Yalnızlığın gözü kördür derlerse de inanmam...
Bazen tavana dikerim gözlerimi... Sobanın ön camından yansıyan ışık kümesine takılır; gerilere doğru gider, yarı uykuya dalarım... Sobanın üzerinde kızaran ayvanın kokusu yayılır odaya. Bir dilim alır; dişlerimin arasında suyunu emerim; tok bir bebek gibi. Üçüncü gözümü açarım yavaş yavaş. Ayağımın baş parmağınıdaki sancıdan başlarım; çocukluğumun neşeli demleri, baltadan fırlayan odun parçasının tırnağımı söküp atmasıyla aniden kesilir. Acı bir yana, kanın rengi beni büyüler. Tatmak isterim; bir parça alıp, dilimin üzerine sürerim. Ekşimtırak, tuzlu bir tad, boğazımdan aşağıya iner. Ölmeden evvel mundar olmasın deye kesilen hasta oğlağımı anarım. Babama kızgınlığım ondandır işte, çünkü acımadan kesmiştir oğlağımı; çocuk düşlerimle, çocuk kalbimle birlikte.. Bir parmak kanını da alnımın orta yerine sürmekten geri durmamıştır. Tıpkı babamı her anışında "bizde adet böyleymiş" dediğince anamın.
Biz hep göçebe yaşadık. Atlı arabamız vardı. Bazen kasaba kenarlarına konaklardık. Anamdan hayvan barsağından elek yapmasını, babamdan ise at binmeyi öğrendim Babam kalaycılık yapardı. Kasabanın sokaklarını karış karış bilirdim.. Hep onunla dolaşır; bakır tencere ve kapları kalaylardık. Ben körük çalıştırırdım ve pazularım bu yüzden hayli gelişmişti. Anam hep kız doğurmuş. Sonrasında babam oğlan hasretiyle öldü. Çok içiyordu çok o kadar ki sarhoş olunca, dövmesin deye, arkamıza bakmadan tabana kuvvet kaçardık çadırdan..
Bizlere her türlü lakabı takarlardı: Kıpti, şopar derler; elekçi, apdal, mırtip, bala, gurbet, aşık, cano, şigan da cipsi de derlerdi. Bazıları 'cingan' bazıları da 'Çingene'.. derdi. Ne deye çağırırlarsa oyduk hatta o olmak durumundaydık onlara göre biz; hiç mi hiç takmazdık kafaya..Biz ne olduğumuzu biliyorduk ya, önemli olan oydu bizim için. Mesleğimize göre de ad takarlardı; demirci ve kalaycılara 'lungur', çalgıcılara 'lavtal'.. Velhasıl hepimiz birer Roman'dık. Tepeden tırnağa sahip olduğumuz öykümüze sarıldık kan içinde…
Üçüncü gözüm, sabaha dek vücudumda gezinir, diz kapağıma gelince durur, soluklanır. Bu canı en çok, ayaklar taşımıştır. Onun için onların yeri, başımın üstündedir ama diz kapağımdaki sancının, başka bir öyküsü vardır. Tahammül edilemez acıların biriktiği ana sinir uçları, orada düğümlenmiş gibidir sanki..
Aleksi çok seviyordum; aramızda yaş farkı olmasına, hareketleri ve heyecanı ile babamı çağrıştırmasına rağmen çok seviyordum. Seviyorduk birbirimizi. Asi ruhluydu.. Romanya'dan Avusturya'ya dek göçer, tekrar Köstence kıyılarında konaklardık. Bizim ne vatanımız ne de sınırlarımız vardı. Yaz mevsimi geldi mi şenlik olurdu çadırlarımızın etrafında. Keman, gırnata, darbuka sesiyle inlerdi, tepeler. Her şey rengarenk bir tabloya dönüşürdü. Sabahtan tenekelerle getirdiğimiz suyu; güneşli bir yere koyar, ılıtırdık. Sonra da ağaç dalına astığımız delikli tenekenin altında yıkanırdık Aleksle. Bana sıkaca sarılır; "Aramızdan ter sızmasın" derdi..
Sızmadı da ve biz kışın ayazında, ateş etrafında dans eden dostlarımızın alkışları arasında nişanlandık. Gümüş yüzüklerimizin içine isimlerimizi yazdırmıştık: "Aleks -Maria..."
“Kasıkların
serçe yuvası.. Meşe gibi kokuyorsun” derdi bana, minik minik öperken;
her yanım, alev denizine dönüşürdü.. Ilık bir meltem ürpertirdi derimi..
“Kadınım, avradımsın” derdi.. Gamzeleri vardı iki yakasında yanağının.
Gülünce içime bahar serpilirdi.
Odun külünden yapılma suyla ovardık bedenimizi. Sabun yapmasını da öğrenmiştik. Biraz tuz, odun külü ve zeytin yağından.
Bir gece onlarca uçak geçti üstümüzden… Şaşırdık…
Ertesi
sabah toparlanıp kaçmaya fırsat bulamadan, etrafımızın yabancı
askerlerce sarıldığını gördük. Kadınları çocukları ve erkekleri
biribirinden ayırdılar..
Aleksi
benden söküp almışlardı. Köksüz kalmış söğüt ağacı gibi, kollarım iki
yana düştü. Ağlayamıyordum. Kaskatı kesilmişti çene kemiklerim.
Titriyor ve susuyordum.
Tabanı
ezilmiş saman artıklarıyla dolu, keskin sidik kokan hayvan vagonlarına
doldurulduk ellişer yüzer. Bilinmeyen bir yöne hareket etti trenimiz,
kömür kokusuyla doldu ciğerlerimiz. Demir parmaklıklı pencereden atılan
ekmek parçalarını aç martılar gibi sevinç ve kıskançlıkla bağrışarak
kapışıyorduk. Köşedeki yosun tutmuş tahta damacanadan, maşrabayla
aldığımız suyu birbirimize uzatıyorduk. Pencereden uzun bacalarını ve
nöbetçi kulesini seçebildiğim bir kampın içinde durdu trenimiz.
Banyomsu
bir binanın önünde sıraya dizildik. Çırılçıplak soyunduk. Dört köşesi
delikli borulardan oluşan, genişce bir odaya tıkıldık. Borulardan kaynar
sular püskürtüldü. Ağlaşmalar bağrışmalar, kırbaçlar eşliğinde banyo
faslı tamamlanmıştı. Verdikleri keten gri üniformaları giymeden evvel,
üzerimize DDT serptiler. Teker teker muayeneden geçtik. Tüm mücevherler,
takılar sökülüp alındı. Nişan yüzüğümü ağzıma attım ve olanca gücümle
azı dişlerimin arasına geçirdim. Dudağımın kanı ılık ılık boğazımdan
iniyordu. Kollarımıza numaralar işlendi. Artık herbirimiz birer
numaraydık:
“1376 buraya gel! Eğil.. kalk..yürü…”
Yine samanlarla örtülü ranzalardan oluşan koğuşlara doldurulduk..
Ertesi
gün, boynumuza hayvan yem torbasını andırır ceplere yarım çavdar ekmeği
ve bir çinko tas koydular. Sıra ile sayımdan geçtikten sonra, kampın
köşesindeki uzun bacalı fabrikaya yollandık..
Fabrika askeri üniforma ve sabun imal ediyordu.
Roman arkadaşlarımla birlikte, sabun imal edilen bölümde çalışmaya başladım..
Ben, kamplarda yaşayan tutsaklara verilmek üzere imal edilen, üçüncü sınıf sabunları damgalama ve paketleme bölümündeydim..
Çalışırken
konuşmak yasaktı. Günde en az on altı saat çalıştırıyorlardı.
Boynumuzdaki torbadan ekmeğimiz alıp yemeye fırsatımız bile zor
oluyordu. Acele etmeliydik. Sabun kalıplarını taşıyan bandlar,
durmamalıydı. Başımızda, değişik dilleri konuşan ustabaşılar
dikmişlerdi. Her biri çamyarması gibi kadındı. Onlar da aynı kampın
tutuklusu, kölesiydi. Bir iki farkla: Üniformaları, içtikleri bir tas
çorba ve bir parça peynir eşiliğinde bir kadeh şarap belki. Elleri
kamçılı, gözleri çakmak çakmaktı. Onlar da gözetleniyordu üst kattaki
gözetim kulesinden. Köle sahiplerinden daha da acımasızdılar.
Bütün gün dizlerim üzerinde çalışıyordum. Ayaklarım uyuşuyor, parmaklarımı oynatamaz hale geliyordum.
Kampın
dışından hiçbir haber sızdırılmasına izin verilmiyordu. Gözetleme
kulelerindeki hoparlörlerden Wagner’i dinlemek bile, bize verildiği
düşünülen en büyük ödüldü. Her şeye rağmen kulak gazetesi, en ince
metotlarla aralıksız işlemeyi sürdürdü. Her habere karşı verilen bir
ödün; aşağılama, işkence bizi bekliyordu.
Uzun
sisli bacalardan her gün, yanık et ve kostik kokusu etrafa yayılıyordu
Vagon vagon insan silüetleri, kampa giriş yapıyordu. Sessiz yığınlar,
suskun duvarlar, alev ağızlı ocaklar, gizemli bir başkaldırı sunuyordu
insanlık adına.
Bir
akşam üzeri, vardiya değişiminden biraz evvel, en son gamalı haç
damgasını vuruyordum; yumuşak sabun, kalıbına. Metalik bir sesle
irkildim. Sabun kalıbına batmış oval bir cisim gözüme ilişti. Bana
gaipten bir mesaj gibi gelmişti. Sıcak sabunu gizlice boynumda aslı
duran torbanın içindeki çinko kaba yerleştirdim. Çıkıştaki kontrolcünün
bakışlarına yakalanmamak için, başımı öne eğdim. Yüreğim ağzıma
gelmişti. Yakalanmam durumunda bana verilecek cezayı tahmin etmeye
çalışarak, korkuyla hızla yatakhaneye gittim. Sabaha dek uyuyamadım.
Donmuş sabun kalıbını, tırnaklarımla deşerek içindeki metali çıkarmaya
çalıştım. Yatakhaneyi, tavandaki etrafı mazgallı sarı bir lamba
aydınlatıyordu. Sabahı beklemem gerekecekti.
Kalk
borusunu beklemeden kalkıp tuvalete gittim.. Güneş yeni yeni
ağarıyordu. Bulduğum oval metali, pençereden sızan güneş ışığına doğru
tuttum. Aman allahım! Bu bir yüzüktü. İçindeki yazıyı okumaya çalıştım.
Gözlerime inanamadım: “Olamaz, olamaz böyle bir şey!...” diye
bağırmışım. Yüzüğün içinde ‘27 Maria’ yazılıydı.
Öptüm,
kokladım. Kendi yüzüğümü, alt çenemin soluna kelepçelemiştim. İçinde
‘47 Aleks’ yazıyordu. İçtima borusu çalınca, yüzüğü ağzıma attım; olanca
gücümle, sağ çene kemiğimdeki azı dişlerime geçirdim. Ağzım, kanla
dolmuştu birden. Kanı görseler; “bu kadın verem olmuş” diye, beni
fabrikadan atarlar… Belki belki ben de bir tutsağın kirlerini temizlemek
üzere…
Aradan
iki yıl geçmemişti ki kampın üzerinden, yabancı uçaklar kulakları sağır
eden bir sesle uçmaya, bildiriler atmaya başladı. Kampın yakınındaki
askeri garnizona bombalar düşünce gece yarısı yerimizden fırlayarak
uyandık. Ranzada balık istifi yatıyorduk. Ancak birkaç kişinin ölmesiyle
yerimiz genişliyebiliyordu. Solumdaki kadın, anam yaşlardaydı. Ön
dişleri, altın kaplama olduğu için, kampa geldiği ilk gün acımasızca
sökülmüşlerdi. Kırık mazgal delikleri gibi açılırdı ağzı. Gülünce
saçlarımı okşar, ensemden öperdi. Sesimi çıkarmazdım.
Yorgun,
uykuya daldığım bir gece sabaha karşı elinin kalçamdan kasığıma doğru
gezindiğini farkettim. Aniden dönüp parmağını ısırdım. Acıyla doğruldu.
Ağzıma sakladığım yüzükleri fark etti. Şikayet edeceğini söyledi.
Sustum. Sırtımı dönüp, uyuma rolleri yapmaya başladım. Midem ağrıyor,
kusacak gibi oluyordum her yutkunuşta.
Bir
sabah kamptaki tüm askerler, kamp bekçileri, koğuş onbaşıları sanki yer
yarılmış onlar içine girmişti. Fırınlar, ağzına kadar üniforma, postal,
madalya ile dolu, yakıma hazırlanmıştı. Kamptan, sabaha karşı birinci
mevki vagonlar, bilinmeyen yerlere doğru hareket ediyordu. İçi, sivil
giyimli, semiz insan yığınlarıyla…
Savaş başka türlü araçlarla, tekrar etmek üzere bitmişti.
Kampta bulunan köleler, bir deri bir kemik kalmış; iskeletler, sevinmeyi unutmuş; sadece, biribirine kenetlenerek ağlıyordu.
Fabrikanın
imal ettiği tüm üçüncü sınıf sabunlar itina ile toplanarak , büyükçe
bir kuyu kazılıp gömüldü..Üzerine büyükçe bir anıt mezar dikildi. Kamp
turizme açıldı.
Kamptakiler üçüncü sınıf vagonlarla, getirildikleri ülkelerine geri gönderildi.
Benim ülkem yoktu..ne de sınırım..
Ben, kampı çok yakından izleyebileceğimi düşünerek, terkedilmiş bir göçmen vagonuna yerleştim. Üçüncü sınıf.
Kampta sadece sabun yapmayı değil, el, ayak,göz falı bakmayı da öğrenmiştim..
Boynumdaki kolyedeki iki yüzüğü merak eden turistlere, acı bir gülümsemeyle yanıt veriririm hep. Yüzükleri okşayarak..
“Aramızdan kir sızmadı...”
Volkan Kemal
10 Mayıs 2012
Volkan Kemal
10 Mayıs 2012