“Olmadığım biri gibi yaşayıp, hiç yaşamamış
biri gibi ölmek zor geldi. Bize ne dayatılıyorsa onu yaşamak zorunda olduğumuz
bir dünya vardı. Annemin kucağını terk ettiğimde sonbahardı.
Babamın
gözleriyle hiç bir zaman bakamadım kendime. Ona, ‘kadın’ olmak istediğimi
söylediğimde gözlerinin içine bakamadığım gibi. Şimdi, böyle yapmasaydım ne
değişirdi diyorum kendime, olacak olanı ne kadar erteleyebilirdim?
Dedemin
mezarında kemikleri sızlamış. Eğer
yaşasaymış, av tüfeğini alır, kendi elleriyle kalbimin tam ortasından vururmuş
beni. Ayakkabılarımı ardımdan fırlatırken, bunları söylemişti babam. Kedi
yavrularını bile evden atamayan adam, beni gözden çıkarmıştı çoktan.
Annem musluktan
akan tazyikli suyun eşliğinde, hıçkırıklarının duyulmadığını sanarak, omuzları
titreyerek ağlıyordu.
Öyle kararlı,
öyle kendimden emin çıktım ki kapıdan, ardımda babamın adına sürülecek leke
bırakmadım. Babam saat 10’dan sonra seni
evde görmeyeyim demişti, fazladan bir kaç dakikayı bile geçirmedim, o güne
kadar evim bildiğim dört duvar arasında. Kitaplarımı, şiirlerimi yarım
bırakarak çıktım evimden, on altı yaşındaydım; babam ‘10’ demişti, on yıl daha
yaşlanarak çıktım o kapıdan.
Birlikte
geçirdiğimiz son gündü. Bir başka gün daha olmayacak anne… Sen sütünün
arsızlığına bürünmeyeceksin. Ben bir damla sütün hesabını ağır bedellerle
ödemeyeceğim. İkimiz de çok yorulduk.
Beyoğlu’nda iki
serseriden dayak yediğimde, çaya gittiğin misafirlikten dönmemiştin. Ağzıma
dolan kanı kapımızın eşiğinde yutmuştum, yutkunmuştum, öylece çömelerek
beklemiştim seni. Gelmemiştin…
İnadına ince
parmaklı ‘gelin’ hayallerin vardı. Eşe dosta benden yana dertli olduğunu
hatırlatıyordun. Sanki bunu bir an olsun unutuyorlarmış gibi…
Ama hiç küsmedim
sana. Seni
ağlarken gördüğümde yanına gelmek isteyip hep bir adım geride durdum. Çünkü sen
aynı durakta karşılaştığım ve bir süreliğine yan yana oturmak zorunda kaldığım
bir kadın olduğunu öğretmiştin bana. Daha fazlası olmak istemedin. Korkuyordun.
Günün birinde aynı bluzû giyme ihtimalimizden.
Şimdi tüm ihtimalleri
kaldırıyorum anne. Benden utandığın için hiç tanışamadığım iş arkadaşlarına,
çıkamadığımız yolculuklara, tatillere iştah kabartıyorum sadece. Yalnızca bu.
Biten rujlarının
hesabını bile bana kesip, attığın dayakları; yüzüme, öfkeyle çığlık çığlığa ve
gelişigüzel sürdüğün rujunla geçirdiğin sinir nöbetlerini sineye çekiyorum.
Şimdi burada, sesimi duyabiliyor musun anne?
Eğer duymazsan beni bıraktıkları şu duvar
dibinde nükseden astım krizinden ölmüş olacağım. Ama sırf bunun için bile
dayanıyorum. Zalimlerin elinden ölmüş olmamak için. Nefes alış-verişimi duyuyor
musun?
Dört kişiydiler.
Saçlarımı kestiler, dudaklarımı patlattılar. Dizlerime kaynar su döktüler.
Pantolonumu indirdiler ve “sen nasıl kadınsın, hani?” diye sordular.
Bir keresinde
küfretmiştim. Babamla Gülhane Parkı’ndaydık. Övgü almıştım ondan. Erkek adam
dediğin kızdığında yere tükürmeli ve küfür etmeliydi! O gün, bir bardak yayık
ayranını ‘erkek olmamın şerefine’ ısmarlamıştı bana ve ben küfürlü dudaklarımla
içmiştim. Bugün o ayranın aynısını başımdan aşağı döktüler ve bana tecavüz
ettiler. Acımasızlardı. Utanmıyorlardı. Durmadan küfür ediyorlardı.
Babamın dediği gibi ‘erkek’ adamlardı!
Adını birkaç
defa sayıkladım. Bir an, bir ailem olsun istedim. Ölmek istemedim. Her tecavüz
sonrası ölünür mü hiç anne?
Yüzümden akan
kanın ıslaklığını hissedebiliyorum. Bir duvara sol omzumla yaslanıyorum, duvar
o kadar soğuk ki kımıldarsam etimi kesecek gibi geliyor.
Bu son çığlığım, duyuyor musun anne?
Bir başbakan
kalkacak, yarın sabah kahvaltısını yapacak. Ülkesiyle ilgilenecek, ayrım
yapmadığına dair yeminler edecek. Güven kazanacak. Demeçler verecek.
Sen en iyisi
yarın gazete okuma anne. Kim bilir belki, hani olur ya, bir duvarın önünde bana
rastlarsın.
Her vakit ölünür mü hiç anne?”**
Öyle bir
başbakan ki cinsel yönelimi çok önemsiyor. Yabancı bir ülkede ‘göçmen’ olarak
yaşayan ve daha beş aylıkken şiddet gördüğü için ailesinden alınarak ‘koruyucu’
aileye verilen çocuğumuzun izinde hepimize bir ‘ahlak’ dersi veriyor.
Çocuğun şiddet
görmesi sorun değil. Sorun çocuğun artık güvenli, sevgi ve saygı gördüğü bir
ortamda büyüyor olmaması da değil. Sorun çocuğun müslüman olmayan, eşcinsel bir
aileye verilmiş olması.
Çünkü ‘emaneti’
genel ahlak kurallarına uygun, sağlam ellere teslim etmek istiyor. Sağlam eller
de ancak müslümanlarda mümkün olan bir şey. ‘Ahlaklı olmak’ gibi bir meziyeti
Tanrı bir tek onlara bahşetmiş.
“Altı aylık
çocuk böyle bir tercih yapamaz” diyor koruyucu aileyi kastederek. Altı aylık
çocuk etnik kimliğini ve dinini seçebilirmiş gibi.
Ülkesinde her
gün onlarca kadının, eşcinselin, çocuğun, sırf kadın oldukları, eşcinsel
oldukları, savunmasız küçük çocuklar oldukları için şiddet görmesi, istismar
edilmesi, öldürülmesi ciddi bir sorun değil. Din ve ahlak bütünlüğümüzü tehdit
etmiyor zira.
On üç yaşındaki
kız çocuğunun onlarca erkek tarafından cinsel istismara uğramasına ‘rızası
vardı’ diyebilen yargı karşısında, söyleyecek sözü, yapacak hiç bir şeyi yok.
Ama yetişkin iki insanın arasındaki gönüllülük ilişkisini ahlaki bulmuyor!
Düşük ahlak
düzeyi karşısında ne yapılması gerektiğini bilen bir başbakanımız var.
Kendi
muhafazakar şablonuna uymayan yaşam biçimlerini
‘ahlaksız’ olarak sınıflandırıp, temsil ettiği coğrafyada bu şablona uymayan tüm kurbanları pişkinlikle
hasıraltı edip, unutabiliyor.
Gururlanarak
‘kurduğunu’ söylediği, başka hiç bir şeyimizin değilse bile kutsallığımızın
teminatı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’mızın tek derdi çocuklarımızın
sayısı. ‘Bu yapı’nın güçlü tutulması için ‘tuğla’ yetiştirmek önceliğimiz.
Bana kalsa
öncelikle tek bir siyasi ve ahlaki sorumlulukları olduğunu hatırlatırdım. O da
yönetmeye gönüllü oldukları toplumu içine düştüğü şiddet sarmalından
uzaklaştırmak. O çok güvendikleri ‘kutsal aile’ kurumundan başlayarak…
Roşin Çiçek
namus saikiyle işlenmiş nefret cinayeti kurbanlarından sadece biri. Geçen yıl,
‘eşcinsel’ olduğu için, on yedi yaşında, kurşunlanarak öldürüldü. Hem de en
yakınları tarafından. 2 Nisan’da, Diyarbakır 3. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde, 4. duruşması yapılacak davada
Roşin’I öldüren babası ve iki amcası için ağırlaştırılmış ömür boyu
hapis cezası isteniyor.
İki gün önce “Türkiye
’de Baba Olmak: Cinsiyet Eşitliğinde Sorumluluklar Haklar ve Çözümler” başlıklı
panelde Fatma Şahin, “Aile kurumu neslin ve kültürün devamı için gerekli; bugün
yaşanan birçok sorunun çözümünde güçlü aile birliğimizin bizi ne kadar
koruduğunu görüyoruz,” diyordu.
Evet, gerçekten
de görüyoruz.
Aynı panelde
konuşan Başbakan’ın eşi Emine Erdoğan da “biliyoruz ki toplum çok değil sadece
iki cinsiyetten oluşuyor…” diye başlıyor sözlerine.
‘İki cinsiyet’in
dışındaki cinsel yönelimi ruhsal bir hastalık, ahlaki bir hijyen sorunu olarak
gören bu ortaçağ zihniyeti, herhangi bir saikle aforoz edilen, dışlanan
insanların vahşice parçalanarak yok edilmesini görmezden gelebiliyor.
İktidarlarını ve kendi konforlu hayatlarını tehdit etmediği sürece, insanın
insana zulmüne göz yumabiliyor.
İşte tam da bu
yüzden bir insanın diğerine yapabildiklerini bilmek gerekiyor. Özellikle
iktidarı temsil edenlerin, diğerlerine yapabildiklerini…
Sonradan imal
edlimiş toplumsal ahlakın iki yüzlülüğü bir yana, esas kötü tarafı insanın
ancak büyük bedeller ödeyerek varabildiği bir noktada ulaştığı bir gerçeği
örtbas etmesi: İnsan hayatının temel çatışması ‘doğru’ ile ‘yanlış’ın çatışması
değil, iktidarı elinde tutup, onu başkalarına baskı yapmak için kullananlarla,
iktidarın baskısına maruz kalıp kendilerini kurtarmaya çalışanların
mücadelesidir.
FEMEN lideri
Shevchenko, Amina’nın “bir kadını öldürmenin onun haklarını tanımaktan daha
kolay görüldüğü insanlık dışı gelenekleri ‘yıkacak’ olanları temsil ettiğini,”
söylüyor ve FEMEN 4 Nisan gününü Amina ile dayanışmak için uluslararsı eylem
günü ilan ediyor.
Ben ‘Amina’
kadar cesur davrananamayacağım. Ama bu, bin yılların iki yüzlü ahlak
anlayışının yıkımına el vermek için tüm
kalbimle yanlarında olduğumu söylemekle yetineceğim.
Roşin Çiçek’in
katilleri ihtimal ki çok az ceza alarak kurtulacaklar. Gittiği yerden kulağıma
“burda çiçekler açmıyor, kuşlar süzülüp uçmuyor” diye fısıldasa da Roşin,
yüreğime her düştüğünde ben Cemal Süreya’dan bir kaç dize mırıldanacağım
anısına:
“Bir çiçek
duruyordu, orda, bir yerde,
Bir yanlışı
düzeltircesine açmış;
Gelmiş ta
ağzımın kenarında
Konuşur durur.
Bir gemi
bembeyaz teniyle açıklarda,
Güverteleri
uçtan uca orman;
Aldım çiçeğimi
şurama bastım,
Bastım ki
yalnızlığımmış.
Bir başına
arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…”
** İtalikler
Kaos GL yazarlarından Emre Korlu’nun yazılarından derlenmiştir.
Sibel Yerdeniz