Sümüklü böcek
içli bir böcekti. Zayıftı, güçsüzdü, sessizdi. Öksüz büyümüştü. Babasını
Almanlar vurmuşlardı. Şu koca dünyada anacığından başka hiç kimsesi yoktu. Sümüklü
böcek kimsesizdi. Anası üstüne titrer dururdu ama sümüklü böceğin hiçbir şeyini
değiştiremezdi. Sümüklü böcek hep yalnız gezerdi. Gezdiği yerler de güzel
yerlerdi doğrusu, göğe doğru yükselen, koca koca ağaçlar, terli terli otlar,
yağmur sonralarının su birikintileri yalnızlığını unuttururdu. Zaten hep yalnız
yaşamıştı, bunun için yalnızlığın acısını bilmezdi. Yalnızlığın acısını
bilmediği için de mutlu bir böcek olduğu söylenebilirdi. Ne var ki o da bütün
yalnızlar gibi çok düşünürdü. Uykular bir yana, düşünmediği an yok gibiydi. O
kadar uyku da uyumazdı, geceleri gözlerini yıldızlara diker, saatler boyunca
düşünür, düşünürdü. Anasını en çok üzen de buydu; zayıflığı, güçsüzlüğü
sessizliği düşünmekten sanırdı. Düşünmesine engel olmak isterdi. Engel olabilseydi,
sümüklü böcek mutlu mu, dertli mi olurdu, güçlü mü, güçsüz mü olurdu, orasını
kimsecikler bilemez ama bugünkü sümüklü böcek olmayacağı şüphe götürmezdi.
Anası, sümüklü
böceği bir türlü değiştiremedi. Sümüklü böcek düşünmeye devam etti. Gün geçtikçe
daha çok düşündü. Uykuyu hiç sevmiyordu, hep düşünmek istiyordu. Uykuda da
düşüncelerinin düşünü görüyordu. Gittikçe zayıflıyor, inceliyor, iğneye ipliğe
dönüyordu. Anacığı bu durumu gördükçe için için eriyordu, iki gözü iki çeşme
ağlayıp duruyordu, o da uykularını yitiriyordu. Sümüklü böcek, anasının
kaygısını anlamıyordu. Sümüklü böceğe göre en büyük erdem düşünmekti, en büyük
zenginlik iyi düşünceler, sağlam bilgilerdi. Bir böcek için daha yüce, daha
büyük bir zenginlik düşünemiyordu; böcekleri uzaktan uzağa tanıdığı için de
bütün böcekleri aynı düşüncede sanıyordu.
Sümüklü böcek,
gözlerini yıldızlara dikiyor, düşünüyor, düşünüyordu. En sonunda yıldızlar
köreliyor, sümüklü böceğin gözleri kararıyor, kapanıyor, iyi düşüncelerin
düşleriyle dolu bir tavşan uykusuna dalıyordu. O zaman anacığı kalkıyor,
çevresinde dört dönüyor, şöyle biraz rahat, şöyle biraz daha fazla uyuması
için, aklına ne eserse, elinden ne gelirse yapıyordu. Ama çok geçmeden gökyüzü
ağarıyor, çevrenin bütün böcekleri sabah türküsüne başlıyorlardı. Anacığı
köpürüyordu, küplere biniyordu, hemen dışarı fırlıyor, bütün türküleri
susturmak istiyor, böcekler kulak asmayınca da ağzına geleni söylüyordu.
Böceklerin aldırdıkları bile yoktu. Yoksul ananın yüzüne karşı gülüyor,
seslerini daha çok yükseltiyorlardı. Adını “Kavgacı Karı” koymuşlardı, bu da
onun kulağına kadar gelmişti ama ana yüreği bir şey dinlemiyordu ki...
Anası böceklerle
cebelleşe dursun, sümüklü böcek birdenbire gözlerini açıyor, “Güneş ne kadar da
yükselmiş ! Şu böcekler de olmasa hiç uyanamayacağım galiba, eksik olmasınlar !”
diye söylene söylene yerinden fırlıyor, anasının hazırladığı güzelim yemeklere
elini bile sürmeden alıp başını gidiyordu.
Yine bir bahar
sabahı alıp başını gitmişti. İnceydi, sıskaydı ama hiçbir yorgunluk duymuyordu.
Sağına soluna bakmadan yürüyordu. Birdenbire kulağına bir ses geldi, irkildi,
duruverdi. Duyduğu seslerin hiçbirine benzemiyordu bu ses, çok da uzaklardan
gelir gibiydi. Garipti, duyulmadık bir sesti, ne ağıda, ne gülüşe, ne türküye
benziyordu. Sümüklü böceğin bütün düşüncelerini üzerine çekiyordu. Sümüklü
böcek olduğu yerde kalakalmıştı. Sümüklü böcek birdenbire vurulmuştu bu sese. “Çok
görmüş, çok çekmiş, çok düşünmüş, çok iyi bir yaratığın sesidir bu ses” diye
düşünüyordu. Bu bakımdan, bazı insanların yüzlerine, gözlerine bakarak içlerini
de anladıklarını sanan bazı insanlara benziyordu. Sesin geldiği yere doğru
yürümeye başladı. Kendinde değildi, sarhoş gibiydi. Usul usul yürüyor, bütün
varlığını kulaklarında topluyordu. En sonunda bir ağacın dibinde durdu. Kocaman
bir ağaçtı. Gövdesinin kabukları yarık yarıktı. Bu yarıklardan birisinin içinde
küçücük bir koza vardı. Sesin kozadan geldiğini anladı. Yavaş yavaş ağacın
gövdesine tırmandı ,usulcacık yanına geldi kozanın, durdu, dinledi. Kozanın
içinde görünmeyen bir kadın ağlıyordu. Ama nasıl ağlıyordu, ama nasıl
ağlıyordu, nasıl ağlıyordu ! Sümüklü böceğin gözleri yaşardı, sümüklü böcek de
ağladı. Sümüklü böcek hiç böyle olmamıştı. Ne tuhaf ! Hiçbir şey düşünemiyordu,
düşünmek aklından bile geçmiyordu, yalnız bir bambaşka ağıt duyuyordu, yalnız ağlıyordu. Neden sonra
kendini topladı gözlerini sildi. Kozadaki kadının ağıdı da durmuştu. Kozaya
biraz daha yaklaştı.
“Nedir derdin ?”
diye sordu.
Kozadaki kadın
da onun ağıdını duymuştu.
“Senin derdin
nedir?” dedi.
Sümüklü böcek
hiç düşünmedi:
“Benim derdim
sensin !” diye cevap verdi.
Kozadaki kadın
ilk önce inanmadı ama sonra ister istemez inandı. Sümüklü böcek, kozanın
başından hiç ayrılmadı. Kozanın içindeki kadın bir kelebekti. Güzel günler
görecekti. Kelebeklerin, kanatları çıkmadan önce bir zaman karanlık bir kozada
kalmaları en büyük, en gerçek sevinçlerin, acılardan, karanlıklardan sonra
geldiğini anlasınlar diyeydi. Ama bizim sümüklü böcek ona birdenbire
vuruluvermişti, kara günler yaşamasını istemedi, sevdiğine karanlığı unutturmak
istedi. Başardı da. Ne derlerse
desinler, kelebek en iyi günlerini karanlık kozada geçirdi. Sümüklü böcek,
kelebeğin bir dakika dertlenmemesi için canını bile verirdi. Hiç ayrılmıyordu
yanından, umut dolu, yaşamak dolu güzel şeyler söylüyordu. Çok da şey
biliyordu; bildiklerini, vardığı sonuçları anlatıyordu. Gündüz güneşi, gece
yıldızları anlatıyordu. Çok güzel bir şarkı vardır, bir yıldıza gönül vermiş
bir sürüngenden söz eder. Sümüklü böcek o sürüngen gibi değildi, bilgili
böcekti, yıldızların böcek olmadıklarını, böcek olmadıkları için de yıldızlara
gönül verilemeyeceğini bilirdi. Kozadaki kadına yıldızların dünyalar kadar
büyük, alabildiğine uzak olduklarını söylerdi. Kozadaki kadın, sümüklü böceğe
duyduğu hayranlığı saklayamazdı. Ama sümüklü böcek övülmeyi sevmezdi nedense,
sözü hemen değiştiriverirdi. Durmadan konuşurlardı. Konuşmak, anlaşmak, sevmek
ne güzel şeydi, iki olmak ne güzel şeydi ! Sümüklü böcek yalnızlığın
korkunçluğunu yeni yeni anlıyordu. Gecenin ilerlemiş saatlerinde kelebeğin
uykusu geliyordu, sümüklü böcek kelebeğe ninniler söylüyordu. Kelebek güzel
ninnilerle uykuya dalıyordu. Kelebek uyumuş da olsa sümüklü böcek devam
ediyordu, coştukça coşuyordu, en iyi, en güzel, en gerçek şeyleri bu ninnilerle
söylüyordu. Sabahleyin kelebeği türkülerle uyandırıyordu. Sonra birlikte
geçirecekleri güzel günlerden söz ediliyordu. Güzel günler her sabah biraz daha
yaklaşıyordu.
Bir gün oldu,
beklenen gün geliverdi. Kelebek kozayı delip çıktı. Çok güzeldi, kanatlarının o
güzel rengi yağmur sonu göklerini düşündürüyordu, ne hoş bir maviydi ! Sümüklü
böcek çok yorulmuştu, bitkindi, uykusuzluk canına okumuştu, elinde olmadan
uyumuştu o sırada. Kelebek de uyandırmadı. Nedense bir tuhaf olmuştu. “Uyusun,”
diye düşündü. Sümüklü böceği alnından öptü, sonra usulca uçtu. Uçmanın, yer
yüzünü yeniden görmenin sonsuz sevinci içindeydi. Bütün gün uçtu. Kanatlarının
gök mavisine bütün böcekler bittiler, gözleri kamaştı. Bütün böcekler onunla
dost olmak istediler. Ama her isteyen yanına yaklaşamadı, o kadar güzeldi ki
yanında rahat rahat, çekinmeden, gözleri kamaşıp da dili tutulmadan
konuşabilmek her böceğin yapabileceği iş değildi. Yalnız renk renk, pırıl pırıl
böcekler yaklaşabildiler yanına, kibar kibar konuştular, çabucak seviverdiler
birbirlerini. Gezdiler tozdular, güldüler, eğlendiler, güzel çiçeklerden bal
emdiler. Kelebek mutluluktan uçuyordu, her şeyi unutmuştu, sümüklü böceği bile
unutmuştu. Ancak akşam üstü aklına geldi. Ona acıdı. Yanına dönmek istedi. Ama
hiç acele etmedi, uçmanın, görmenin beğenilmenin tadını çıkara çıkara, yavaş
yavaş gitti ağacın yanına.
Sümüklü böcek
pek şaşkın duruyordu. Dert1i olduğu belliydi. Kelebeği bütün bütün yitirdiğini
sanmıştı. Sesini duyunca sevindi. Sevindi ya yine de şaşırdı, gözlerine güç
inandı, kelebek ne kadar da güzeldi ! Ama kelebeğe güzel olduğunu söylemedi,
başka şeyler söyledi, her zamanki şeyleri... Kelebek, sözlerini dinliyorsa da
eskisi gibi dinlediği söylenemezdi. Öğleyin ağaçların gölgesinde çapkın bir
böcekten güzel bir vals öğrenmişti, çok sevmişti. Hem dinliyor, hem arada bir
şey söylüyor, hem de tek başına vals ediyordu. O böyle dönüp durdukça, sümüklü
böcek ne diyeceğini şaşırıyordu, düşünceler birbirine karışıyor , yıkılıyordu.
Düşündüklerine inanan kimseler, bu düşüncelerini söylerken dinleyenler dikkat
etmezlerse, gülerlerse, başka şeylerle ilgilenirlerse, doğru dürüst
konuşmazlar, üzülürler, küçülürler. Sümüklü böcek yine de aldırmadı buna,
kelebeğe güveni vardı, kelebeği deli gibi seviyordu. Bir zaman böylece
konuştular. Derken yeşil ağaçlar kararmaya başladı. Kelebek havaya baktı.
“Akşam oldu,”
dedi, “Sen bu akşam ne yapacaksın ?”
Sümüklü böcek
kelebeğin gözlerine baktı, gülümsedi.
“Ne istersen onu
yapacağız,” diye cevap verdi.
Kelebek, başını
çevirmedi, gülümsedi. “Yapacağız” da ne oluyordu ? “Ne yapacağız?” dememişti ki
kelebek ! “Ne yapacaksın?” demişti. Kelebek ne yapacağını biliyordu, bu akşam
büyük bir baloya davetliydi. Bir an düşündü. Sümüklü böceği de götüremez miydi?
Sümüklü böcek iyi bir böcekti, eşsiz düşünceleri vardı, doğrusunu söylemek
gerekirse, onun o güzel türkülerini, o güzel ninnilerini başka hiçbir böcekten
duymamıştı, ettiği iyilikler de unutulamazdı, sonsuz sevgisi unutulamazdı. Ama
bugün konuştuğu, dolaştığı böceklerin hiçbiri sümüklü böceğe benzemiyordu,
hiçbiri sümüklü böcek gibi donuk renkli değildi, sümüklü böceğin baloya gitmesi
ne de olsa tuhaf kaçacaktı, onu sümüklü böceğin yanında görünce belki de
ayıplayacaklardı, sümüklü böceği baloya götüremezdi.
“Ben baloya
gidiyorum bu akşam, senin ne yapacağını soruyorum.” dedi.
Sümüklü böcek
çok sarsıldı, ama belli etmedi.
“Ben de burada
kalırım, seni beklerim,” dedi.
“Ama yalnız
başına sıkılırsın,” dedi kelebek, “Ben belki çok geç dönerim.”
Sümüklü böcek
gülümsemeye çalıştı.
“Seni düşünürsem
sıkılmam” dedi.
Kelebek, baloya
gitti. Çok eğlendi, çok beğenildi. Kimseleri beğenmeyen yusufçuk böceği bile
onunla kaç kere dans etti, kelebekle dans ederken pırıl pırıl yeşil kanatlarını
geriyor, yeşil kılıcını, dimdik, havaya kaldırıyordu, kulağına tatlı tatlı
şeyler söylüyordu. Kanatları gök mavisi güzel kelebek uyumuyordu, ama peri
masallarına benzer düşler görüyordu. Sabaha doğru ağaca döndüğü zaman bile bu
güzel düşler içinde yüzer gibiydi.
Sümüklü böcek
hiç uyumamış, beklemişti. Kelebeğin güzelliğini öven türküler yakarak vakit
geçirmişti. Kelebek, balodan dönünce hepsini söylemeyi düşünmüştü. Ama
söyleyemedi, dili tutulmuştu sanki. Sonra kelebeğin uykusu vardı, yorulmuştu,
hemen uyudu, yusufçuk böceği düşlerine girdi.
Bu hep böyle
sürdü gitti. Kelebek, yerinde duramıyordu. Bütün gün dolaşıyor, eğleniyordu,
her gece baloya gidiyordu, her baloda el üstünde tutuluyordu. Gece yarısından
önce dönmüyordu. Sümüklü böcek, kelebek gelir de göremem diye ağacın altından
hiç ayrılmıyordu. Kelebek için türküler, ninniler düzüyordu. Kelebek uyurken
ninnilerini söylüyordu ama türkülerini de söylemeyi bir türlü göze alamıyordu.
Sümüklü böcek bir şeylerden korkuyordu. Sümüklü böcek bütün bütün zayıflıyordu,
görenler tanıyamazlardı. Ama kelebeği tırnak ucu kadar olsun suçlu bulmuyordu,
kelebeği deli gibi seviyordu çünkü. Kelebek de hep yorgun dönüyordu, fazla bir
şey konuştukları yoktu. Eski, güzel günler neredeydi ? Şimdi havadan sudan
başka bir şey konuşmuyorlardı.
Sümüklü böceğe
bunu bile çok gördüler. O pırıl pırıl, o renk renk ama dedikoducu böcekler, çok
geçmeden bu dostluğu anladılar. Kelebeğe de belli ettiler. Kelebekle birlikte
sümüklü böceği konuştular. Anasından söz açtılar, güldüler. Onlarla birlikte
kelebek de güldü. Donuk rengini alaya aldılar. Kelebek buna gülmedi. O kadar da
kötü değildi. Sümüklü böceğe çok şey borçluydu, donuk renkli sümüklü böcekten
birçok şeyler öğrenmeseydi bu parlak renkli böcekler arasında bu kadar
parlayamayacaktı, sözlerini ilgiyle dinlemeyeceklerdi. Böyle güzel oluşunda
bile sümüklü böceğin büyük payı vardı, sümüklü böcek onu böyle sevmeseydi bu
kadar güzelleşemeyecekti, sevginin her şeyi güzelleştirdiği, sümüklü böceğin
bulduğu bir gerçekti. Ama o bunların hiçbirini söyleyemedi, sümüklü böceğe
acıdığını söyledi yalnız, dertli, yoksul bir böcek olduğunu, yüzüne hiç
bakmamanın komşuluğa yakışmayacağını söyledi.
“Çok iyisin, çok
alçak gönüllüsün, şekerim !” dediler.
Mavi kelebek,
parlak renkli böceklerin en iyisiydi gerçekten de, ne var ki parlak renklerden
sıyrılmadan gerçek iyiliğe ulaşılamazdı. Kelebek, bir parlak renkli böcek ne
kadar iyi olabilirse o kadar iyiydi.
Bundan sonraki
balolarda da sümüklü böcekten sık sık söz açıldı. Kelebek, sümüklü böceğin
durumunu üzülerek anlattı.
“Çok iyisin, çok
alçak gönüllüsün, şekerim !” dediler, kelebeğin koltukları kabardı.
Sümüklü böcekte
dayanacak yürek kalmamıştı. Bu duruma bir son vermek istiyordu, ne olacaksa
olsundu artık ! Kararını verdi, her şeyi söyleyecekti. Kendine güveni vardı,
iyi, temiz böceklere yaraşır bir ömür yaşatacaktı kelebeğe, onun için
kötülükten gayri her şeyi yapabilirdi, kelebeğin mutluluğu uğrunda hiçbir
şeyden çekinmeyecekti. Kelebeği beklediği gecelerde, gündüzlerde yaktığı
türkülerin en güzel parçalarını bir araya getirdi, uzun ama alabildiğine güzel
bir türkü oldu bu. Bu türküyü söylediği zaman, kelebek her şeyi anlayacaktı,
can evinde duyacaktı. Bekledi, kelebek geldi. Bir yaprağın üstüne kondu, yağmur
sonu göklerini andıran canım kanatlarını açıp açıp kapıyordu. Keyfi yerindeydi,
o kadar yorgun da değildi, tam sırasıydı ! Sümüklü böcek yaprağın altına geldi,
türküsünü söylemeye hazırlandı, ama tek kelimesini bile söyleyemedi.
“Seni seviyorum,
kelebek,” dedi yalnız.
Kelebek çok
şaşırdı. Akıllı kelebekti, zaten biliyordu, olanların hiçbiri aklından
çıkmamıştı ama yine de şaşırdı işte.
“Nerden belli ?”
dedi.
Sümüklü böcek,
geçmiş günlerden söz açmayı aklına bile getirmedi. Yalnız sustu.
“Nerden belli ?”
diye tekrarladı kelebek, “Beni sevdiğini nasıl göstereceksin ?”
Kelebek ne kadar
da değişmişti ! Sümüklü böceğin gözleri parlıyordu.
“Öl de, öleyim!”
diye cevap verdi.
Kelebek uzaklara
baktı. Hava kararmaya başlamıştı, belki de baloya geç kalacaktı.
“Ölmek neye
yarar ?” dedi.
“Seni sevdiğimi
göstermeye !” dedi sümüklü böcek.
Kelebek güldü.
“0 zaman da beni
alamazsın ki..?” dedi.
“Seni sevdiğimi
iyice anlarsın ya,” dedi sümüklü böcek, “Bu kadarı bana yeter.”
Kelebek,
uzaklara baktı yine, gözlerini kapadı, ne zaman sevgiden söz açılsa, aklına
yusufçuk böceği gelirdi.
“Ben sana çok
daha kolay bir yol göstereceğim,” dedi,
“Yusufçuk
böceğiyle evlenmemi sağlıyabilir misin?”
Kelebek ne kadar
da değişmişti! Sümüklü böcek bir dakika bile duralamadı.
“Elimden geleni
yaparım, bu işi başaracağım!” dedi.
Kelebek, baloya
geç kalacaktı, uçtu gitti.
Sümüklü böcek
yola çıktı. Yusufçuk böceğini buldu. Neler, neler söylemedi? Önce güzel
şeylerden, iyi şeylerden başladı. Sümüklü böcek kötü şeyler düşünemiyordu,
kelebeğin iyiliğine, güzelliğine inanıyordu. Ama yusufçuk böceğinin böyle
şeylere karnı toktu. Yusufçuk böceği zengin böcekti, daha da zenginleşmek
istiyordu, dünyanın en zengin böceği olmayı koymuştu aklına. Tek düşüncesi
buydu, gerisi önemsiz şeylerdi. Böcekler için zenginlik ve para, renkti.
Yusufçuk böceğinin kanatlarındaki, kılıcındaki yeşil hiçbir böcekte yoktu. Ama
yusufçuk bununla yetinmiyordu. Gök kuşağının bütün renklerine sahip olmak
istiyordu. Gök kuşağının bütün renklerini elde ettiği zaman, böceklerin en
zengini olacaktı. O zaman sümüklü böcek, kelebeğin kanatlarındaki yağmur sonu
mavisini övdü. Gök kuşağı da yağmur sonlarında görünmez miydi zaten?
Yusufçukla
kelebeğin düğününe, yoksul, zengin bütün böcekler davetliydi. Bu düğünde
kimsecikler sümüklü böceği göremedi. Anacığının dizinde ağlıyordu...
Yusufçuk böceği,
kanatları yağmur sonu göklerini andıran güzel kelebeği alıp başka bir şehre
gitti. Sümüklü böcek nerdeyse çıldıracaktı. Artık her şey bitmişti, ama
düşünmeden edemiyordu ki. Düşündükçe düşünüyor, dertlendikçe dertleniyor,
inceldikçe inceliyordu. Çok geçmeden anacığını da yitirdi. Kadıncağız yine bir
sabah, böcekleri susturmak için bağıra çağıra dışarı çıkmıştı. Adını
söyleyemeyeceğim bir böcek, uşaklarına emir verdi, sümüklü böceğin anasını
iyice dövdüler, gözleri daha o akşam yumuluverdi. Bütün böcekler rahat bir
soluk aldılar, sümüklü böceğin anasının sözü bile edilmedi bir daha. Zaten
konuşacak çok şeyler vardı. Yusufçuğun gittiği şehirden bir sürü haberler
gelmişti. Şu yusufçuk vefasızın biriymiş, kelebeğin kanatlarındaki bütün
maviliği almış, sonra da yüzüstü bırakmış biçareyi. Bir arının balına tamah
etmiş, ardına düşmüş. Balayı yolculuğuna çıkmışlar. Biçare kelebeğin nerede
olduğu bile belli değilmiş...
Sümüklü böcek
bunları duyunca deliye döndü. Önce gelir diye bekledi. Gelseydi hiçbir şey
sormadan bağrına basacaktı, “kanadının mavisini ne ettin?” demeyecekti,sümüklü
böcek onun mavisini sevmemişti ki...
Kelebek gelmedi.
Gelmeyince sümüklü böcek yolculuğa hazırlandı. Demir asa, demir çarık
gidecekti;yine bulacaktı kelebeği,yine duyulmadık türküler söyleyecekti ona,
sevgili kelebeği teselli edecekti, ona mavinin, yeşilin hiçliğini anlatacaktı.
Bu uzun yolculuktu, belki hiç bir zaman bitmeyecekti. Bunun için , düşüne
düşüne kazandığı bütün bilgileri bir araya getirdi, oyum oyum yüreğinin
biçiminde, sırtında taşıyacağı bir ev yaptı, yola çıktı. Sonra sonra boynuzları
büyüdü, böcekler buna kötü bir anlam verdiler ama yanılıyorlardı, sümüklü böceğin
boynuzları o yüzden büyümemişti. Boynuzlarının ucunda gözleri vardı, boynuzları
yukarılarda kelebeği araya araya büyümüştü.
Sümüklü böcek
şimdi hâlâ yoldadır, kelebeği arar durur. Yağmur sonlarında bahçenize
çıkarsanız görürsünüz. Sümüklü böcek yağmur sonlarında bir yerde duramaz olur,
gözleri göklerde, yürür gider. Belki de bu, yağmur sonu gökleri kelebeğin
kanatlarını andırdığı içindir.
Ya, sümüklü
böcek hâlâ gider işte böyle... ama budala bir âşık değildir, iyi şeyler
düşünmeye her zaman devam etmiştir. Yavaş gitmesi bundandır. Geçtiği her yere
parlak bir yol çizer incecikten. Bu parlak yol, sümüklü böceğin en iyi, en
güzel düşünceleridir. Bilginler bu parlak yola eğilselerdi,çok şeyler
bulabilirlerdi. Ama sümüklü böceği küçük gördüler, yolunu beğenmediler,eğilmediler,
büyük büyük şeyler aradılar, atom bombasını buldular.
BUKALEMUN
Başkomser
Oçumelov kalın paltosuna bürünmüş, elinde paket, pazarın içinden geçiyordu.
Arkasından ise kızıl saçlı bir polis memuru, elinde içi biraz evvel el
koydukları üzümle dolu bir kalbur, sallana sallana geliyordu. Etrafta bir
sessizlik vardı... Pazar yerinde in cin top oynuyordu... Küçük dükkanların ve
meyhanelerin kapısı ardına kadar açık, tıpkı açlıktan nefesleri kesilmiş
ağızlar gibi, hazin hazin Allah’tan medet umuyorlardı. Görünürlerde bir dilenci
dahi yoktu.
Aniden birisinin
sesi Oçumelov’un kulağına çarptı.
“Demek sen
ısırırsın ha, seni gidi pis köpek! Bırakmayın kaçsın çocuklar! Isırmak artık
serbest değil bu memlekette. Tutun şunu! uff ! “
Bir köpeğin
cıyaklamaya benzer havlaması işitildi. Oçumelov sesin geldiği tarafa dikkatli
dikkatli baktı ve şunu gördü: Kereste tüccarı Piçugin’in bahçesinden taraf bir
köpek üç ayağının üzerinde koşarak geliyordu. Arkasından da yakası kolalı
basmadan bir gömlek giymiş, yeleğinin düğmeleri açık, bütün vücuduyla öne doğru
eğilmiş, birisi koşarak takip ediyordu. Adam, ayağı bir şeye takılmış gibi
kösteklendi fakat köpeğin kuyruğuyla arka ayaklarından birini eline geçirdi
Köpek cıyaklar gibi bir daha havladı ve yine bir ses “Bırakma kaçsın!” diye
bağırdı. Uykulu suratlar kafalarını dükkanların kapısından dışarıya doğru
uzattılar ve kısa bir zamanda, sanki aniden yerden bitmiş gibi, büyük bir
kalabalık kereste bahçesinin etrafına toplandı.
“Birisi halkın
sükunetini ihlal ediyor olmalı,Beyefendi!”diye polis memuru mırıldandı.
Oçumelov döndü,
sert adımlarla kalabalığa doğru yürüdü. Tam kerestelerin yığıldığı bahçenin
kapısı önünde, yukarıda tarif edilen, yeleğinin düğmeleri açık adamı gördü.
Adam sağ elini havaya kaldırmış, kanayan parmağını toplanan ahaliye
gösteriyordu. Sanki şu sözler: “Ben sana gününü gösteririm, seni rezil köpek!”
sarhoş suratına yazılmış gibiydi ve kanlı parmağını da âdeta zafer bayrağı gibi
sallayıp duruyordu. Oçumelov bu herifi çok iyi tanıyordu: Kuyumcu Kuryukin. Ve
tam kalabalığın ortasında, ayrık ön ayakları üzerine çökmüş suçlu oturuyordu.
Sivri burunlu, sırtında sarı bir leke bulunan bu beyaz Borzoy cinsi köpek
yavrusunun bütün vücudu korkudan tir tir titriyordu. Yaşlı gözlerinde korku ve
perişanlığın ifadesi okunuyordu.
Oçumelov
kalabalığı omuzlayıp orta yere doğru ilerlerken,
“Ne oluyor
burada?” diye sert sert sordu. “Ne
işiniz var burada, niye toplandınız? Sen; parmağını niye havada tutuyorsun?
Demin bağıran kimdi?”
Önce şöyle bir
öksürdükten sonra, Kuryukin:
“ Efendim, ben
kuzu kuzu yolumda yürüyordum,” diye lafa başladı. Mitri Mitriç’le halledilecek
bir kereste işim vardı burada, ve aniden, hiç ortada bir sebep yokken, şu lanet
şey parmağımı ısırdı... Benim sanatım zor bir sanattır ve de parmağımın
yaptığım işte rolü çok büyüktür. Bana tazminat ödemeye mecbur edin sahibini-
kim bilir, belki de parmağımı bir hafta oynatamayacağım. Kanun demiyor ki,
Efendim, biz azgın hayvanlara baş eğelim. Eğer herkesin köpeği ısırmağa başlarsa,
hayat çekilmez bir hale gelir...”
Oçumelov kesik
kesik öksürdü, kaşlarını çattı ve,
Hımmm... peki,
peki” diye sert sert söylendi. “Pekala, pekala... kiminmiş bu köpek? Bu işi
burada bırakamayız. Ben onlara, köpeklerini böyle başı boş etrafa salmak ne
demekmiş öğretirim! Kanunlara saygı göstermeyen beylere ders vermenin zamanı geldi! Hangi alçak
herifinse, cezayı yiyip akıllansın! Köpekleri, hayvanları başı boş sokağa
bırakmanın ne demek olduğunu ben ona öğretirim! Ben ona hanyayı Konya’yı
gösteririm!” Lafın burasında “Eldirin!” diye bağırarak polis memurunu çağırdı
ve devam etti. “Hemen köpeğin kime ait olduğunu bul ve derhal bir zabıt tut. Ve
hiç vakit kaybetmeden köpeği götürüp imha etmek lazım. Belki de kuduzdur...
kimin köpeği bu soruyorum?”
“Zannederim
general Jigalov’un” diye bir kalabalığın arasından yükseldi.
“Genaral
Jigalovun mu dedin? Hımm... Eldirin, yardım et de şu paltomu çıkarayım Off, amma da sıcak bastı ha! Yağmur sıcağına
benziyor.” Oçumelov böyle dedikten sonra Kuryukin’e döndü ve:
“Anlamadığım bir
şey varsa, o da şu – nasıl oldu da seni ısırdı? Nasıl oldu da parmağına
ulaşabildi? Bu küçücük bir köpek, sen ise sırık gibi bir herifsin! Belki de
parmağına çivi filan battı ve sen de bir yerden tazminat koparabilmek için
böyle bir şey uydurdun. Ben senin gibileri çok iyi bilirim! Hilekâr şeytanlar!”
“Herhalde sırf
şaka olsun diye, yanan sigarasını zavallı köpeğin burnunda söndürdü, efendim.
Ve hayvan da kendini müdafaa etti. Aptal değil ki! Hem bu Kuryukin her zaman
böyle sakarlıklar çıkaran belalı bir adamdır, Efendim” diyerek polis memuru
fikrini ileri sürdü.
“Yalan söyleme
ulan şaşı! Böyle yaptığımı gözünle gördün mü, niçin iftira atıyorsun?
Başkomiser Beyefendi akıllı bir beyefendidir ve kimin yalan söylediğini kimin
doğru söylediğini pekala bilir. Eğer yalan söylüyorsam, mahkemelerde sürüneyim!
Kanunda yeri var... bütün insanlar eşittir diye. Benim de polis kardeşim var,
haberiniz olsun...”
“Münakaşa istemez!
“Hayır, hayır bu
General’in köpeği değil” polis memuru sanki derin derin düşündükten sonra
karara varmış gibi konuştu. “General’in buna benzer bir tek köpeği yok. Onun
bütün köpekleri avcı köpekleridir.”
“Emin misiniz?”
“Hem de çok
eminim, Efendim.”
“Ve haklısın da!
General’in köpekleri pahalı, cins köpekler. Ve bir de şuna – hele şuna bak!
Çirkin, pis ve üstelik de uyuz mu uyuz! Böyle bir köpeği hangi cehenneme
beslerler, bilmem ki? Serseri herifler! Eğer böyle bir köpek kendisini Moskova
veya Petersburg’da bulsa başına ne gelir bilir misin? Kimse kanun filan
dinlemeden bir dakika içinde imha ediverir! Evet Kuryukin, sen davanda haklısın
ve bak söylüyorum, sakın bu işi burada bırakma! Tazminat davası aç! Sahibi
kimse iyi bir ders alsın! Aklı başına gelsin ...”
“Her şeye
rağmen, yine de General’ in köpeği olabilir” diyerek polis memuru sesli sesli
düşündü. “İnsan böyle bakmakla bilmez ki. Hatırlıyorum, geçenlerde General’ in
bahçesinde tıpkı buna benzer bir köpek görmüştüm.”
“Elbette
General’ in köpeği! Diye bir ses kalabalıktan yükseldi.
“Hımm! Yardım et
de şu paltomu giyeyim, Eldirin... Pis bir rüzgar çıktı. Soğuktan bütün vücudum
ürperiyor. Al şu köpeği götür General’ in evine ve sor bakalım onların mı?
Benim bulduğumu ve gönderdiğimi söyle. Ve tenbih et. Yalnız başına sokağa
salmasınlar. Belki de pahalı bir köpektir ve her hayvan herif her aklına estiğinde sigarasını hayvancağızın
burnunda söndürmeye kalkarsa, kısa zamanda köpekte can kalmayacak. Köpek nazik
bir hayvandır. Hey, sen;indir elini aşağıya, taş kafa! Serseri, parmağını
herkese gösterdiğin yeter! Senin kendi kabahatin...”
“İşte bak,
General’ in emir beyi geliyor, ona
soralım... Hey ahbap, Prokhor! Gel buraya babalık! Hele bir bak şu köpeğe...
sizin köpek mi?”
“Daha neler! Hayatımızda böyle bir köpek beslemedik!”
“Öyleyse daha
fazla soruşturma yapmaya lüzum yok” dedi Oçumelov. “Sahipsiz, başı boş bir
köpek. Daha fazla burada durup konuşmanın manası var mı? Sana köpeğin başı boş
olduğu söylendi Eldirin, daha ne bekliyorsun? Götür imha et ve bu meselede
böylece kapansın.”
“Bizim köpek
değil.” diye Prokhor lafına devam etti. “Bu bizim General ’in kardeşinin
köpeği. Kendileri henüz bir müddet önce geldiler. Bizim General borzoy cinsi
köpeklerden hiç hoşlanmaz. Ama kardeşi beğeniyor...”
“Ne? General’ in
kardeşi geldi mi? Vladimir İvaniç hazretleri teşrif buyurdular demek ki?” Oçumelov, zevkten kendinden geçmiş bir
şekilde haykırdı. Suratındaki tebessüm genişledikçe genişliyordu.
“Vay canına! Şu
hale bak! Demek geldi ve benim haberim olmadı! Temelli kalmaya gelmiş değil
mi?”
“Evet öyle.”
“Vay canına! Şu
hala bak! Kendisini karşılamak ne kadar istedim ve geldiğinden haberim olmadı!
Demek bu köpek onun? Ne kadar memnun oldum! Al, götür... Ne kadar da şirin,
cici şey! Hiç parmak ısıracak hali var mı şu minnacık hayvancağızın? Hah hah
ha? Gel bakayım oğlum,gel, titreme artık! Kuçu kuçu...Hırr... küçük yaramaz bir
parça kızgın...Ne tatlı köpek yavrusu, Yarabbi!”
“Prokhor köpeği
çağırdı ve kerestelerin yığıldığı bahçeden beraberce geçerek uzaklaştı.
Toplanan halk Kuryukin’e kahkahalarla gülüyordu.
“Ben sana bir
daha gösteririm!” diye Oçumelov onu tehdit etti ve kalın paltosuna sarılarak
pazarın içinden yoluna devam etti.
(Hikâyeler, Anton Çehov)