Bekir Yıldız (3
Mart 1933- 8 Ağustos 1998)
Yaşamı
Bekir Yıldız, 3
Mart 1933 tarihinde Şanlıurfa’da doğdu. Çocukluğu Kastamonu, Gaziantep ve Adana’da geçti. İlkokuldan sonra
Mersin’de başladığı Sanat Enstitüsü öğrenimini İstanbul’da tamamladı (1951) ve
ardından İstanbul Matbaacılık Okulu’nun dizgi bölümünü bitirdi (1955). Dizgi
operatörlüğü yaptı. İşçi olarak Almanya’ya gitti; fabrikalarda meydancı,
monitör ve matbaalarda mürettip, operatör olarak çalıştı (1962-66). İstanbul’a
döndüğünde Almanya’dan getirdiği baskı makinesi ile Asya Matbaası’nı kurdu.
Bilahare bu matbaayı da kapatarak sadece yazarlıkla uğraşan Bekir Yıldız, 8
Ağustos 1998’de İstanbul’da öldü. Sanat hayatına, 1951’de Tomurcuk dergisinde
yayımlanan bir öyküsüyle başlayan Bekir Yıldız, Kaçakçı Şahan’la 1971 Sait Faik
Armağanı’nı kazandı.
Yapıtları
Reşo Ağa (1968),
Kara Vagon (1969), Kaçakçı Şahan (1970), Sahipsizler (1971), Evlilik Şirketi
(1972), Beyaz Türkü (1973), Alman Ekmeği (1974), Dünyadan Bir Atlı Geçti
(1975), İnsan Posası (1976), Demir Bebek (1977), Mahşerin İnsanları (1982),
Bozkır Gelini (1985), Seçilmiş Öyküler (1989)
Kara Çarşaflı Gelin
HAKAN BALAMİR,
AYTAÇ ARMAN
Dışarıya baktı
Şara. Gece, ön akşamdan daha aydınlıktı. Aya, güneş vurduğunda hep böyle olurdu
bozkırda gece ve geceler.
Ansızın
pencerenin az ötesindeki lekeyi gördü. Kocasının öldürdüğü adamın kanıydı bu.
Karanlığın süpürüldüğü gecede, sanki kanatılmış gibiydi toprak.
“Ah!” dedi Şara, yüreğine. “Ah!”
Cılızdı ama,
umutlanacağı güçler, Tanrısı, sırtını dönmüştür dünden beri kendisine. Can
almıştı kocası çünkü, canı yaradandan tez.
Kocasının
günahına ortaklaşan başını, pencerenin demirine dayadı Şara. Gözleri, kanlı
toprağa bağlıydı gene. Önce bir gölge gibi dikeldi kan. Sonra, gölgenin içi, can doldu sanki.
Kocası belli belirsiz çıkageldi ardından. Eli tabancalı, aklı kindar...
Birşeyler konuştular komşusu adamla, tez ve ateşli. Ateş açtı kocası.
Bozkırın
tepesinde, yürüyen lamba gibiydi ay. Gelip geçti damların üzerinden. Yel esti
bu sıra. Önce, canı söndürdü. Cansız gölge, yeniden serildi yere. Şara,
kırmızılanmış toprakla yalnız başına kalınca, “Ah!” dedi, yeni baştan, “Komşu
adamın kanı bu.”
Yürek, korkuyla
tıka-basa dolunca, pencereyi kapattı Şara. Bir süre akılsız kaldı başı. Deli
gibi dolandı odanın içinde. Yerde yatan çocuklarına çarptı. Düştüğünde kızının
ayakları ucundaydı.
Kara bir ağıt
tutturdu; bozkıra hiç ayışığı uğramamışçasına.
“Desene aney,”
dedi Genzua. “Ben kurbanlık kuzu olmuşam.”
Eşiklikte
oturuyorlardı. Sabah, nerdeyse köyden
tarlalara taşınacaktı. Şara, kızının saçlarında el gezdirdi.
“Kardaşını
vursalar, daha mı iyi yavrum?” dedi.
“Ama o küçük,”
dedi Genzua. “El kadar uşağa silah atılır mıymış?”
“Beklerler
kurban olduğum. Obalı, kan
alacağını unutmaz.”
“Çileli başım,”
dedi Genzua, on üçe yeni ulaşan sesiyle. “Ben de ufağım. Heder etmen beni.
Başka mümkünü yok mu?”
“Ya da toprak
ister ölü evi,” dedi Şara. “Baban mapusta olmasa, toprak yere girsin.”
Genzua, göz
düşürdü, yukarıdan aşağıya. Önü ardı, boşluğa geldi ansızın. Soluk aldı, soluk
verdi.
“Canım iğneli
beşik olduktan sonra,” dedi. “İster alın, ister satın.”
Şara, dudak
ısırdı. Sevgi yeşertti.
“Anan,” dedi. “Soyumuza
kalkan olan canına kurban olsun. Di kalk esvabın yenilensin.”
Genzua büzüldü.
“Kanım bugün mü bağışlanacak?”
“He,” dedi Şara.
“Ölüevi akıtılmamış kana razı. Ve sabırsız.”
Genzua, on üçlük
bedenini ayağa kaldırdı. Boy atacaktı daha yıllarca. İliği kemiği dolacak,
babaocağında mutlu ya da mutsuz günler yaşayacaktı. Böyle düşünmüştür az
öncesine kadar. Ama, babasının akıttığı kana karşılık, kendi kanı bağışlanınca,
bu kadarcık kalacağına, ömür yolunun dar ve karanlık olduğuna akıl yürüttü.
Anasına sarılıp ağlayamadı. Unutmuştu belki, hakkı olan ağlamayı da.
Şara, kızının
elinden tuttu. Hafif beden, ağrıdı şimdi. Bıçağı görünce meliyen, huysuzlaşan
kurban gibi direndi Genzua.
“Yarın Sal beni
aney,” dedi. “Bu akşam, bir yanıma sen, öbür yanıma kardaşım yatsın.”
“Gözünün yağına
kurban.” Dedi Şara, umutsuz bir sesle. “Ölüevi kanını soğutmak istemez. Hemin
de boklarını balta kesmez böylesi günde. Bugün isterler seni. Dedikleri olmalı.”
Odaya girdiler.
Yüklükten yorganları, döşekleri indirdi Şara. Açmak istediği, Genzua’nın ceviz
sandığıydı. Yeşildi rengi. Kenarları çember kaplı...
“Soyun,” dedi
Şara.
Genzua, kapağı
açılmış sandığa baktı. Nenesinden kalma, anasından armağan, iğne oynatmıya
başlıyalı beri; kendi eliyle işlediği tek-tük çeyizlerine gönül tazeledi.
“Ya bunlar?”
diye sordu Genzua. Halep ibrişimiyle işlenmiş yastık örtüsünü gösterirken.
“Hepsi burda
kalacak,” dedi Şara. “Düğün olmayacaktı ya!”
Genzua, anasının
bacaklarına sarıldı. Ağlamak baldan tatlı geldi.
“Kime varacağım
aney?” dedi sonunda. “Düğünsüz, derneksiz.”
Şara, bir tutamı
kınalanmış kızının saçlarına yüzünü gömdü. Ona da ağlamak, gülmekten hoş geldi.
“Ne bilem
Genzuam,” dedi. “Ya oğullarından biri alır seni, ya da başkasına satarlar.
Elleri dardaymış da.”
Güneş tepeye
çıktıkça gölgeler ufalıyor, serin yerler azalıyordu. Evlerde kalanlar,
çoğunlukla elden ayaktan düşmüş ihtiyarlardı.
Şara, sokak
kapısını açtı. Kimsecikler yoktu dışarıda. Ölüeviyle karşı karşıyaydılar.
Derinden ağıt sesleri geliyordu. Yaşlı bir kadın ağlarken, güzel sözlerin
tümünü öldürülmüş oğluna adıyan...
Genzua, anasının
ardına sinmişti. Az sonra gidecekti, duvarlarına bile ağıt sinmiş bu eve.
“Korkma,” dedi
Şara. “Allah büyüktür. Biz usulde kusur etmiyelim de...”
“He,” dedi
Genzua. “Şimdi daha iyi anlamışam, ölüevine, ak gelinlik yerine kara çarşafla
gitmenin şart olduğunu. Viş...”
Sustu Genzua.
Aklına kardeşi gelmişti ansızın. Ana-kız açık kapının ağzında durdular uzun bir
süre.
“Ya kardaşım,”
dedi Genzua sonunda. “Onu nasıl görmeli? Bugün davara gitmeseydi ya.”
“Kısmette varsa,
günün birinde görürsün,” dedi Şara.
Umut, dağdan
büyük geldi Genzua’ya.
“He,” dedi. “Kardaşımın
gözlerinden öperim. Babama da haber sal, kızın ellerinden öper gitti de...”
Ana-kız daha
birbirlerini hiç görmeyecekmiş gibi sarıldılar. İki beden birden düştü.
Çözüldüklerinde,
Şara eğilip bir taş aldı yerden. Ölüevinin kapısına doğru nişanladı taşı. Ama
atmadı, atamadı. Döndü kızına.
“Bak yavrum,”
dedi “Seni ırak bir yere satarlarsa, dama çıkasan. Taş at penceremize. Yüzünü,
gitmeden görmek ister canım.”
“He,” dedi
Genzua, anasına acımış bir sesle. “Söz olsun görünmeden gitmem, ıraklara.”
İnceden bir yel
esti gene. Tozlar havalanıp şuraya buraya gitmeye koyuldu. Ölüevindeki ağıt da
gökyüzüne doğru, kara yıldızlar gibi akıp dağıldı.

(Beyaz Türkü’den Adanasanat)