Orto, tepenin
eteğinde, villanın arkasına düşen bir çiftliğin adıydı. Villa ile ilk yar
arasında büyük bir bağ uzanıyordu; neredeyse dümdüz bir alan olan bağ kamışlar
ve ardıçlar çevrelenmişti. Kamışların oraya gittik, iplerin arasından sızıp
içeriye atladık. Ben, demircinin oğlunun bize bir tuzak kuruyor olması
olasılığına karşın yerden sessizce düğümlü bir dal aldım.
·
Bruno’yu
bugün gördün mü? Hem Nino, hem de öteki oğlan anlasın diye ansızın
soruvermiştim bu soruyu.
Nino’nun dudakları
titriyordu ama beni yanıtlamadı. Kızıl Kulübe’ye doğru yürüyorlardı, burası bağ
sırasının altında, terk edilmiş bir barakaydı ve ağaçlarla kaplanmıştı. Geçen
yıl, buranın bir kale olduğunu düşünerek askercilik oynardım.
·
Yavaş,
diye fısıldadı Nino, yaklaştığımızda. Durun. Sen, Berto, şunu tut. Biraz daha
ilerledi ve açık alanda durdu. Tahta kapı kapalıydı. Nino, köşeyi sessizce
döndü ve parmaklarının ucunda yükselerek pencereden içeriye baktı. Arkadaşım
sessiz sessiz gülüyordu. “Ne var?” “Gel bak.”
Bizler de
ilerledik ve pencerenin dibinde basamakta duran ve kırık camdan içeriyi
seyrederken Nino’ya yaklaştık. Ben içeriye bir bakış attım, ama gözlerim
güneşten kamaştığından hiçbir şey göremedim. Ne var ki gölgede bir şeylerin
kımıldadığı belliydi.
Sonra yerde
beyaz bir şeklin uzandığını ve boynunda kırmızı mendil bağlı bir erkeğin onun
üzerinden kalktığını gördüm. Bu Bruno’ydu. Ve kadın da Clara idi; çıplak
karnında altın renginde bir leke göze çarpıyordu. Tozlu pencere sahneyi bir sis
gibi örtüyordu.
·
Bembeyaz,
diye fısıldadı demircinin oğlu.
Nino, geriye
sıçradı. “Gelin,” dedi dişlerinin arasından yavaşça. “Haydi gelin.”
Tırnaklarının
sırtımı tırmaladığını hissettim. Demircinin oğlu ona arkadan bir tekme attı.
“Gelmezsen, Bruno’yu çağırırım,” dedi Nino öfkeyle. Bunun üzerine oğlan
yapıştığı pencereden ayrıldı ve fesat bir bakış ve sırıtışla geriledi.
Birbirlerini bir an süzdüler ve sonra Nino onun üzerine atıldı. Oğlan kaçmayı
başardı.
Ben de elimdeki
dalı sıkı sıkı tutarak umutsuzca koşmaya başladım. Neredeyse sınırdaki
kamışların orada, bir bağ kütüğünün dibinde, Nino oğlanı yakaladı ve yere
yatırdı. Yerde yuvarlanarak birbirlerini dişliyorlardı. Ben de düğüm olmuş
oğlanların üzerine atladım ve o yamalı pantolona, o kirli gömleğe, sarı dişlere
yumruklar atmaya başladım. Onu döverken bir yandan da Clara’nın beni böyle
görmesini düşünüyordum.
Demircinin oğlu
ağlayıp bağırmaya başlayınca, ben ayrıldım ve Nino’yu da çektim. Düşmanımızı o
çukurda bırakıp kaçtık.
Sanırım Nino da
benimle aynı şeyi düşünüyordu, çünkü ne denli bitkin ve perişan olursak olalım,
benden ayrılmak için bir at gibi koşuyordu. Ansızın ben de durup benden
uzaklaşmasını bekledim. Böylelikle konuşmak zorunda kalmadık.
Uzaktan villanın
köşesini döndüğünü gördüm ve anayola yığılmış olan çakıl yığınının üstünde tek
başıma kaldım. Sadece kendi evime yaklaştığımda boynumun kan içinde olduğunu
ayrımsadım ama bunun hiç önemi yoktu; avlu kapısından girdim ve kendimi
samanların içine attım. Her yanım ağrıyarak kalktığımda ortalık kararmıştı;
yanağımda gözyaşı gibi kuruyan kanları elimle kazırken, bütün ablaların Clara
gibi olup olmadıklarını düşündüm.
Nino’nun bir kolunun
kırıldığını ertesi gün öğrendim ve birlikte olduğumuzu öğrenmiş olduklarından
korkarak, villadakilere görünmeye cesaret edemedim.
Uzun geceler
boyunca saatlerce gözlerimi yumarak ve yastığımı sıkarak uykusuz kaldım. Gökte
aynı parladığı gecelerin birinde korkmasaydım kalkacak, bir iz kalıp
kalmadığını anlamak için barakaya gidecektim. Ertesi sabah oraya indim, ama
bağda bir çiftçi dolaştığından içeriye girmeye yeltenmedim.
Kendi avlumuzdan
ender olarak çıkıyordum, çünkü oğlanların beni taşa tutacaklarından ya da bir
tuzak kuracaklarından korkuyordum, ama oğlanlar ağıma gereksinme duyduklarından
balık tutmaya giderlerken beni de çağırdılar. Nino’nun tek kolu kırık
olduğunda, demircinin oğlu ağzını bile açamadı. Ama Demirciler’in sarışın
oğluyla samanlığa gizlenip birtakım konuşmalar yaptığımız bir gün, oğlan bana
Nino’nun ablasının sarışın olup olmadığını sordu. Sonradan utandım, ama o anda
çenemi tutmayı bilemedim. Ne var ki konuşurken de yüreğim ağzımdaydı ve ansızın
umutsuzluğa kapıldım; bu duyguyu çocukken, mutfak iskemlesine çırılçıplak
oturup banyo suyumun hazırlanmasını seyrederken de yaşardım. Bunun üzerine
sustum, sarışın oğlan da susmuştu.
Sonunda bir
sabah söğüdün altına oturmuş bir dalı yontarken bisikletle geçen Bruno beni
gördü ve durup yanma çağırdı. Boynuna bu kez kara bir mendil bağlamıştı ve
cepli bir gömlek giymişti.
·
Nino
ile kavga mı ettin, diye sordu.
Nino, bir önceki
gün ona beni bulmasını ve göndermesini söylemişti. Benimle dövüşmüş müydü? Ona
anlattığım kutu ağaç masalı tutmamıştı. Yüzündeki tırnak izlerinin bir çocuğa
ait olduğu belliydi. Hatta sizi tanımasam bunlar bir kıza ait sanabilirdim,
diye bitirdi sözlerini.
İnanmayan
gözlerle bakıyordum ona.
Sen de git gör
onu: Erkekler arasında asla savaş olmamalıdır. Git, Nino, seni istiyor.
Birbirinize bebeklerin nasıl doğduğunu anlatırsınız.
·
İyi
ama sen gidip gördün mü onu, diye sordum duraksayarak.
·
Elbette.
Biz arkadaşız, değil mi? O, iyi bir çocuktur, iki haftadır bir kolu kırık ve
benimle otomobil gezintisi yapmak istiyor.
·
Bruno
bir sigara çıkartıp yaktı. Dumanını üfledi ve bisikletini dik duruma getirdi.
Ablaları ne
diyor, diye sordum.
·
Ah, onların
umuru değil, dedi Bruno, başını çevirerek. “Hele anneleri hepsinden umursamaz.
Oğlanla bir tek sarışın abla ilgileniyor.” Bunları söyledikten sonra, ben onun
sersemlemiş ama eninde sonunda mutlu bakışlarla izlerken anayolda uzaklaşıp
gitti.
İlk Aşk
Cesare Pavese
“Sıkılgan
Katillerdir Intihar Edenler” diyen Cesare Pavese, 26 Ağustos 1950 günü küçük
bir otelde uyku hapları alarak “Yaşama Uğraşı“na son verdi.