Hapishanede Çallı
Halil Efe'ye hep sorardım:
-Sana ne diye yüz bir sene verdiler? Ne
haltlar karıştırdın?-
-Asmadıklarına
şükür, efendi!- diye cevap verir, sinsi sinsi gülerdi. Birkaç kere, vukuatını
öğrenmek için, sıkı sıkı sordum, nihayet başından savar gibi: -Devlet benden
iki başıbozuk, bir candarma, bir mavzer, iki at soruyor- dedi.
Devletin
sorduklarını o kadar çabuk sayıverdi ki, ağzım açık yüzüne bakakaldım:
-Ne diye bunları
senden soruyorlar?- dedim.
-Kayıpmışlar da,
gördün mü diye soruyorlar!- dedi. Tepeden bir gülüşle yüzüme baktı. Efendi
olduğum için hapishanede ilkönce bana pek itibar etmezlerdi. Zaman geçtikçe
ısındık; Halil Efe'yle de ahbaplığı ilerlettik, o zaman yaptığı vukuatları
kısım kısım anlattı.
Bunların her biri
ayrı ayrı hikayelere mevzu olabilirler; ben şimdilik yalnız bir candarma, bir
at ve bir mavzeri niçin Halil Efe'den sorduklarını anlatacağım.
..
-Çal'da Süleyman'ı
vurduktan sonra İzmir'e kaçtığımı, orada yakayı ele verince beni Denizli
Hapishanesi'ne gönderdiklerini sana
anlatmıştım. Mahkememizi bekler dururken, günün birinde beni hapishane
müdürünün odasına çağırdılar, 'Çal Müddeiumumisi seni istedi, tahkikatı
genişletecekmiş, Çal'a gideceksin!' dediler. İzmir'den gelirken tabanlarımda
açılan yarıklar yeni iyi olmuştu, yüreğim cız dedi. Sen bilmezsin, karakoldan
karakola yayan sevk olmak ne demektir. Hele bu yakaların candarmaları beni hep
tanırlardı, dostum olan vardı, düşmanım olan vardı. Müdüre yalvardım: 'Aman
etmeyin, beni kaza müddeiumumisine göndermeyin!' dedim. 'Emir çıktı bir kere,
gitmemenin yolu yok!' dedi. Ne yapalım, devlet kuvvetine güç yetmez ki.
Hapishanede birisini yaralayıp hakkımda tahkikat açtırsam, iki üç ay daha
kalırdım, ama asıl mahkemem görülmemişti. Reis kötü tanırsa encamım iyi olmaz diye
düşündüm. Hemşeriler sağ olsunlar, birkaç tayın topladılar, biraz keş peyniri,
biraz da kuru soğan verdiler, hepsini çıkın yaptım, postalları ayağıma sicimle
bağladım, nizamiye kapısının altında merkezden gelecek candarmayı bekledim.
Kapıcı gardiyan Necip Efendi benden hiç hazzetmezdi. Hem efe, hem fakir
olduğuma mı kızardı kim bilir... Candarma gelince bir kenara çekti, biraz
konuştular, ondan sonra candarma kelepçeyi ille arkadan vuracağım diye
tutturdu. 'Aman, ocağına düştüm, uzun yol gideceğiz; insaf et!' dedim.
Dinlemedi bile, kollarımı arkaya kanırtıp kelepçeyi vurdu. Düzüldük yola.
Denizli'den Çal az yol değildir. Temmuz ortasıydı. Sıcakta yedi sekiz saat yol
alıyorduk. O yanlarda karakollar birbirine yakındır, günde iki candarma
değiştiği olurdu; uyuya uyuya fıstığa dönmüş candarmaya üç beş saat yol koyar
mı? Çabucak öbür karakola ulaştırıp geri döneyim diye beni koşturur, 'Aman, bir
kıyıda biraz oturalım, hiç dermanım kalmadı!' deyince dipçiği basardı. En
kötüsü, güneş ortalığı kavurduğu zamanlar yanından geçtiğimiz harmanlara uğrar,
göğsüne bağrına döke döke ayran bakracını başına diker, köylüler verse bile
bana bir yudum içirmezdi.
Üçüncü günü akşama
doğru Baklan Ovası'nda tren boyunda Kaklık köyüne geldik. Artık Çal uzak
değildir diye içim ferahlamıştı. Bir de karakolda kimi görsem: Bizim Kara
Muradın Bekir'i. Candarma olmuş. Beni görünce
bir güldü. 'Yandın garip Halil'im, yandın! dedi. Bir mahalleliydik ama,
küçükten beri hiç aramız barışmamıştı. Birbirimize diyivermesek bile, içten içe
hasım gibiydik. Ben, şu bildiğin karı meselesinden Süleyman'ı vurunca, Bekir
büsbütün kanıma yürür oldu. Süleyman'la pek arkadaştılar. Bacısını da galiba
rahmetliye vermek niyetindeydi. Ben eşkıya olup dağa çıkınca köyde rahat
oturamaz oldu. İki kere de yataklarımı ihbarladı. O zaman: 'Eceline susamadıysa
edebiyle otursun, Çallı Halil'in gözüne gayrı dünya görünmüyor!' diye haber
saldım... Sesi çıkmaz olduydu. Şimdi karşımda namlı şanlı candarma olmuş,
yüzüme bakıp bakıp sırıtıyordu. Sonra yanıma sokuldu, elini omuzuma vurdu: 'Gel
bakalım hemşerim, geçmiş olsun, kasavet etme, zeybek kısmı dayanıklı olur!
dedi. 'Allah Allah, oğlan halimize acıdı!' dedim; ama o yıvışık sırıtması hiç
durmuyor, gitgide zihnimi karıştırıyordu. Beni
aldı, kendi yattığı odaya bitişik olan köyün misafir odasına götürdü, kelepçeyi
çözmeden içeri bıraktı: 'Yat uyu bakalım da, yarın sabaha kuvvetli bulun!'
dedi. Gene öyle kötü kötü sırıttı. Ben toprak sedirdeki hasırın üstüne uzandım.
Bekir'in bu gülüşleri netameli ama, Allah hayır verir inşallah dedim, uyudum.
Sabahleyin şafakla
beraber uyandım. Odanın iki duvarındaki ufak pencerelerin önünde kalabalık
vardı. Ne oluyor ki diye doğrulacak oldum, Bekir içeriye girdi; hep akşamki
gibi gülüyordu. Yanıma sokuldu: 'Kalk bakalım Halil Efe, seninle eski hesapları
temizleyelim. Bak ne kadar dostun varsa topladım geldim!' dedi. Kendi kendime
bir daha: 'Yandın garip Halil Efe yandın!' dedim. Gözlerimi şöyle bir
pencerelere, kapının aralığına doğru gezdirdim. Amanın ne göreyim! Yedi köyün
ayanı (ileri gelenleri) muhtarı burada... Bekir gitmiş, bana düşman ne kadar
köy varsa hepsinin ihtiyarlarını toplamış gelmiş. Hiç renk vermedim. Bekir
yanıma sokuldu. Kelepçeye yapışıp bir asıldı, hemen doğruldum. Çeke çeke odanın
ortalık yerindeki direğe götürdü, bir ip çıkardı, beni oraya sımsıkı bağladı.
Ondan sonra bastı sopayı...
Mahpuslukta adam
dayak yemekten yılmaz. Eğer Bekir yalnız dayak atsa, bunu da tenha bir yerde
yapsa, hiç ağırıma gitmezdi. Candarma değil mi, helbet dövecek; ama böyle yedi
köyün muhtarını başına toplayıp da envai türlü hakaret etmesi bana pek dokundu.
Beş on değnek vurduktan sonra gidiyor, kapıdan yalak gibi ağzını açıp bakan
muhtarlarla, oraya biriken köylülerle konuşuyor, sonra dönüp yanıma gelerek
soyuma sopuma sövmeye, suratıma tükürmeye, ötemi berimi tekmelemeye başlıyordu.
O tükürünce ben elimi yüzüme götürmek istiyordum. O zaman bağlar bileğimi
acıtıyordu... Yüzümü acıdan buruşturunca, bakanların hepsi katıla katıla
gülüyorlardı...
Bizim Bekir bir
saatten ziyade benimle eğlendi; her yanımı dayaktan çürüttü, uyuz ite
yapılmayacak hakareti yaptı... Ama ben de ağzımı açıp bir of demedim. Onun
meramı beni zebun edip yalvartmaktı. O kadar adamın karşısında ölüm serilse
bunu yapamazdım; yine de yapmadım.
Bekir yorulunca
yakamı bıraktı, köylülerle beraber yemek yemeye gitti. Ben içimden: 'Ülen
Bekir, sen bir elime düşmeyesin!' dedim. Ben Çallı Halil Efe olduktan sonra
kimsenin ettiğini yanına komazdım.
Az sonra Bekir
göründü. Hiç sesini çıkarmadan bağlarımı çözdü, dışarı çıkardı, atına bindi,
beni önüne kattı, Çal'a doğru yürümeye başladık. Denizli'den beri hiç atlı
candarma ile yürümemiştim; bu da kaderde yazılıymış dedim.
Şöyle böyle iki
saat kadar yürüdük. Ovanın ortasındaydık. Bekir atını ağır ağır sürüyordu, ben
de dizime kadar çıkan otların içinde bir yürüyüp bir koşarak sol yanında
gidiyordum. Bir aralık baktım, kelepçenin ortasındaki vida sallanıyor. Ellerimi
yavaşça iki yana çevirdim, kuvvetli kuvvetli bastım, paslı kelepçenin vidası
çıt dedi, düştü. Hiç sesimi çıkarmadan daha bir yarım saat gittik. Ondan sonra
Bekir'e döndüm, ellerimi uzattım: 'Bekir Efe' dedim, 'bu kelepçenin vidası
düşmüş.' Bekir aklınca kabadayı adamdı. Elinde mavzeri, altında atı olduktan
sonra ben nereye kaçabilirdim ki? Hiç istifini bozmadı. 'Çıkar kelepçeyi, koy
cebine!' dedi... Dediğini yaptım; biraz daha yürüdük, o zaman kuşağımdan gümüş
tabakayı çıkardım, Bekir'e uzattım: 'Al bakalım Bekir Efe, sar bir cıgara!'
dedim, 'Ben Çallı Halil, sen Çallı Bekir olduktan sonra, biz daha çok rakılar
içeriz, çok kadehler tokuştururuz...'
Yüzüme bir baktı.
Durdu, durdu, ondan sonra elini uzatıp tabakayı aldı. Elinde tuttuğu mavzeri
dizlerinin üstüne yatırdı, dirseklerini onun üstüne dayadı, tabakayı açıp
cıgarayı sarmaya başladı... Şöyle yandan bir göz attım. Hem cıgarayı sarıyor,
önem de dirseklerini sıkı sıkı mavzere basıyordu. Silahın namlusu benden yana
olduğu için hiç umut yoktu. 'Ülen Bekir, bunu da çaktın!' diye içimden
söyledim. Tam bu sırada Bekir cıgarayı, ıslatıp yapıştırmak için, dudaklarına
götürdü. Dirsekleri mavzerin üstünden şöyle bir nefes alımı kalktı.
O, daha ne
olduğunu anlamadan ben mavzeri kapınca yirmi adım öteye fırlamıştım. Oradan
bağırdım:
-İn bakalım Bekir
çavuş, şimdi de biz hesap görelim!- Bekir hemen indi, gülerek yanıma sokulmak
istedi. 'Olduğun yerde kal!' diye bağırdım, -Kelime-i şahadet getir, seni
vuracağım!'
Bey, Bekir'in bu
sözleri dediğim zamanki halini bir görmeliydin. Yüzü sararıverdi, melil melil
yüzüme bakmaya başladı:
'Aman Halil Efe,'
dedi, 'yavuklum var, bir garip anam var, canıma kıyma da ne yaparsan yap.'
Yüreğim acımadı
değil, ne kadar aramız açık olsa, yine hemşerilik vardı. Bir mahalle
delikanlısıydık. Ama onun ettiği hakareti kandan başka bir şey temizlemezdi.
Bekir sağ kaldıkça insan içine çıkamazdım: 'Vuracağım seni Bekir, başka yolu
yok; bir vasiyetin varsa söyle!' dedim.
Bunu dedim,
mavzeri de doğrulttum. O zaman Bekir kurtuluş olmadığını anladı. Garip garip
bana baktı, sonra başını çevirdi, öte yanda yularını sürüyüp otlayan atını bir
süzdü. Sonra başını kaldırıp gökyüzüne de bir göz attı. Tekrar bana döndü,
ağzını açtı, tam bir şey söyleyecekti, tetiğe dokandım.
Bekirceğiz oraya
yıkılıverdi.
Ama sana bir şey söyleyeyim mi
efendi, sen istersen gene inanma, benim tetiğe dokunmamla, Bekir'in yere
düşmesi bir oldu. Allah bilir ya, garip oğlan kurşundan değil, korkudan öldü.
Benim kurşun ona diriyken değil, ölüp yere yıkılırken değdi.
-Sabahattin Ali (1934)