O.Henry (Asıl
adı William Sydney Porter) (1862-1910) ABD’nin North Carolina eyaletinin Greensboro kentinde
varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
15 yaşına
geldiği halde eğitimini tamamlayamayan Sydney
amcasının eczanesinde çıraklıkla başlayarak Teksas’ta çiftlik işçiliği, tapu
dairesinde memurluk, muhasebecilik, dergi yayımcılığı, gazetecilik ve banka
veznedarlığı gibi çeşitli işlerde çalıştı. Son işinde çalışırken Temmuz 1896’da
kendisini hapse götüren bir suçlamayla karşılaştı. Banka
veznedarlığı sırasında oluşan bazı kasa açıklarından sorumlu tutuluyordu.
Mahkemeye çıkmak üzere yola çıktığında başına gelen bu olayı gözünde çok
büyütüp endişe içinde paniğe kapıldı. Yarı yoldan dönüp izini kaybettirmek
amacıyla önce New Orleans’a, sonra da Honduras’a gitti. Altı ay kadar Güney
Amerika’nın ABD’ye yakın bazı yörelerinde dolaştı. Yaşadığı çevreler ve
tanıştığı kişilerinin yansımalarını ilk öykülerinde görmek mümkündür. 1897 yılı
başında karısının ağır hasta olduğu haberini aldığında onun yanında bulunmak
arzusuyla ülkesine döndü. Artık kaçak yaşamak istemediğinden mahkemeye çıkmak
üzere teslim oldu. Mahkeme insancıl bir yaklaşımla Sydney’in hasta karısının
yanında kalmasına izin verdi. Karısının ölümünden sonra başlatılan yargılama
sürecinin sonunda Sydney beş yıl hapse mahkûm oldu. Lehine bazı kanıtlar
olmasına rağmen duruşmalar boyunca suskun kalmış, kendini savunmamıştı.
Columbus, Ohio’daki cezaevi yaşamının Sydney Porter
için çok kolay geçtiği ve hayli verimli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Evvelce
eczanede çalışmış olduğundan cezaevi revirinde görevlendirilmesi onu sıradan
bir mahkûm gibi günlerini saymaktan kurtarmış, serbestçe hareket edebildiği
rahat ve temiz bir çalışma ortamında boş zamanını dilediği gibi geçirmesine
olanak sağlamıştır. O da 1901 yılından itibaren O.Henry takma adını edinerek
yazdığı öykülerle bu olanağı kendince en iyi biçimde değerlendirmiş, daha o
zamandan dergilerde yayımlanmaya başlayan öyküleriyle ün kazanmaya başlamıştır.
O.Henry takma adını cezaevinin eczanesinde bulduğu bir tıp kitabında adı geçen
bir Fransız eczacının adından aldığı söylenir.
Cezaevinden
çıktıktan sonra belki de lekelenmiş gördüğü öz ismini geride bırakmış, hayatın
olgunlaştırdığı ünlenmiş bir yazar olarak yaşamını sürdüren O.Henry bir süre
akrabalarının yanında kaldıktan sonra 1902 yılında New York’a gitti ve bu büyük
şehrin yaşam kavgası veren küçük insanlarıyla haşır neşir olarak geçirdiği son
sekiz yılında onların öykülerini yazdı.
O.Henry’nin
sayıları 270’i bulan öyküleri 20.Yüzyıla adım atan, kölelik, iç savaş ve
yerliler sorunlarını yeni arkada bırakmış Amerika Birleşik Devletleri’nin
kırsal kesim ve büyük şehir yaşamlarından aldığı insan tiplemeleriyle bunların
ilişkilerini gerçekçi, yer yer yarı gerçekçi bir üslupla ve sevecenlikle mizah
unsurunu hoş bir biçimde harmanlayarak veren, yazgının bir araya getirdiği
insanların ilginç karşılaşmalarını sürpriz sonuçlara bağlayan kurgularıyla
okura yaşam sevgisi aşılayarak ve yazınsal tadlar vererek okuma tutkusunu bir
serüvene dönüştüren öykülerdir. O.Henry’nin öyküleri arasında seçim yapmak
isteyen okurlara bir eleştirmen şu yolu önermektedir: “Onun öykülerinin en
güzelini seçmek istiyorsanız, öykülerin adlarını küçük birer kâğıda yazın ve
içlerinden birini rastgele seçin.”
***
Bitmemiş Bir
Hİkaye (An Unfinished Story)
Cehennem
alevlerinden sözedildiği zaman artık inlemiyor veya başımızın üzerine küller
serpmiyoruz. (Katoliklerin dini bir adeti) Çünkü vaaz verenler bile bize
Allah’ın radyum, ether veya bilimsel bir karışım olduğunu söylüyorlar. En
kötüsü biz günahkarlar onun kimyasal bir tepkime olduğunu umabiliriz. Bu hoş
bir hipotez, fakat yine de bizim, eski Ortodoks korkusu orada duruyor.
Bir insanın
özgür bir hayal gücüyle ve çelişkiye düşmeden anlatabileceği iki konu vardır.
Rüyalarınızı
anlatabilirsiniz, bir papağanın neler anlattığını söyleyebilirsiniz, hem (rüya tanrısı) hem de kuş yeterli tanıklar değildir ve dinleyiciniz
verdiğiniz resitale saldırmaya cesaret edemez..papağanın iki,üç kelimelik
konuşması yerine, bir görüntünün bir temele dayanmayan örtüsü, temamı
süsleyecek.
Gabriel oyununu
oynamıştı, bizler ise yargılanmak üzere çağrıldık. Bir tarafta ciddi, siyah
giyisili, beyaz gömlekli, profesyonel borsacılar vardı, fakat sanki
gayrimenkullerinin tapuları konusunda bir anlaşmazlık var görünüyordu.
Uçan bir polis -
polis bir melek- uçarak geldi ve beni sol kanadımdan yakaladı. Yakınımda çok
zengin giyimli bir grup ruh, yargılanmak için bekliyorlardı.
Polis “ sen de
mi şu güruhtansın?” diye sordu.
Cevabım “
onlar da kim?” oldu.
“Niye?
onlar....”
Fakat bu
ilgisiz şeyleri bırakıp, asıl hikayeye geleyim.
Dulcie, bir
mağazada çalışıyordu. Hamburg işi denen nakışlar, biblolar , biber dolması,
otomobil satıyordu. Kazancına gelince, kız haftada altı dolar alıyordu. Kalanı
G tarafından muhasebe defterine başkasının hesabına borç olarak geçiriliyordu.
Mağazadaki ilk
gününde, Dulcie’ye haftada beş dolar ödeniyordu. Bu miktarla nasıl geçindiğini
anlatmak ders vermek olur. Umurunuzda değil mi? Tamam, büyük ihtimalle siz daha
büyük rakamlarla ilgileniyorsunuz. Altı dolar büyük bir miktar. Size kızın
haftada altı dolarla nasıl yaşadığını anlatacağım.
Bir akşam, saat
altıda, Dulcie, şapkasının iğnesini tutturuyordu ki, Sadie adlı kız arkadaşına
şöyle dedi. Sadie sol tarafta sizi bekliyor..
“Sade, bu akşam
Piggy ile yemeğe çıkacağım”.
Sadie
hayranlıkla “ Olamaz, çok şanslısın, Piggy korkunç bir züppe, çıktığı kızları
hep züppe yerlere götürür, bir akşam Blanche’ı Hoffman’ın Yeri’ne götürmüş,
züppe müzikler çalıyor, züppe yemekler yiyorlar ve bir sürü züppe görüyorsun
Dulcie”
Dulcie aceleyle
eve gitti. Gözleri parlıyordu ve yanakları şafak sökerken oluşan kızıllık gibi
hayatın tatlı pembeliğini yansıtıyordu. Günlerden cumaydı ve son haftalığı olan
elli senti vardı.Caddeler iş çıkışının telaşlı kalabalığıyla doluydu,
Broadway’in elektrik lambaları yüzlerce, binlerce millik uzaklardaki,
karanlıklardaki pervaneleri ışığına çekiyordu.
Gece açan kaktüs
gibi, Manhattan, beyaz yapraklarını açıyordu.
Dulcie ucuzcu
bir mağazanın önünde durdu ve elli senti ile sahte bir dantel yaka satın aldı.
Aksi halde bu para başka şeylere harcanacaktı, onbeş sent öğle yemeğine, on
sent kahvaltıya, on sent de akşam yemeğine, likör müsrifliktir neredeyse alem
yapmaktır ama hayatın zevkleri olmadan olmaz ki..
Dulcie mobilyalı
bir odada oturuyordu, mobilyalı bir oda ile pansiyon odası arasında fark
vardır. Mobilyalı odada diğer insanlar sizin aç olduğunuzu bilmezler.
Dulcie üçüncü
kattaki odasına girdi, lambayı yaktı. Bilim adamları bize en sert taşın elmas
olduğunu söylerler. Yanılıyorlar. Evsahipleri elmastan daha sert olan bir şey
bilirler, öyle ki, elmas onun yanında macun gibi kalır. Onu gaz deliğine
koyarlar, insan sandalyenin üzerine çıkıp, parmakları kızarıp, berelenene kadar
boşuna kazmaya çalışırlar. Saç tokasıyla bile çıkartamazsınız. Çıkartılmayacak
bir şey diyelim.
Böylece Dulcie
gaz lambasını yaktı. Lambanın çeyrek mumluk ışığında odasını tarif edelim.
Yatak olan bir
kanepe, tuvalet masası, lavabo, bir sandalye, bunların çoğu ev sahibinin
suçuydu. Kalanı Dulcie’ye aitti. Tuvalet masasının üzerinde hazinesi duruyordu.
Sadie’nin hediyesi olan yaldızlı bir porselen vazo, bir takvim, pudra, rüya
tabiri kitabı vee pembe fiyonkla bağlanmış kiraz şeklinde süsler.
Çatlak aynanın
karşısındaysa çerçeve içinde General Kitchener, William Muldoon, Marlborough
Düşesi ve Benvenuto Cellini’nin resimleri duruyordu. Karşı duvarda, Roma’lı
başlığıyla O’Callahan’ın olduğu bir alçı duvar süsü vardı. Onun yanında da
kelebek kovalayan bir çocuk reprodüksiyonu vardı. Dulcie’nin sanattan anladığı
tüm bunlardı ve kimse de izinsiz kopyalar için kızın canını sıkmıyordu, ne de
hiçbir sanat eleştirmeni kaşlarını kaldırmıyordu.
Piggy, saat
yedide gelecekti. Kız hazırlanırken, biz de dedikodu yapalım.
Dulcie oda için
haftada iki dolar ödüyordu. Haftasonları kahvaltısı on sente çıkıyordu.
Giyinirken, gaz ocağında kahve yaptı ve yumurta pişirdi. Pazar sabahları
‘Billy’nin Restaurant’ında yirmibeş sente dana pirzola ve ananas kızartmasıyla
krallar gibi kahvaltı yapıyordu.
Ve garsona da on
sent bahşiş bırakıyordu. New York, insanı müsrif olmaya kışkırtan çok şey
sunar. Hafta içi yemeğini mağazanın lokantasında öğle yemeğini altmış sente,
akşam yemeğini de 1,05 dolara yiyordu. Akşam gazetesi –akşam gazetesi almamış
bir New York’lu gösteremezsiniz!- altı sent ve Pazar günü iki gazete – bir
tanesi biri okumak diğeri iş ilanları
İçin. Onlar da
on sent. Toplam miktar 4.76 dolar, şimdi insanın giysi alması gerekir...
Vazgeçtim.
Kumaşlar hakkında yapılan harika pazarlıklar ve iğne iplikle yaratılan
mucizeler kulağıma geliyor. Fakat, yazılmamış, kutsal, doğal, Cennet’in
adaletinin çalışmayan düzeni bakımından diğer kadınların sahip olduğu zevkleri
Dulcie’nin hayatına da katma konusunda şüpheliyim, kalemim bu konuda havada
asılı kaldı. Kız, iki kez lunaparka gitmiş ve atlı karıncaya binmişti. Zevkleri
saatlerle değil de, yaz aylarıyla hesaplamak yorucu bir iş.
Piggy’ye
gelince. Kızlar ona ad taktıkları zaman, saygın ama sevilmeyen ailenin üzerine
haketmediği bir çamur atılmış oldu. Şişmandı, fare kadar korkak bir yüreği
vardı, yarasa gibi alışkanlıklara sahipti ve bir kedinin asaletine sahipti.
Pahalı takımlar giyiyordu ve açlık konusunda uzmandı. Bir tezgahtar kıza
bakarbakmaz, onun çay ve şeker dışında besleyici ne yeyip, yemediği hakkında
sizinle yarım saat konuşabilirdi.
Mağazaların
olduğu yerlerde sinsi sinsi dolanır, tezgahtar kızları akşam yemeğine davet
eder. Caddelerde köpeklerini gezdiren erkekler de ona bakarlar.öyle bir tip ki
kalemim artık onu tasvir edemeyecek marangoz değilim.
Yediye on kala
Dulcie hazırdı, çatlak aynada kendine baktı ve görüntüsünden memnun kaldı,
Koyu mavi
elbisesinde kırışıksız üzerine oturmuştu, siyah, şık tüylü şapkası, biraz kirli
eldivenleri, hepsi feragat temsil ediyordu, özellikle yemek yemekten feragat
ettiğini...
Bir an Dulcie
güzel olduğundan ve hayatın harika yanlarını göstermek için, esrarengiz
peçesini kaldırmak üzere olduğundan başka her şeyi unuttu, daha önce hiçbir bey
onu yemeğe davet etmemişti, şimdi bir anlığına yaldızlı dünyanın içine
girecekti.
Kızlar Piggy’nin
müsrif olduğunu söylemişlerdi, müzik eşliğinde fiyakalı bir akşam yemeği
olacaktı, muhteşem giysili hanımlar ve kızların isimlerini söylerken
zorlanacakları yemekler kuşkusuz onu tekrar yemeğe davet edecekti.
Bir vitrinde
mavi ipek bir elbise görmüştü haftada on yerine yirmi sent biriktirirse bakalım
yıllar alır ama 7. caddede ikinci el giysi satan bir mağaza vardı
Biri kapıyı
vurdu, Dulcie kapıyı açtı, ev sahibi yüzünde kendini beğenmiş bir gülümsemeyle
orada duruyor ve kaçak gazla pişirilmiş yemeği kokluyordu
Bay Wiggins adlı bir bey seni görmeye gelmiş
Kendisini
ciddiye almak zorunda olan bahtsız kişiler ona böyle sesleniyorlardı.Dulcie
mendilini almak için tuvalet masasına uzandı, orada durdu, alt dudağını
dişledi, aynada kendisini uzun bir uykudan uyanan bir prenses gibi gördü.
Kendisini üzgün, güzel ama kızgın gözlerle seyreden bir başkasını unutmuştu,
kızın yaptığı şeyleri onaylayan veya lanetleyen tek kişi, uzun boylu, dobra,
yakışıklı melankolik yüzünde üzgün ve insanı azarlar gibi bir bakışla tuvalet
masasındaki resim çerçevesinden general Kitchener gözlerini kıza dikmişti.
Dulcie kurulu bir robot gibi pansiyoner kadına döndü
Ona
gelemeyeceğimi söyle, hasta olduğumu veya başka bir şey söyle,
Kapı kapanıp,
kilitlendikten sonra Dulcie yatağına atlayıp başını yastığa gömüp on dakika
boyunca ağladı. General Kitcehener onun tek dostuydu o Dulcie’nin beyaz atlı
prensiydi, adam gizli bir derdi varmış gibi üzgün bakıyordu, muhteşem bıyığı bir
rüyaydı, kız, adamın gözlerindeki şefkatli ama kızgın bakıştan biraz korktu.
Günün birinde belinde kılıcı, ayağında çizmeleriyle kapıya gelip onu
isteyeceğine dair fantezisi vardı bir gün bir oğlan çocuğu sokak lambasının
altında şıkırtılar yapınca, generalin geldiğini sanıp pencereye koşmuştu ama
kimse yoktu. Generalin Japonya’ya gittiğini ve vahşi Türklerle savaştığını ve
yaldızlı çerçevesinden çıkmayacağını biliyordu ama o gece, ona bakmak bile
Piggy’i unutturmuştu.
Ağlaması
geçtikten sonra, Dulcie ayağa kalktı ve en iyi elbisesini çıkartıp, eski mavi
kimonosunu giydi. Yemek yemek istemiyordu. İki dize ilahi okudu, sonra burnunu
ucundaki kırmızı noktayla uzun süre ilgilendi sonra bir sandalye çekip,
çekmecesinden eski iskambil destesini çıkartıp kendisine fal baktı.
Yüksek sesle
“korkunç, küstah şey, bir daha onunla asla konuşmayacağım, bakmayacağım bile”.