Said Faik
Sonradan deli
olduğuna karar verilen bir adam plâjın aynasını kırdı. Bu, insanı yemyeşil
gösteren, altının sırı dökülmüş, camlaşmış aynanın, insanları çirkin
göstermesine içerledi, diye tefsir ettiler. Hayır ondan değil, evvelce aynacı
imiş. İtalya’dan ayna ithal edermiş, sonra iflâs etmiş, az buçuk oynatmış, ayna
görünce kırmamazlık edemezmiş diye uydurdular. İşin aslını bir ben biliyorum,
bir de ayna.
O halde aynayı
kıran da sensin diyeceksiniz, bize numara yapıyorsun. Pek âlâ! Aynayı kıran
benim. Deli olduğuma karar verildi. Ama zararsızmışım, pek zararsızmışım. Öcümü
aynalardan alırmışım. Bunlar doğru değil! Doğrusu şu:
Aynayı kırmamın
hiç bir sebebi yoktur. Sebepsiz yere kırdım. Canım sıkıldı, eğlenmek için
kırdım bile diyemem. Güzel insanları çirkin gösteriyormuş; ne münasebet
efendim. Güzel insanları çirkin gösteren ayna onların derununu tefriş eder.
Böyle aynayı plâjlara asamazlar. Yoksa aynada insanların çirkin taraflarını mı
görmeğe başladın da... Hani nasıl yazılar aynada ters çıkarsa insanların da
tersleri mi gözüküyordu sana,
derseniz ben de size felsefeden hiç hoşlanmadığımı, hele böyle dâhiyanesinden
iğrendiğimi arzederim.
Hayır ayna,
aynaydı. Böyle haltlar karıştırmazdı. Hangi enayi, onu hangi zamanda icat
etmişse etmiş; saçımızı taramak, suratımızda kara var mı diye bakmak burnumuzu
silerken biraz sümük kalmış mı diye göz atmak, yahut da:
·
Ulan!
benim gözlerim fena değilmiş be! Hele şu ağzımın kenarına inen çizgiye bak! Vay
anasını! İfade veriyor suratıma! Şu karılar da erkekten anlamıyorlar
vesselâm...
Diyebilmek için
işe yarar. Her nevi kendi kendine konuşmalar istediğimiz kadar ayna vesilesile
uzatabiliriz. Aynaya bir genç kız baktırır. Bir erkek düşündürtür. Kendi
kendine vurgunlara ayna öptürür. İhtiyarlara ölüm, tabut kefen gösterir, veremlilere
korkunç ateşlerinin ışığını aynadaki gözlerinde yakalarız. Aynaya düşman
kesilmek, onunla dost olmak da mümkün. İnsan isterse pek âlâ bir aynayı kırma
sebebini felsefeye edebiyata, ruhiyata, tıbba, sinire yükleyebilir. Benim
plâjdaki aynayı kırmamın sebebi ise kat’iyen yoktur. Ama size günümü yazacağım.
Oradan bir sebep bulmağa çalışmak pek mânasız olacak ama:
Zeytin ağacının
altında bir küçük çocuk oynuyordu. Yanına yaklaştım. Yeşil zeytinleri korku ile
bana uzattı.
·
Sizin
mi bunlar? dedi.
·
Benim
ya, dedim.
·
Ben
taş atmadım, dedi, kendi kendilerine düştü bunlar.
·
Onlar
ne? dedim.
·
Acı
şeyler, dedi.
Açık mavi
gözlerinin kırmızı kirpikleri yanıp yanıp sönüyordu.
·
Bunlar
ne biliyor musun? dedim.
·
Bilmem,
dedi.
·
Sen
zeytin nedir bilir misin?
·
Bilirim
elbette.
·
İşte
bunlar zeytin.
·
Sabahleyin
yediğimiz mi ?
·
Siz
sabahları zeytin mi yersiniz?
·
Yeriz
ya.
·
Senin
baban kim, dedim.
·
Benim
babam yok, dedi.
Mavi gözlerine
beyazlıktan mavileşmiş bir göz kapağı altın ışıklarıyla indi. Büyük büyük
dudaklarını uzata uzata:
·
Benim
babam ölmüş, dedi.
·
Nerede
ölmüş.
·
Muharebede?
·
Hangi
muharebede?
·
İstiklâl
muharebesinde.
İçimden dostum,
kardeşim, canım, ruhum, evlâdım, ciğerim benim, dedim.
·
Oyna
zeytinlerle ama, dedim, sakın, taş atma emi!
·
Sizin
mi bu zeytinler?
·
Hayır,
benim değil. Bu zeytinler kimsenin değil.
·
Eve
götüreyim mi bunları?
·
Bunlar
düşmüş; buruşmuş, iyi değil, kurtludur.
·
Öyleyse
oynarım, dedi.
·
Oyna
ama; sakın yine ısırma. Hepsi acıdır.
·
İyileri
de mi acıdır?
·
İyileri
de acı olur.
·
Sonra
nasıl tatlılaşır?
·
Onu
ben de pek iyi bilmem.
·
Kim
bilir bunu peki?
·
Ne
yapacaksın?
·
Sabahleyin
yemek için zeytin yaparım.
·
Annen
var mı senin?
·
Var
tabiî.
·
Ne iş
yapar?
·
Çamaşıra
gidiyor.
·
Sen ne
olacaksın büyüyünce?
·
Ben
mi? dedi.
Gözlerini gözüme
kaldırdı. İkimiz de mavi mavi baktık.
·
Ben,
dedi, boyacı olacağım.
·
Ne
boyacısı?
·
Kundura
boyacısı.
·
Neden
kundura boyacısı?
·
Ya ne
olayım?
·
Doktor
ol, dedim.
·
Olmam,
dedi.
·
Neden
?
·
Olmam
işte.
·
Neden
ama?
·
Doktoru
sevmem ki.
·
Olur
mu ya? Bak, dedim. Doktor sevilmez olur mu ?
·
Tabiî
sevmem, dedi. Annem hasta oldu. Evimize geldi. Kumbaramızı kırdık. Bütün yirmi
beşlikleri ona verdik. Sonra çeyrekler kaldı. Onlarla da reçeteyi yaptırdık. O
da zorlan.
·
Ama
annen iyileşti.
·
Annem
iyileşti ama paramız gitti. İki gün, yemek yemedim ben.
·
Peki,
dedim, öğretmen ol.
·
Ben
mektebe gitmiyorum ki.
·
Neden?
·
Öğretmen
beni dövüyor.
·
Neden?
·
Yaramazlık
ediyorum da ondan.
·
Sen de
yaramazlık yapma.
·
Ben
yaramazlık ne demek bilmiyorum ki.
·
Öğretmenin
yapma dediği şey, dedim.
·
Belli
olmuyor ki!.. Bir gün arkadaşımın biri “Çamaşırcının piçi” dedi. Ben de döğdüm
onu. Öğretmen de beni döğdü. Ondan sonra hep çamaşırcının piçi diye çağırdılar.
Hiç kimseyi döğmedim. Yaramazlıkmış diye. Bir kaç gün sonra yanımdaki arkadaşın
iki kalemi vardı. Birini aldım. Hırsızsın sen diye döğdüler. Benim kalemim
yoktu aldım. Sonra o da yaramazlıkmış, hem de çok fena bir şeymiş. Bir daha
kimsenin kalemini almam dedim. Defterini aldım. Bu sefer hem döğdüler, hem
mektepten koğdular.
·
Çok
fena yapmışsın.
·
Fena
yaptım. Ben adam olmak istemiyorum ki.
·
Ne
olmak istiyorsun ya?
·
Boyacı
olacağım dedim ya. Ahmet ağabeyim de boyacı.
·
Sever
misin Ahmet ağabeyini?
·
Tabiî
severim. Annem de sever. Bazı gece bizde kalır. Para
verir bize. Aç bile kalsak o bulur bize ekmek.
·
Asıl
ağabeyin değil mi?
·
Nasıl
asıl ağabeyim?
·
Bayağı
asıl ağabeyin, babanın oğlu değil mi o da?
·
Değil
tabiî.
·
O
kimin oğlu?
·
Bilmem.
·
Kaç
yaşında?
·
Benden
büyük.
·
Sen
kaç yaşındasın?
·
Dokuz.
·
O?
·
Büyük
işte.
·
Ne
kadar?
·
Senin
kadar var.
·
Ha şu
mesele. Peki boyacı olunca nolacak?
·
Para
kazanacağım.
·
Sonra?
·
Sonra
rakı içeceğim.
·
Sonra?
·
Sonram
yine potin boyayacağım.
·
Sonra?
·
Sonra
sigara içeceğim.
·
Sonra?
·
Elinin
körü!
·
Bu lâf
ayıp işte. Senin kulaklarını çekerim.
·
Anneme
söylersem seni.
·
Bir de
selâm söyle.
Öteden baş
örtülü, yüzü yuvarlak, tatarımsı bir kadın geldi.
Çocuk ona doğru
koştu.
·
Anne,
bak zeytin, dedi.
Kadın - At
onları elinden.
Çocuk bir dakika
atıp atmamak için düşündü. Bana doğru ilerledi. Zeytinleri kadının:
·
Ne
yapıyorsun hınzır?
Demesine vakit
kalmadan suratıma attı.
Ben güldüm:
·
Üzülme
hanım, dedim, çocuktur.
Çocuk - Anne be,
dedi, iki saattir beni lâfa, tutuyordu.
Kadın - Seni
sevmiş de konuşuyor oğlum, öyle nobran olma.
·
Ben
onu sevmedim ki... Ahmet ağabeyim gibi boyacı olacağım dedim. Bana doktor
olacaksın sen diyor.
·
Bak ne
güzel söylüyor.
·
O
kendisi olsun doktor. Sen bana demiyor muydun? Allah kahretsin o herifleri!
Gözlerini toprak doyursun! diye.
·
Öyle
mi dedim? Allah muhtaç etmesin demedim mi?
·
Öyle
dedin.
Kadın bana
döndü:
·
Değil
mi beyefendi, dedi. Allah hekime, hâkime muhtaç etmesin.
·
Doğru,
etmesin dedim.
Çocuk şimdi
arsızlaşmıştı. Annesinin eteklerinde idi. Düşmanca bakıyordu.
·
Anne
be, dedi, ben boyacı olacağım değil mi?
Kadın - Başka ne
olabilirsin ki?
Çocuk - Benim babam
neciydi anne ? dedi.
Kadın - Boyacıydı.
Çocuk bana:
·
Na
gördün mü ? Babam da boyacı imiş işte.
Kadına:
·
Öyle
mi? dedim.
Kadın - Evet,
dedi.
·
Muharebede
ölmüş, hangisinde? dedim.
Kadın - Muharebede
ölmedi, dedi.
Çocuk - Sen bana
öyle söylemedin miydi anne?
·
Kim
söylemiş sana
muharebede öldü diye?
·
Ahmet
ağabeyim.
·
Ahmet
ağabeyinin Allah belâsını versin.
·
Ama
ekmeği o getiriyor.
·
Sus
artık, hadi şuradan!
Çocuk yeniden
zeytinler toplamıştı. Kadın:
·
At o
zehir gibi şeyleri, dedi.
Çocuk yine
suratıma attı. Anası bu sefer suratına tokadı yapıştırınca hızlı hızlı
viraneliğe doğru uzaklaştı. Orada yıkık bir mescit duvarının kenarından:
·
Al,
herifi de götürsene mahzene, dedi.
Annesi -
Utanmaz, hınzır.
Diyerek çocuğa
doğru koştu. Bana da bir göz atmağı unutmadı. Büyülenmiş gibi kadını takip
ettim. Kapı yerine takılmış bir çuvalın yırtığından içeriye girdik. Arkasında
hamamlarda olduğu gibi bir tokmağı olan bir kapı açtık. İçerisi yıkanmamış bir
sefil insan kokusu ile aptesane kokuyordu. Muşamba ile örtülü masanın üstünde
iki domates, iki hıyar vardı. Kadın:
·
Rakı
alalım mı? dedi.
·
İstemez,
dedim.
·
Paran
yok galiba?
İçimi ezen bir
şehvet havasını kaçıracağımdan korkar gibi:
·
Var
var, dedim, ama rakı içmek istemiyorum öğle sıcağında.
Gözlerini gözüme
dikti. Eliyle cüzdan cebime vurdu. Bir iki buçukluk çıkardım. Beğenmedi. Bir
ikinciyi zorla buldum.
·
Başka
meteliğim yok, dedim.
Güldü. Kollarını
boynuma doladı. Dizlerime oturmuştu. Küçük çocuk kulübenin kenarına yığılmış
taşlardan yukarda bir deliğe sıkışmıştı. Kafasını uzatmış mavi mavi bize
bakıyordu.
·
Çocuk?
dedim.
Kadın - Aldırma,
dedi. Alışıktır.
Belki yarım saat
çocuk sabit gözlerle bize baktı. İkide bir ne zaman cebine koyduğunu
hatırlamadığım yeşil zeytin tanelerini kafamıza atıyordu.
Birdenbire
kafasını ellerime aldı. Bir hayvan çığlığı ile kıpkırmızı bağırmağa başladı:
Kadın ısılık
gibi bir sesle:
·
Beş on
para at ona sussun. Yoksa susmaz, diyordu.
Evvelâ iki çeyrek
attım. Olmadı. Bir çeyrek daha attım. Sonra bir yirmi beşlik attım. Beş dakika
bir sükût oldu. Sonra mahzenin içini çın çın öttüren bir zil gibi öttü.
Şimendifer düdüğü sesi çıkardı. Gözleri bende idi.
·
Şimdi
Ahmet ağabeyim yetişsin de görürsün sen, diyordu.
Bir yirmi beşlik
daha attım.
·
Bir
tane daha atmazsan...
Demeğe kalmadı,
anası dizlerimden kalktı. Beni bile yere
yıkacak bir tokat aşketti. Bana :
·
Ver
bir yirmi beşlik daha şimdi, dedi.
Çocuğun küçük
kara eli uzandı. Yirmi beşi aldı. Bize arkasını döndü. Şimdi kulakları
seslerimize dikilmiş bir köpek gibi yatıyordu.
Oradan âdeta
erimiş bir öğle aydınlığına çıktığım zaman şakaklarında bir zonklama vardı.
Hemen plâja koştum.
Plâja temizlenmek,
bir şeyden silkinmek, ferahlanmak için mi koştum. Hayır, yalnız mahzenden çıkar
çıkmaz kuyudan sıcağa çıkarılmış bir testi gibi terlemiştim. En çok kafam
terlemişti, parmaklarımı şakaklarımın diplerine sürdüm. Tırnaklarımın ucu
tarafından emilen, yahut bana emilir gibi gelen bir ıslaklık duymuştum. Elime
baksam bu ıslaklığın ter olmadığını, tepemden kan sızdığını anlayacakmış gibi oldum.
İşte o zaman
tepemden kan
sızdığını sanarak denize koşmuştum. Yolumun üzerinde denize girinceye kadar hiç
bir şey görmediğimi sanıyordum. Halbuki serinlik vücudumu kaplar kaplamaz bir
yeşil ot, bir harabe, bir çocuk, bir duman, bir tren yolu, bir köpek gördüğümü
hatırladım. Sonra kadının çocuğunun gözlerini gördüm. Sırtımda idiler. Piç ne
biçim bakıyordu adama.
Deniz suyu iyi
geldi. İyi gelmesi de mühim bir şey değil. Yalnız şunu anladım da rahatladım ki
kafamdan sızan kan
değil, termiş. Öyle olsa deniz kıpkırmızı kesilirdi. İşte deniz suyunun yalnız
bu faydası oldu. Yoksa hâlâ şakaklarım zonkluyordu. Hâlâ serinliğin; denizin
içinde terliyordum. Hâlâ o abdesthane kokulu, serin, çok serin bir mahzen
havası, gözlerini bize dikmiş mavi gözlü, elleri arpa ekmeği gibi kara ve
çatlak çocuk bir duman halinde, ama; ne zaman istesem vücut haline
getirebileceğim bir ruh halinde beynimle gözüm arasında bir yerde uçuyordu.
Durmadan geziniyordu.
Şimdi size
aynayı kırmamın sebebini buldum gibi gelir. Bana sen aynada kendini apaçık
bütün vuzuhiyle, çirkinliğiyle, pisliği adiliği ile görmüşsün. İşte onun için
de... Şiddetle hayır, derim. Siz gülümser aynada bütün insanlığı, bütün
çirkinliği ile kendi vasıtanla sezer gibi olduğun için, insanların bütün
denaetlerini,. sefaletlerini... Vallahi de hayır, billâhi de hayır
O halde sen
bayağı delirmişsin, diyeceksiniz. Neden böyle söylüyorsunuz canım? Bir plâjın
pis aynasını hiçbir şey düşünmeden, şuursuzca eğilip yerden bir taş alarak,
hatta o taşı denizin durgun yüzünde dört beş kere sekdirmek içinmiş gibi
alarak, aynayı isteyerek bile değil kazara da denemez, şöylece kırıvermek...
Neden olmasın?
Herifler koştu
Ben koştum. Yakalayamadılar. Neden sonra ben döndüm, plâjı apaçık gören bir
ağacın altına yüzükoyun yattım. Hepsi plâj sahibinin kulübesi önüne
toplanmışlardı Yarım saat geçtiği halde hâlâ benden bahsediliyordu. Daha bir
saat öyle ayakta durdular, konuştular, gülüştüler, fikir beyan ettiler Sonra
bir polis geldi. Mesele ona da anlatıldı. O da dinledi. O da fikrini söyler
gibi idi.
Ben başka yoldan
vapur iskelesine gitmek için. yolu çok uzun, kendimi çok yorgun buldum. Ağacın
altında geceyi bekledim, Sarı bir ay doğdu. Gazinolardan sesler, kahkahalar,
şarkılar gelmeğe başladı. O zaman elimi saçlarıma attım ki karmakarışıklar.
Tarağımı çıkarıp saçlarımı taradım. Bir cigara yaktım. Dudağıma bir vals
yapıştırdım. Pantolonumun cebine ellerimi soktum. Plâjın önünden ıslık çalarak,
herkes gibi, mesut bir adam gibi, aynayı kıran ben değilmişim gibi geçtim.