Dikiş Tutturamadım Baba !
Herkesin bir öyküsü vardır; eşine dostuna, torununa anlatacağı.
Herkesin birçok öyküsü vardır; kendisine bile inandıramadığı; ama, peşini bırakamadığı, diyar diyar dolandığı.
Benim
de, kendi kendime öykünmelerim var. Herbiri yarım yamalak. Bir ucundan
tutsanız; eski bir hırka gibi sökülüp gidiverecek cinsten; lime lime
olmuş.
Son günlerde, daha çok unutkan olmağa başladım. "anımsayabildiklerimi kaleme alsam mı?" diye soruyordum kendime.
Kaleme
aldıklarım, bir evvelkiler gibi yarıda kalırsa; bir türlü sonucu
yakalamaz ve ’Bitmeyen Senfoniye’ dönüşürse; "devamı, gelecek bahara
kalırsa" diye, bir korku sarar içimi.
"Korkuyu yenmenin biricik farzı, onun üzerine üzerine gitmektir "deyordu babam.
Babamın öğütllerine duyduğum saygı ile "neden dikiş tutturamadığımı" sizlerle paylaşacağım.
***
Altı yaşında ya vardım, yada yoktum; bir kış sabahı köşedeki çeşmeye giderken, kırağı üzerinden kayıp, testiyi kırmıştım.
Eve,
testinin kırık sapıyla dönünce, babam: "Sen bir baltaya sap olamazsın"
diyerek kızmış, enseme kocaman bir Osmanlı tokatı patlatmıştı.
Kore
savaşının doruğunda "Soğuk Savaşın"haşmetli yokluğu içinde testi
kırmanın cezasını kavrayamayacak yaştaydım. Enseme yapışan tokatın acısı
bir saat içinde uçup gitmiş; yerinde güller, goncalar açmıştı.
Babamın meşhur öngörüsü ise, hiç peşimi bırakmadı. "Bir baltaya sap olamazsın!"
Bu öngörüyle öylesine içleştim ve karamsarlığa büründüm ki, tarif edemem.
Okula
başladım. Bu öngörüye göre ’Diploma’ sahibi olamayacağımı biliyordum.O
nedenle okuldan sık sık kaçıp; kıraathanelerde pişti, tavla, santranç ve
bilardo oynamasını öğrendim.Yeni bir işe başlayacak olsam, hemen bu
’öngörü’ aklıma geliyor; elim ayağıma dolaşıyordu. Henüz, ön görüşme
safhasında, kırdığım potlar nedeniyle iş alamıyordum.
Kimsenin
yapmağa tenezzül etmediği işleri denedim, ayakkabı boyacılığından
kalaycılığa kadar. Bir türlü, ’iki yakam bir araya’ gelmiyor; babamın
bedduası ensemde yeniden baharlaşlamayı sürdürüyordu.
Amelelik
yaptım, odun kırdım, su taşıdım. Yalnız, askerliğimi tam olarak
bitirebildim. En son, ’komilik’ yaptığım ’beş yıldızlı’ bir lokantada,
talih yüzüme güler gibi oldu.
Saygın
müşterilerin oturduğu bir masaya hizmet etmekteydim. Sol kolumun
üzerine sıraladığım beş tabak plakiyi, sırayla ’servis’ yapması için şef
garsona uzatıyordum. Masada oturan saygın beylerden biri aniden ayağa
kalkmaz mı! Sol koluma sıraladığım zeytinyağlı plakiler beyefendinin
samur kürkü üzerine yayılıverdi. Aniden ortalık karıştı; diğer masalarda
oturanlar ayağa kalktı, bir kaç foto muhabirinin flaşları yandı söndü.
Şaşırmıştım. Üzerine plaki döktüğüm beyefendiden ve şef garsondan
dilediğim özürler bir işe yaramadı; anında kovuldum.
Boynum bükük lokantadan çıkarken, köşebaşında duran spor bir arabadan gelen sesle irkildim:
’Buraya gelirmisin küçük!’
Hemen
arabaya yaklaştım. Bana, ’küçük’ diye seslenen ağzı purolu bayı, hemen
tanıdım. En son ’servis’ yaptığım masaya yakın bir masada oturuyordu.
Gülümseyerek, bir kart uzattı ve "Yarın sabah büroma gel, işin hazır"
dedi. Şaşırdım, sevineyim mi, yoksa dövüneyim mi, bilmiyordum. Meğer,
kürk paltosunun üzerine plaki döktüğüm beye ’ gıcık’ oluyormuş. Rakip
film şirketinde çalışan, ünü Cannes’e kadar ulaşan bir rejisörmüş.
Rekabet için herşeyi gözealırmış.
Ertesi gün, sabah gazetelerinin birinci sayfasında, meşhur rejisörle birlikte resmin çıkmıştı. Müthiş sevindim.
Resmin üzerinde: "Ünlü rejisör, Feyzullah beyin kürkü, bir tabak plakiden ürktü" yazılıydı.
Ünlü
rejisörün resminin altındaki haberde ise, adım, ’ bir komi’ olarak
geçiyordu. Umursamadım bile. Medyaya yansımak, bir anda meşhur olmak,
içimi gıcıklamıştı.
Nihayet, "bir baltaya sap olabilecek", beyaz perdedeki başarım, babamı bile kıskandırabilecekti.
İşte, böyle bir tesadüf sonucu ’Yeşilçam’daki’ yeni işime başladım.
Boyum uzun olduğu için, bana hep "kötü adam" rolü veriyorlardı. Ben ’iyi’ olduğumu biliyordum ya, önemli değildi.
Rejisörümün
’başla’ komutuyla; evi başlarına yıkılan gecekonduzedeleri,
debremzedeleri ve grev yapan işçileri kırıp geçiriyordum. Patronların
aradığı adamdım. Gözüpek bir çete reisiydim. Kötü adam rolünü başarı ile
oynamak, sanıldığından daha kolaymış meğer. Aslında, ‘korkak’
sayılmasam da, kavgacı bir insan değilimdir.
Set
aralarında, yan tarafta çekilen filmleri izliyor; "Çirkin Kralla"
ilişki kurmağa çalışıyordum. Çirkin Kral, yakın hemşerim olur. O
nedenle, bir kaç filminde bana da rol bile verdi. "Kötü adam" rolünü
benimsediğim için, başka bir role ayak uyduramıyordum. O, ’iyi adam’
rolüne girip, bana dayak atıyordu, filmin sonlarına doğru. Çoğu kez,
film çekim yerinde, öğle yemeklerini ’Çirkin Kralla’ birlikte yiyorduk.
Acı biberimizi, domatesimizi, peynirimizi bölüşüyorduk. Ben, ondan bir
kaç yaş büyük olduğum için, o bana ‘Ağabey’ diye hitabediyordu. Her
çirkinin bir güzel yanı vardır. Nur içinde yatsın.
Bir
kaç yıl sonra, yerli ‘Rambolar’ çıktı. Hep kötü adam rolünü oynadığım
için,onlar tarafından acımasızca dövülmeğe başladım. ’Çirkin Kral’
dışında, hep dövmüş, dövülmeğe alışmamıştım. Rambolar meşhurlaştıkca,
medya onlara ön sayfalarını açıyordu. Benim gibi ’Kötü adam’ rolünü
oynayanlar ise, seyicinin gözünden hızla düştü.
Televizyonun
ülke sathına yayılması, her hafta yeni bir televizyon dizisinin yayına
sokulmasına sebep olmuştu. Bilgisayarın sete girmesi ise, bizim gibi
’gerçek’ aktörlerin elenmesine neden oldu. Yeşil Çam, ’kara çama’
dönüşmüştü. On sene evvel, nazlanarak aldığım ‘Kötü Adam’ rollerini,
mumla arar hale gelmiştim. Beyaz perdenen aldığım bir kaç figüranlık,
sigara paramı bile karşılayamadığı için, başka işler aramağa başladım.
Şehir içindeki evin kirasını ödeyemez hale geldik ve dağın tepesindeki
bir gecekonduya taşındık. Mahalleli, kısa sürede beni tanımaz mı!? Eski
filmleri, yeni videolarında izleyenler, kötü adam rolünden ötürü bana
gıcık olmaya başladılar. Gecekondunun delikanlıları, kaç defa yolumu
keserek, ‘ölümle’ tehdit etti. ’Rol icabı, ekmek kapısı’ diye gerekçeler
göstermeme rağmen, kimseyi inandıramadım. Onlar için ben, arazi
mafyasının ‘Rambo’suydum’
Rambo olmadığımı ispatlamak için nice diler döktüm, ne kadar şiir yazdım, şimdi hatırlayamıyorum.
Penceremiz,
atılan taşlarla kırıldığı gece, ailecek durum değerlendirmesi yaptık.
Atlası önüme açmış, gözümü kapatmış ve bir yeri işaretlemiştim. Bizim
küçük yaramaz, atlası çevirince, Almanya’yı göstermeyi planlarken,
Avustralya’yı göstermişim. Yanlışlıkla işaretlediğim bu yere geldiğime
pişman mıyım? Hayır, Avustralya’ya göçtüğümüze pişman değilim. Belki
gönlümce bir iş bulamadım, ama olsun.
Burada,
kem gözlerden uzak, sakin bir yaşam sürüyorduk. Avustralya’ya
gelmeseydim, oğlumu Amerika’larda okutabilme imkanına nasıl sahip
olabilirdim?
Önceleri
iş bulmak kolaydı. Vietnam savaşı bitmek üzereydi. Silah, petrol
ürünleri, araba üreten fabrikalar ’vasıfsız’ işçilere kapılarını ardına
kadar açıyorlardı. Ben, dökümden lastik fabrikasına kadar her iş koluna
imzamı attım.
Fakat, hiçbirinde ’sağlam’ bir dikiş tutturamadim. "Hiç bir baltaya sap olamadim" yani.
Babamın
bu bedduası peşimi bırakmadı. Oysaki, buraya gelmeden evvel, bakla
falına bakan komşu Fadime teyze: "Denizaşırı bir yere gidersen, babanın
bedduası sana ulaşamaz" demişti. İki deniz bir okyanus uçmak işe
yaramamıştı.
Buraya
ilk gelenler çok çekti. Samimi bir dostum, uzman bir doktor olmasına
rağmen, burada ’oyunculuğu, yazarlığı’ seçmişti. Bana, sahneye çıkmam
konusunda epey moral verdi. Kendisi, bu mesleğin okuluna gitmiş, diploma
bile almış.
Ben,
sahne işinde de dikiş tutturamayacağımı biliyordum. Fakat, samimi
dostumu kırmak istemediğim için, bir kaç oyunda rol aldım.
Fazla
dil bilmediğim için, boyumun uzunluğuna göre bana "Ramses’in Mumyası"
türünde roller veriyorlardı. Olsun, sahne havasını solumak, beni eski
’set’ anılarıma döndürüyordu ya!. “Ramses’in mumyasını” canlandırdığım
bir ’Gala’ gecesinde, lahana turşusu ve döneri fazla yediğimden miydi,
nedendir bilmiyorum; sandukaya sıkışıp kaldım. Dışarıya çıkamıyordum.
Oyunun tamamen aksamasına neden olmuştum. Durum, seyircinin pek ilgisini
çekmemişti. Perde kapanır kapanmaz, kızgınlıktan moraran sahne
direktörü ve oyuncuların elinden zor kurtuldum. Ertesi gün, tekrar İş ve
İşçi Bulma Kurumunun yolunu tuttum.
Eşime,
çakırkeyf olduğum bir gece, babamın bana kırk sene evvel söylediği "Sen
bir baltaya sap olamazsın" hikayesini anlatmasaydım keşke. Ne zaman bir
işten atılsam, ‘beceriksizliğimi’ yüzüme vurmanın zevkiyle, ağzını
doldura doldura: ’Beceriksiz herif’ diye bağırmayı adet haline getirmez
mi!?
Ardından:
"Ellisine bastın, herkes dönerci oldu, şoför oldu, iki üç evi var. Ya
sen, kompo yapabilecek cesarete bile sahip değisin. Rahmetli baban
haklıymış, ‘Bir baltaya sap olamadın’ Yazıklar olsun!" diye
söyleniyordu.
Eşim
yerden göre haklı değil miydi.? Onun ne eksiği vardı ki, komşu hacı
efendinin karısından? Diploma dersen var, güzellik desen var, hüner
dersen on parmağında pırlanta yüzük gibi herbiri. Yaptığı yenilir,
diktiği giyilir, büyüttüğü çocuklar sevilirdi.. Ya ben, hiçbir şeyde
dikiş tutturamayacağıma kesin inanmışlığımla, toplumun tortusu haline
gelmemiş miydim? Kumarın her türlüsünü biliyor, ama oynamıyordum,
yeminliydim! İçkinin en alasını gözüm kapalı, bir koklasam bilirim. Ama,
içmiyorum artık. Karı kız? O dalgada bezim yoktu, allaha şükür!
Borca girip, oğlana bilgisayar almıştık. Bana, biraz öğretmişti nasıl çalışır, program nasıl yüklenir, nasıl internete girilir.
O,
Bond bursunu kazanıp Amerika’ya gidince, bilgisayar kızla bana kaldı.
Anası elini sürmüyor: "bilgisayar türü bir dosta ihiyaç duymadığını,
duymayacağını" yüksek perdeden yineleyip duruyordu. Bir zamanlar kumara,
içkiye nasıl müptela olduysam, bilgisayara da aynı yakınlığı duydum;
vucudumun bir parçası haline gelmeğe başladı.
Karım yakınmadan durmuyordu. Uyurken horlayıp, sayıkladığını perdelemede de üstüne yoktur. Ama, ona göre:
"Yatağı
bile bilgisayar yüzünden ayırmışım, artık evliliğin bir tadı kalmamış
mış. Herkeste bilgisayar varmış; ama, onlar para kazanıyorlarmış
bilgisayarlarıyla. Dükkan bile açmışlar. Ya ben, saatlarca, onunla
bununla çene yarıştırıyor muşum, ’chat’ denilen illet yerde. Sabaha
kadar yanan elektirik ve havagazı parasının nasıl zor ödendiğini, yanlız
o biliyormuş. İşsizlik parasıyla geçinmenin ne demek olduğunun farkında
değilmişim.Bilgisayar, benim ikinci karımmış. Kuma ile bir evde, bir
çatı altında yaşayamazmış.."
Bir
gece sabaha karşı, ben, tam da tatlı bir chat’in ortasındayken, çalışma
odasına girip: "Ya ben ya o" diye bağırarak, hucuma geçmez mi! Elindeki
süpürge sapi ile bilgisayarın ekranına vurunca, ekran, bir daha
aydınlanmamak üzere kararıverdi. Tabii, ertesi gün, kapının önüne
konulan çantam ve bilgisayarla birlikte soluğu ‘erkek sığınma’
merkezinde aldım. “Bir kaç hafta sığınabilecekmişim. Ondan sonra,
başımın çaresine bakmak üzere, yine kapı önüne konulacak mışım. ’Acil’
konut sırası için, üç sene kuyrukta bekleyecek mişim.."
Ne
bankada param, ne kasada tahvillerim vardı; ekranı kararmış bir
bilgisayar ve çürük arabamdan başka mal varlığım yoktu. Dönerci veya
bilgisayarcı bir dostum olsa, yakayı kurtarmak, devlete muhtaç olmamak
kolaydı. Hem işsizlikten alır, hem de vergi bile ödemeden işimi yoluna
koyabilirdim. Eve getirdiğim para oranında, değerimin artıp
eksileceğini, çok geç farkettim.
Devlet,
kapısına düşen vatandaşına işkence etmek için kurulmuş bir kurummuş
meğer. Ondan bir istekte bulununca, daha iyi anladım. Aylak aylak
dolaşırken, cami ve kilise kapısında bırakılmış kimsesiz bir çocuk gibi
hissediyordum kendimi.
Evliliğe, ‘bilgisayar’ yüzünden noktaladığımı kime anlatabilirdim; inandırabilir miydim?
Param
gibi, pek dostum da yoktu. ’Hayat üniversitesinden mezun olduğumu’
söyler dururdum. Ne bir derneğe kayıtlıydım; nede camiye, cemevine, spor
klübüne. Nede bir partiye girip çıkıyordum. Anlayacağınız, her ‘vasat’
vatandaş gibi, ben de ‘Ekmek Partisindendim’
Türkiyeye
dönsem, ne ile dönecektim.? Eşe dosta alacak hediye parasını bile
bulmzm imkansızdı. Karşıyaka’daki babamın mezar taşından başka dikili
ağacım, malım mülküm yoktu ki. Paraya mı değer vermemiştim; yoksa para
mı bana değer vermeyip, yanıma yaklaşmamıştı. Hiçbir işte dikiş
tutturamak, suç muydu?
Cüzdanımda
sakladığım üç telefon numarasından ikinciyi seçtim. Bu, medyada
tanınmış eski bir dosta aitti. Sıkıla, ezile büzüle telefon edip,"
Durum, öyleyken böyle oldu, bana bir iş ayarla" dedim. Önce, beni
tanımamazlıktan geldi. Sonra, zoraki bir kahkaha atarak, "Geçmiş olsun"
dedi. İş bulmak yerine, akıl vermeyi yeğledi:
"İnternete gir, şu adrese git, önce kendine bir diploma edin, sonra yanıma gel" dedi. Dalga geçmenin tamda sırasıydı.
"İnternete
nereden gireceğim? Hadi girdim, diplomayı nasıl alacaktım? Allahım!”.
derken, köşedeki kütüphanenin camına yapıştırılmış yazı gözüme ilişti.
Bir solukta içeriye dalıp, yarım saatlığına bilgisayarı kiraldım.
Medyatör eski dostumun verdiği ABD’ki adrese girince, şaşırdım kaldım.
İkiyüz US dolarına herhangi bir üniversiteden diploma alınabiliyordu.
Beşyüz dolar sayarsam, profesörlük ünvanını bile elde edebilecektim.
Yukarıdan aşağıya meslek dallarına bir göz attım. En ucuz olanlarına
tarama yaptım; elli dolar ödersem, serbest gazetecilik diploması ile
sarı basın kartı edinebilecektim. Sevincimden havaya uçtum. Ama, bende
elli dolar ne gezer. Amerikan doları türünden hemde.
Postane
köşesinde, perşembe günleri yere mendil sersem, ne saksafonum var, nede
saksafon çalmayı beceririm ben. Sesim de berbat. Ingilizce, iki şarki
bile ezberleyemedim otuz senelik Avustralya yaşamımda.
Devletten
beş on bin dolar alabilmek için, bir kitap yazsam, kimse okumaz
yazdığımı, rezil rüsva olurum. Hem, kitap yazmak için en az bir sene
disiplinli bir çalışma maratonuna soyunmam gerekti.
Asıl
mesele, yazar olabilmenin uluslararası ‘raconunu’ tutturmak! PEN’e
kayıtlı dayın var mı! Politik, ekonomik bir kuruma, kuruluşa, çeteye
kayıtlı mısın!? Ne gezer! Önce, yazarlar sendikasına üye olacaksın.
Sonra bir çevirmen bulacak, yağ yakip, dil dökeceksin. Parasız bir
kelime bile çevirttirebilir misin? Çevirmen de ekmek yemeyecek mi!?
Roman, hikaye, şiirle karın doyar mı? Sonra, bir yayinevi peşinde
koşacaksın. Kitabına para yatıracak ’akıllı’ bir sermayedar bulman
yetmez ki! Sıradan bir yazar, çizersen, havagazı şirketinde, bordro
yazan yazar olabilirsin belki.Veya, büyük bir şirkete ‘yazar kasa’
Kitabın çıktı diyelim; eleştirmen bulamazsan, bir daha ’nah’ yazar ve
’nah’ satarsın! İnternet çıktı çıkalı, herkes yazar oldu zaten. Hem,
benim öyle uzun boylu beklemeğe tahammülüm kalmadı ki. Yüksek faizle
kredi kartı alsam, doğru dürüst kredim yok. Ama, ’denemekte fayda var’
deyip, bir Amerikan bankasına ait senelik yüzde otuzsekiz faizle para
verilen web sayfasına girdim. Beşyüz dolarlık kredi kartını doldurdum.
Bir hafta sonra, tam da sığınma evinden atılacağım anda, kredi kartım
gelmez mi! Hemen kütüphaneye koşup, nete girdim ve ABD deki diploma
satan adresi tıklayarak, dileçeyi doldurdum. Vesikalık fotografı da
adrese yükleyip, kredi kartımın numarasını da iliştirdim. On dakika
sonra, ekranda "Tebrikler, artık dünyanın heryerinde serbest
çalişabilecek bir muhabirsiniz" ibaresini okuyunca, sevinçten kanatlarım
olsaydı, uçabilirdim belkide.
Diploma görüntüsü ve Sarı Basın kartı, "print" düğmesini tıklar tıklamaz, iki dakika içinde yazıcıdan çıkıp önüme düştü.
"Dikiş tutturamamış mıyım, tuttutmuş muyum, şimdi görürsünüz beni" diyerek, Medyatör eski dostuma koştum.
Eski dostum, sevincime ortak olurcasına, titrek bir tebesüm iliştirdi konuşurken dudak kıvrımlarına:
"Bu
işte, deneyimliler bile zor geçiniyor, sen, henüz bir saatlık
muhabirsin" dedi. Şaşırdığımı, kırıldığımı belli etmemeğe çalışarak,
yayın saatine kadar bana verdiği temennileri dinledim."Yapacağım
haberleri, her hangi bir basın ajansına göderebileceğim gibi, onlara da
gönderebilecek mişim. Haber, yayın kurulunca günün önemine, haberin
içeriğine, piyasanın durumu, etik kurallar gibi bir çok kriterlere göre
değerlendiridikten sonra yayınlanmasına karar verilirse,
yayınlanacakmış. Yayımlanan haberin her kelimesi başına, oniki sent
ücret alacak mışım. İlerde bu ücret, yıllık enflasyon oranına göre
yükselebilecekmiş. Göndereceğim haber yazıları yayımlanmağa değer
görülmezse, bana neden yayımlanmadığı konusunda bir açıklama
yapılmayacakmış."
Eski
dostum, koltuğum altına ’Medya Etiği’ ile ilgili bir broşür sıkıştırıp,
haber yapmak üzere acele stüdyoya doğru yöneldi. Yüzündeki titrek
tebessümü tekrar öne çıkararak, göz kırptı ve: " Email adresimi
biliyorsun, benimle kontağa geç, iyi çalışmalar" demeyi de ihmal etmedi.
Kararsız,
minik FM radyosunun kulaklıklarını geçirip, bütün gün sokaklarda
dolaştım. Her haberi dikkatle dinliyor, küçük defterime, sayfalar dolusu
not tutuyordum.
Erkek
sığınmaevinden çıkarılmış, arabamın arkasında yatıp kalkmağa
başlamıştım. Kokuşmamak için, yüzme havuzlarına gidiyor; sıcak duş
çekip; kirli çamaşırlarımı da yıkayabiliyordum. Saçım ve sakalım epey
uzamış olduğunu, arabamın dikiz aynasına baktığımda farkediyordum.
Haberleri dinledikçe, yeni yeni fikirler dolaşmağa başladı kafamın
içinde. Önceleri, ne günlük bir gazete alıyor, nede haftalık, aylık
dergileri izliyordum. Doktora, dişçiye gittiğim zamanlar, masaya
yayılmış eski dergilere laf olsun, zaman geçsin diye göz attığım
olmuştur. İnternette chat’den başka yerlere pek değer vermiyordum. O
nedenle, her ’normal’ bir vatandaş gibi Avustralya’da ve Dünyada neler
olup bittiğinden pek haberdar değildim. Sarı basın kartını cüzdanıma
yerleştirildim yerleştireli, kulaklıklı radyomdan duyduğum en küçük
haber, beni ayaklandırıyor, huzursuz ediyordu.
Kredi
kartında geri kalan parayla, küçük bir kamera ile mikrafonlu ses kayıt
cihazı satın aldım. Kredi kartına ödeme yapamadığım için, kısa sürede
borcum iki misline çıkmıştı. Bir adresim bile yoktu; beni arayıp
bulsalar, neyimi alacaklardı? O nedenle, "haber yapma" dışında hiçbir
şeye aldırış etmez olmuştum. Her hafta, en az iki kez kütüphaneye
giderek internetten iş takip ediyordum.
İkinci
Irak şavaşı çıktı çıkacak, medya ‘savaşı’ odağına yerleştirmişti.
Birinci Irak savaşının deneyimli tv ve radyo muhabirleri çoktan
Bağdat’ın yolunu tutmuştu. Amerikan ve Avustralya ordusu, şavaşa
askerlerle katılacak muhabirler için kurslar açmıştı.
Gizli
servis mensubu uzmanlarca verilecek kurslara katılmak üzere,
internetteki ilanı okuyarak, uzunca bir form doldurdum. Diplomamın ve
sarı basın kartımın tasdikli birer nüshasını dilekçeme ekleyip,
postaladıktan bir hafta sonra, elektronik posta adresime yanıt geldi.
Yanıtta :
"Tam
teşekküllü bir hastaneden alacağım ’sağlık’ raporuna, mahalli polis
karakolundan ’iyi hal kağıdını’ ekleyip belirtilen adrese
postalayacaktım. Alacağım yanıta göre, kursa katılıp katılamayacağım
belli olacak ve pasaport çıkartma işlemlerine başlayabilecektim."
Kursta verilecek derslerin listesini de göndermişlerdi.
“Yapacağım
haberler, çekeceğim resimler, savaşa birlite katılacağım askeri
birliğin komutanınca denetlenecekmiş. O’nun ’oluru’ olmadan bir cümle
bile yazamayacak, bir kare fotograf bile çekemeyecekmişim.”
Kursa katılmak istesem, giyebileceğim doğru dürüst elbisem, ayakkabım bile yoktu!
Yeni
edindiğim mesleğin icaplarını yerine getirmek için harekete geçtim ve
basın kartım ve ehliyetimle ‘Basın Emekçileri’ sendikasına başvurarak,
bir senelik üyelik aidatımı ödedim. Artık, sendikalı bir basın
emekçisiydim.
Savaş konusu, global gündemi baştan başa işgal ediyor, tedirginliğimi zirveye çıkarıyordu.
Basra Körfezinden çıkartma yapılacağına göre, askeri araçla ve çarpışa çarpışa Bağdat’a kadar nasıl gidilir?
Hadi,
kafayı çalıştırıp, Bağdat’ın düşmesini bekledim Kuveyt sınırında. Orada
yapacağım ’haber’, kanlı canlı olacak mı? Yoksa, bir çadır içinde uzman
bir generalin sunduğu ’brifingi’, kitabına uydurup mu
haberleştireceğim?
Generale, istediğim soruyu sorabilecek miydim? Sorduğum soruya vereceği yanıt, beni tatmin edecek mi?
Daha da ileri gidersem, başıma birşeyler gelelebilr mi?
Başıma bir şeyler gelse, karıma çocuklarıma tazminat ödenir mi? Ödenirse, karım tekrar evlenir mi?
Neler düşünmüştüm, ne kadar heyecanlanmıştım oysaki.
Orta
Doğunun kaderinin İmparator Bush’un iki dudağı arasında olduğu “en
medyatik” anlarda; "sokakta yaşanları" dile getiren bir haber yapsam;
size anlattığım şu ’maval’ kadar değer taşır mıydı?
Irak
sabahının koyu karanlık son demleri. imparatorun gemilerinden
fırlatılan ’akıllı füzelerin’ alevleriyle yırtılırken, savaş tanrıları,
bir kez daha galip gelmek istemenin zevkini tadıyordu. Ellerinde
şampanya kadehleri, avutlarında Hazer havyarıyla ‘savaşı kutsayanlar’,
borsadaki değerlerine değer katmanın hazzını yaşıyorlardı. Medya, altın
çağını yakalamıştı.
Kafamda,
savaşa katılmış, savaşanlarla berabermişim gibi korkunç sesler,
çığlıklar dalgalanıyordu. Aç karnına dolaşırken sokaklarda, hep böyle
bir duygu içimi yalar geçer. Savaş taraftarı, zafere susamış bir ülkenin
sokaklarında aylak aylak geziniyordum, başım öne eğik.
Savaşa
girilmemesi için ne yaptım? Savaş karşıtı bir yürüyüşe bile neden
katılmadım.? Neden, barıştan ve sevgiden yana bir dize şiir bile
yazmadım!? Sorularım, havanda dövülen suyun yerine bile geçmiyor! Yazık!
Yollarda
sabah gazeteleri kaldırımlara fırlatılmış, dalgın bir alıcı bekliyor.
Şehir, dünkü festivalden sarhoş uyanmanın mahmurluğunu, yorgunluğunu,
doymuşluğunu üzerinden atamamıştı.
Gazetelerin arka sayfalarında, ünlü bir sporcunun güzel bir kadınla, gizlice çekildiği belli renkli resmi; sırıtıyorlar!
Ön sayfada, tek kelimelik bir başlık var, sekiz manşete yayılmış : WAR!
Yenilmiş bir ordu komutanı gibi, omuzlarıma gömülü başımı zor çeviriyorum, oyuncak silah satan vitrinlere.
Sinirlerim, taş atmak için gerilmiş sapan lastiği gibi gergin, vınlıyordu diş etlerimde.
Caddeyi süpüren makinalar su değil, kan fışkırtıyor sanki.
Kulaklığımda, yırtıcı bir şahinin keskin sesi, beynimi kemirmeğe aday olduğunu, alenen açıklıyor!
Kaçmalıyım,
herşeyini pazara sunmuş bu şehirden; kaçmalıyım, onurumu teslim
etmeden, alımlı bir ’diberin’ ıtır kokan gölgesine. Uzaklara gittikçe,
içimdeki yitirdiğim ’ben’e yaklaşmalıyım, inmeliyim iliklerime dolan kan
dokuya ve sormalıyım; fiyatın kaça? Kaça gidiyorsun borsasında
insanlığın!? Wall St’de kaç puan öndesin, Tokyo’da, silikon diyarında
kaça gidiyor bir gramlık endamın?
İşlek bir caddeye parkettiğim arabama girdim ve uzun bir uyku nöbeti için hazırlandım, ayaklarımı uzattım ön cama doğru.
Uyumak,
bir türlü kaçıs provasıydı, açken bile başvurduğum. Cama vurulan müthiş
bir darbeyle uyandığımda, akşam olmuştu çoktan. Kasıklarıma vuran
sancıyla, gözlerimi oğuşturdum. Polisti cama vuran. Ehliyet yerine,
yanlışlıkta değil, bilerek sarı basın kartımı uzattım. Yüzüme bakıp,
gülümsedi. Kestiği ceza pusulasını uzatırken "hayırlı akşamlar" demeyi
ihmal etmedi ve motorunu gazladı, gitti. Gelişmiş ülkelerde, ’Savaş’
anlarında, her devlet, bir şevkat maskesi takar belli belirsiz, yüzüne.
Geliştirilmemiş ülkelerde zebaniye dönüşür apoletlilerin gölgesi bile.
Verilen vergilerin nereye aktığı konusunda, kimse soru soramaz. ’Ulusal
birlik’ ruhunun her şeyin tepesine tüy diktiği günlerde; camiler,
kiliseler, sinagoglar, tüm tapınaklar ilgi ve ziyaret odağı haline
gelir. Anıt mezarlar, madalyalı resmi geçitler, rengareng bir alem-i
semaya dönüşür!
Parktaki
tuvalete zar zor koştum. Boş karnına içtiğim su, acaip sesler
çıkarıyordu. Arabama benzin ve gaz doldurup, yüzümü batıya çevirdim.
Nereye gittiğimin önemi yoktu artık.
İki gün sonra, peşine takıldığım uzun bir araba konvoyu ile, çölün ortasında küçük bir kasabaya gelmiş olduğumu farkettim.
Kasabanın girişindeki levhada 1071 yazıyordu.
Belki, benimle birlikte nüfusu 1072’ye çıkacaktı, ne bileyim. Belki ilerde 1073 de olabilirdi, neden olmasın.
Konvoy, etrafı yüksek demir parmaklık ve dikenli tellerle çevrili geniş bir alana geldi, durdu.
İki
dizi demir parmaklıkların karşısında kalan alan, gökkuşağı gibi
rengarenk çadırlarla süslenmişti. Her çadırdan bir iki baş çıkıyor; yeni
gelenleri, bizleri selamlıyordu. İki yanında büyük hoperlörler bulunan
tahta bir platformda ’şölen’ için müzik provaları yapılıyordu.
Altmışsekiz
kuşağına yakın bir zaman diliminde doğduğum için, hemen WoodStock
filmini anımsadım, kendimi yerli ’yuppy’ yerine koyup, etrafa gülücük ve
öpücükler fırlattım. Çölün ortasında, festival düzenlemek kimin aklına
gelirdi?
Ne
gitar, ne saksafon, nede kemanla alışverişim olmuştu. Çocukken,
ilkokulu geçtiğim için babamın aldığı mızıkayı bile doğru dürüst
üfürememiştim.
Arabamı,
üzerinde ’informasyon’ yazan çadırın yayındaki boş yere park edip,
sıcaktan kavrulmamak için dışarıya fırladım. Ayaklarım öylesine
uyuşmuştu ki, çocuklar gibi zıplayarak, dans eder gibi yaparak, etrafı
dikkatle incelemeye başladım.
Çadırlar
arı kovanı gibiydi. Bazı çadırların kapılarının yanında karton üzerine
elle yazılmış ‘Hukuk Bürosu’ ‘İlk yardım’ ‘Çöl Bağımsız Medya’
ibarelerini okuyunca, şaşırmadım değil. Önce, soğuk meşrubat satan bir
karavan buldum ve satın aldığım limonatayı içip serinlemeğe çalıştım.
Sonra da, üzerinde ‘Çöl Bağımsız Medya’ yazılı eski bir karavandan içeri
süzüldüm.
Beni
güler yüzle karşilayan gence, aynı meslekten gelmenin heyecanı ile
basın kartımı gösterdim. Sonra, merakımı yenemeyerek, masa üzerine
dizilmiş dizüstü bilgisayar ve cep telefonları ile ne yaptıklarını
sordum."Son birkaç aydır, her saat, ara haberleri bile kaçırmadığımı,
fakat burada düzenlenecek müzik festivali ile ilgili bir haber
duymadığımı" söyleyince; genç muhabir gülerek: "Burada düzenlenen
toplantının müzik şöleni değil, geniş çaplı bir ’protesto gösterisi’
olacağını söyledi. ’Sığınmacı ve kaçaklarla’ yapacakları söyleşileri,
çekecekleri resimleri, internetteki web sayfalarına yükleyip, dünyaya
yayacaklarmış!.
"İstersem, bilgisayarlarını da kullanarak, bağlı olduğum haber merkezine iletide bulunabilirmişim."
Bunca
yolu boşuna tepmemiştim; yeni mesleğimi icra edebilme firsatını nihayet
yakalayacaktım. Protesto ile ilgili broşürü alıp, kendimi hazırlamak
üzere, arabamın bulunduğu yöne doğru yürümeğe başlamıştım ki, aniden
kopuveren kızgın kum yüklü rüzgar nefesimi kesiverdi. Etraftaki bitki
örtüsü, bir adam boyunu bile geçmeyen cinsten, seyrek ’çalı çırpıdan’
ibaretti. Uzun boylu oluşum, başımı sokacak bir gölge bulmamı da
engelliyordu. Arabanın içinde oturmak imkansızdı. Altmışını geride
bırakmış bir muhabirin işi değildi, çölün ortasında ’muhabirlik’ yapmak!
Kiminle
söyleşi yapacaktım, ne soracaktım? Bir digital kamera ve teypten başka
hiçbir hazırlığım yoktu. Geri mi dönmeliydim.? Adetim değildi geri
dönmek. Hep doğuya uçarak, Avustralyaya geldiğim gibi, doğduğum şehire,
vatandaşı olduğum ülkeye geri dönmemiştim. Hiçbirşey beni geri
saydıramazdı..
Sonra, ’Çöl Bağımsız Medya’ gurubu çalışanlarının yüreklendirici sözleri aklıma geldi.
Yapabildiğim
haberi, söyleşiyi elektronik posta aracılığı ile Medyatör eski dostuma
gönderebilir, ünlü bir gazetede, saygın bir radyoda yayımlanmasını
sağlayabilirdim.
Bu
işin acemisiydim, her zamanki ’beceriksizliğimle’ ağzıma, yüzüme
bulaştırmaktan korkuyordum. Buraya kadar gelmişken, eli boş, çaresiz
geri dönmek mi?
Hava, öylesine kuru ve boğucuydu ki, dilim damağıma yapışıyor, sesim çıkmaz oluyordu.
Ben, böyle düşünerek dolaşırken, müzik sesiyle birlikte herkes toplantı alanına davet edildi.
Her
yaştan, her meslekten gönüllü çalışanlar, mikrofonu alıp, kısa
konuşmalarla toplantıya katılanlara bilgi aktarıyor, onları
coşkulandırıyordu. Rap dansçıların müzikal gösterisi, var olan ’
heyecanı’ doruğa çıkarmıştı. Osmanlı ordusunun ’mehter takımını’
andırıyordu. Protesto gösterisi organizatörü olduğunu tahmin ettiğim
“yuppy” giysili bir bayan, yürüyüş koluna ’başla’ komutu verdi. Elleri
pankart, rengarenk bayrak tutan kalabalık, durgun akan bir nehir gibi
"mapusaneyi" çevrelemek üzere ikiye ayrılarak, yürüyüşe başladı.
Aboriginal ihtiyarları, ellerindeki siyah-kırmızı bayraklarla, şarkılar söyleyerek, en önde yer almışlardı.
Mapusanenin etrafı, iki sıra polis kordonu ile sarılmıştı. Polis şefi, elindeki megafonla göstericilere :
" Dikenli tellere yaklaşmayın! Yüz metreden aşağı yaklaşanın, yasağı dinlemeyenin vay haline!"diye bağırıyordu.
Aynı anda, mapusane bahçesine çıkan sığınmacıların haykırışları duyuldu!
Kalabalık,
"Yasak Bölgeye" geldi dayandı. Müzik sesiyle çoşan gençler polisleri
iterek, ilk gediği açtı. Atlı polislerin öne sürülmesi bir işe
yaramamış, sayıca çok düşük olan güvenlik güçleri geri çekilmek zorunda
kalmıştı. Ön sıralardaki kara-kızıl bayraklı gençler, ellerindeki
pankart sopalarını kullanarak, birinci demir parmaklıklara yüklendiler.
Yüzlerce kişinin itelemesiyle parmaklıklar dayanamayıp, önce esnedi,
sonra garip sesler çıkararak, arkaya doğru boylu boyunca yıkılıverdi.
Birinci
barajı aşan guruptaki kadınların çoğu, dikenli tellere takılarak
yaralanmış, ilk yardım ekibindeki gönüllülerce çadıra taşınıyordu.
İçerdekilerin çığlıkları dışarıdakilerin ’ zafer’ nidalarıyla
birleşiverdi. Tel örgüleri tutan, uzun demir kazıklar gençler tarafından
yerlerinden söküldü; göstericilerle sığınmacıları ayıran dört beş
metrelik kalın galvenizden yapılmış parmaklıkları eğip, gedik açmak için
ustaca kullanıldı. Sığınmacılardan genç ve dinamik olanlar, çoktan
içerdeki keskin tel örgüleri aşmış ve galvenizli barikata
tırmanmışlardı.
"Biz insanız; hayvan değiliz, biz katil değiliz; sığınmacıyız!" diye bağırıyorlar; göstericilere "Teşekkür" ediyorlardı.
Üç
dört polis karavanı, bulunduğum yöne hızla yaklaştı. İçinden, kısa
sakallı, kara gözlüklü ve kara eldivenli polisler çıktı. Boks ve karete
dersi verircesine göstericilere saldırdı ve onları tel örgünün dışına
atmağa çalıştı. Müzik eşliğinde çoşan kalabalık, nehir gibi
dalgalanıyordu. Yüksek demir parmaklıklardan üzerine atlayan sığınmacıya
bağrını acıp, aniden kapanıyordu. Onlarca sığınmacı genç, çocuk,
mapustan kaçmıştı.İçerde, uzun süredir açlık grevinde olup kaçamayacak
denli halsiz olanlar; ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar kalmıştı.
Bir
ara, kendimi itiş kakışın tam ortasında buldum. Nereye gideceğimi
şaşırmış polis cobunu ense köküme yememek için çırpınıyordum. Polis,
yakalayabildiği kaçağı zorla göstericilerin elinden alıp karavana
tıkıyordu. Bazılarının arkasında koşup, boşuna tur attıktan sonra, nefes
nesefe geri dönerken ağızlarından küfürle karışık köpükler
fışkırıyordu. Böyle bir polisin eline geçmek istemezdim doğrusu.
Kaçan
sığınmacılar, çöle düşen yağmur taneleri gibi anında buharlaşıyor,
hangi çadıra, karavana, arabaya girdiği belli olmuyordu.
İri
yarı iki polis, beni sığınmacı sanarak, kucakladıkları gibi, eğilen tel
örgünün gerisine, mapusanenin içine fırlattılar. Kestane çuvalı gibi
yere çakıldım. Uzun süre nefesim kesilmiş, aniden gözüm kararmıştı. Bir
süre sonra belimden sol bacağıma doğru tarifi imkansız bir yanma ve acı
yayıldı. Ayağa kalkamaz oldum. Sürünerek, askeri bir barakayı andıran
ahşap binaya yaklaştım. Cebimdeki fotograf makinası ve mini teybe birşey
olmamıştı allahtan.
İçerdeki
sığınmacılarla söyleşi yapma fırsatı, polis aracılığı ile ayağıma kadar
gelmişti; ama, ayağa kalkabilseydim bir dakikacık olsun. Binanın
gölgesine serilmiş, açlık grevinde olan ağızları dikilmiş sığınmacıların
yataklarına doğru yaklaştım. Boşta olan bir yatağa uzandığımı
anımsıyorum. Göstericilerin bağrışmaları, kulakları çınlatan müzik sesi,
yavaş yavaş silinmeğe başladı.
Yorgunluk ve uyku belimdeki acıya galip gelmiş, uyumuştum.
Tepede
dolaşan polis helikopterlerinin gürültüsüyle uyandığımda, sabah olmak
üzereydi. Kimi göstericiler çadırlarına çekilmiş, kimisi kaçan
sığınmacılarla birlikte ortadan kaybolmuştu. Arabaların parkettiği yerde
rüzgar hortumlaşarak, rengarenk çöpleri kanatlarına takıp göğe
yükseltiyordu. Yorganın içine girmeme rağmen, gecenin soğuğu her
tarafımı kazığa dönüştürmüştü. Belimden ayağıma oradan başparmağıma inen
ağrı, hareket etmemi engelliyordu. Yan tarafta yatan bir sığınmacının
boş midesinden yayılan keskin bir koku burnumu yalayıp geçti. Midemdeki
acı, su burnumdan fışkırırcasına aniden yükseliverdi. Yastıksız yatmağa
alışık değildim. Ülserimin azmasına, dün içmek zorunda kaldığım limonata
mı sebeb olmuştu?
Kulaklıklı mini radyomu açıp, haberleri dinlemeğe başladım:
"Helikopter
ve koku alan köpeklerle yapılan arazi taramasında, kaçak sığınmacıların
çoğu yakalanarak, mapusaneye geri getirilmiş; yirmiye yakın genç
sığınmacının ise henüz izine rastlanılamamıştı.
Göç
işlerinden sorumlu bakan, mapusaneden adam kaçıranları ’gerçek bir
Avustralyalı’ gibi ağırbaşlı davranmamakla suçluyordu. ’Aşırı uçların,
ulusal çıkarlarımızı zedelediğini, bir daha buna müsaade edilmeyeceğini’
bildiriyordu. Bazı göstericilerin "mapusaneden adam kaçırma sucundan
hüküm giymeleri gerektiğini" belirten bakana, başbakan tarafından açık
ve sınırsız destek veriliyor ve başarı dilekleri sunuluyordu."
Bir
yol ayırımına gelmiş gibi hissttim kendimi. Ya burada, sığınmacılar
arasında kalıp, yapacağım canlı söyleşileri dikenli tellerin dışına
taşırma fırsatı kollayacaktım; ya da, içeriye nasıl fırlatılıp
atıldığımı, bütün aleme duyuracaktım. Bu, hükümetin bile düşmesine neden
olabilecek bir fiyaskoydu. Ayrıca, belimde oluşabilecek bir sakatlık,
devletin bana yüklü bir tazminat ödemesine neden olabilirdi. Bana
verilen sendika üyelik kartının arkasında belirtidiğine göre; Basın
emekçileri sendikası, inşaat işçileri sendikasıyla boy ölçüşebilecek
güçlü bir sese sahipti.
Ben,
böyle bir düşünceyle bocalarken, elinde karavana bulunan iki mapusane
görevlisi yattığımız yatakların yanına gelerek, ağzı dikili
sığınmacılara ’çorba içip içmeyeceklerini’ soruyordu. Onlar, halsiz
başlarını havaya kaldırarak "hayır" demek istediler. Sıra bana gelince,
doğrulup uzatılan bir tas çorba ve iki dilim ekmeği aldım. Mapusane çok
kalabalık olduğu için, uzun boyuma rağmen arada kaynayıp gidecektim.
Çorbayı getirenler, beni tanımadığına göre, ’kaçacakları gözetlemekle
şartlandırılan’ gardiyanların içeriye fırlatılıp atılan birisini
ayırtedip tanımaları ise, mantiken olanaksızdı. Şansım yaver giderse,
burada uzun süre kalabilir, bu kargaşada kimsenin dikkatini
çekmeyebilirdim.
Başka
bir yere gidecek halim yoktu! Aradan bir kaç hafta geçmiş ve olaylar,
benim istediğim yönde gelişmişti. Beni, Iraklı altı yaşlarında cin
bakışlı bir oğlan çocuğu tanımıştı. Bana bildiği ingilizcesiyle "Amca
sen sığınmacı değilsin" diyerek, gülüp anasının arkasına saklanmıştı.
Babası, Saddam’ın El Garip cezaevinde işkenceyle öldürülmüş olduğunu
öğrendiğim bu çocuğa büyük bir yakınlık duydum. Torumun gibi sevmeğe
başladım. Çayımı şekersiz içiyor, kesme şekerleri onun için saklıyordum.
Bir süre sonra, belimdeki sızılar dinmeğe başladı ve ben mapusaneyi dolaşıp bilgi edinmeyi sürdürebildim.
Digital kamera ile çektiğim "sığınmacılara" ait resimleri, Medyatör eski dostuma nasıl ulaştıracaktım?
İngilizce
dersane olarak kullanılan ahşap salondaki büronun bilgisayarı bu iş
için biçilmiş kaftandı. Mapusane görevlilerine göre, ’ingilizce bile
bilmeyen sığınmacılar, bilgisayara kullanacak bilgiye de sahip
olamazlardı’. O nedenle, bilgisayarın bulunduğu büronun kapısını
kilitleme gereği duymamışlardı. Irak’lı, Afgan’lı ve İran’lı
sığınmacılardan bazıları, bilgisayar konusunda benden daha çok
deneyimliydiler. Her türlü ani baskın ve yoklamaları da hesaplayarak,
aramızda görev bölümü yaptık. İranlı sığınmacı arkadaşla Farça -Türkçe
karışımı bir dille anlaşabiliyordum. O da diğer arkadaşların
konuşmalarını çeviriyordu.
Gizlilikle
sürdürdüğmüz çalışmalar meyvesini verdi. Bir gece, sabaha kadar
topladığımız döküman ve resimleri, internete girerek Medyatör eski
dostuma ve Çöl Bağımsız Medya gurubuna ulaştırdık.
Avustralya’nın
"Sing Sing’ mapusanesi olarak bilinen bu uğursuz yerden sızdırdığımız
resimler, medyanın eline geçince, ’kızılca kıyamet’ kopmuştu. Dünyanın
belli başlı insan hakları kuruluşları Avustralya hükümetini şiddetle
protesto ediyordu. Muhalefet temsicileri, Göç işleri ve Adalet
bakanlarının kellelerini isteyerek, bağımsızların desteği ile ayakta
durabilen hükümeti sallamağa başlamışlardı.
ABD
nin ısrarına dayanamayarak, ikinci Irak savaşına gemiler dolusu asker
gönderen hükümet; bir kez de, sığınmacılara yapılan insanlık dışı
hareketin ifşa edilmesiyle tamamen köşeye sıkışmış, borsa birden allak
bullak oluvermişti.
Medyatör
eski dostum ise, ünlü bir haber ajansının müdürlüğüne terfi ettirilmiş,
uluslarası medya kuruluşlarından yüksek ücretli teklifler almıştı.
Avustralya’nın Silvio Berlusconi’si olmayıplanlıyordu! Hergün elektronik
postama en az on “rica ve teşekkür” mektubu yollayarak, elime
geçirebileceğim tüm belge ve fotografları iletmemi istiyordu.
Senin ’haber’ yapmana gerek yok, yalnız ’görsel belge’ gönder" diyordu.
Gönderdiğim
haberlerin her kelimesi için yirmi sent, her fotograf içinse on dolar
alacaktım. Medyatör eski dostum, biriken paralarımı kendi açtığı bir
hesapta saklayacağını, güvenmem gerektiğini ısrarla belirtiyordu.
Hesapladığıma göre, bir yıl içinde tam ikiyüzelli dolarlık bir haber
yapmıştım. Burada on sene kalacak olursam; çıktığımda, elime en az üç
bin dolar geçecekti. Üç bin dolarla, on sene sonra ne alabilirdim?
Hesapladıkça, mutluluktan uyku uyuyamaz hale gelmiştim.
Her
hafta yeni bir sığınmacı kafilesi geliyordu. Hükümet ’Yuvaya Dönüş’
kampanyası başlatmış, bazı sığınmacılar bu vaatlere kanarak, vize
işlemlerinden vazgeçip, ülkelerine geri dönmüşlerdi. Mapusane, başka bir
’özel’ şirkete devredilmiş; yeni müdür ve atanan gardiyanlar dışında,
yaşam şartlarında gözle görünür bir değişiklik olmamıştı. Dik kafalı,
söz dinlemeyen sığınmacılar için, ‘yeni sorgulama odaları ve hücreler’
inşaa edilmişti. Günde, en az on intihar girişimi, yaralama, taciz olayı
oluyordu. ’Tarafsız’ psikologların raporları, gerçekleri yansıtmaktan
oldukça uzaktı. Cezaevinde çalışan kadın hastabakıcılar, sık sık
değiştiriliyor; bağımsız medya kuruluşlarının onlarla söyleşi yapması
engelleniyordu.
İçerden
sızdırdığım haberler, artık medyatik bulunmamaktaydı. Göç İşleri ve
’Tutukevlerinden’ sorumlu bakan, istifa ettirileceğine, Adalet bakanlığı
koltuğuna oturtulmuştu.
İkinci Körfez savaşı bitmiş, üçüncüsünün hazırlıkları medyayı ilgilendirir hale gelmişti.
Medyatör
eski dostum; "İstersen, seni oradan kaçıralım. Irak’a El Garip
mapusanesine, yada Kuba’daki Kuantanamo Bay’a gönderelim" diye
elektronik mektup göndermişti. Oradan gönderebileceğim resim ve
haberlerin değeri Woomera’dakinin tam beş katı üzerinden ödenecekmiş.
"Bu
iş nasıl olacak?" diye sorduğumda :" Basit, sen Woomera’da zaten
kayıtlı değilsin, dışarıya adımını atar atmaz, cebindeki kimliğini
polise göster, gerisi biz medyatörlerin işine kalmış. Seni, Talaban veya
El Sadr yanlısı bir ’terörist’ olarak kamuoyuna yansıtırız. Hemen,
soluğu ya Guantanamo Bay, ya da El Garip mapusanesinde alırsın. Sorgusuz
sualsiz, en az iki yıl içerde kalırsın. Oralardan sızdıracağın resimli
bilgiler, hem sana hem bana yeter, artar bile" diye yanıtlamıştı
mektubumu.
Sağolsun, beni çok sever, düşünür. Medyatik bir medya mensubu olacağıma, medyatik bir "terörist" olacaktım, o kadar.
Bu parlak fikire, benden başka kimler yatırım yapabilirdi?
Minik radyo kulaklığını takıp, haberleri dinlerken, bir yandan da bu işi nasıl kotaracağımı düşünmeğe başladım.
Haberlerde:
"Amerikalı
askeri polis ve gardiyanların, istihbarattan verilen emirler
doğrultusunda, Iraklı savaş esirlerine uyguladıkları işkence
fotografları medyaya yansıtılmış."
Medyatör
eski dostum ve ben, bu konuda acele hareket edemeden hazırlıksız
yakalanmış, parsayı ABD ve İngiliz medyasına kaptırmıştık..
"Altı
ay evvel, Iraklı savaş esirlerine uygulanan işkencelere ait görsel
belgeler, başkanlık seçimine ramak kala, kasıtlı olarak piyasaya
sürülüvermiş.
Emin
kaynaklardan edinilen bilgilere göre: Pentagon, psikologlara ve
avukatlara danışarak işkencelerle ilgili fotograf ve video kayıtlarını
medyaya sızdırmış. Bunda, ‘zamanlama’ çok önemliymiş. Amerikada
yüzmilyonlar, uzun süredir Başkan Regan’ın yakalandığı bir tür ’bunama’
hastalığından muzdaripmiş. İşkenceleri yansıtan, resim ve videonun
izleri, altı aydan daha evvel hafızalardan silinip gidecek ve Bush’un
tekrar başkan seçilmesine olanacak sağlanacakmış."
Artık, El Garip mapusanesine gitmek bir işe yaramayacak; Guantanmo Bay’a mı gitsem aceba?
F tipi bir cezaevine veya Long Bay’a gitsem, ne yazar?
Bir türlü karar veremedim. Benim yerimde siz olsaydınız nereye giderdiniz.?
Woomera’daki
’Özel’ şirkete ait gardiyanların zamansız ve sebepsiz arama tarama
yapmaları, istediklerini sorguya çekme alışkanlıkları doruğuna
erişmişti. Sorgu, başlıbaşına işkence demekti. Yeni bir ’açlık grevi’
dalgası etrafi sardı. Oniki delikanli, dudaklarını dikerek, kendilerini
yavaş ve acılı bir ölüme terketti. Bağrışmalar, inlemeler, çocukların
kadınların ağlamaları kimsenin umurunda değildi. Dışarıya sızdırmayı
sürdürdüğümüz resimler, bir kaç ’duyarlı’ kuruluşun dışında kimsenin
ilgisini çekmemeğe başlamıştı. Dünya, El Garip’de çekilen işkence
resimlerine, videolarına takmıştı gözlerini. Filistinde, İsrail
tanklarının yıktığı yüzlerce eve bakan bile olmuyordu. Televizyon,
beşinci kuvvet olarak medyanın tepesine tünemiş, ’aptallaştırma’
eylemini sürdürüyordu.
Radyolar bile, El Garip’le yatıp kalkmağa başlamıştı.
Sıcağın
gölgede kırkbeş dereceyi aştığı bir öğle üzeriydi. Hiç bir şey duymamak
arzusuyla, çok sevdiğim kulaklıklı radyomun üzerinde tepinmeğe
başladım. Sonra, Hazerli sığınmacı arkadaşımın yanına koştum. O’ndan
iğne ve sağlamca bir tomar ip alıp, banyoda aynanın karşısında kepçe
gibi büyük olan kulaklarımı şakaklarıma doğru kıvırıp, diktim. İğnenin
girdiği yerden sızan kan, iki taraftan süzülüyordu. Kulağımın içi
dolmuştu, duyamıyordum artık! Oh ne güzel.. Yatağımı, ’açlık grevi’
yapan arkadaşlarımın yanına sürükleyerek, üzerine uzandım. Kulağımın
içinde, kuyuya düşen okkalı bir taşın sesi gibi, donuk bir ses
yankılanıyordu. Her zamanki gibi, uyuyarak acıyı yenmeyi denedim.
Açlık grevine katılmam imkansızdı. İki gün bile dayanamazdım! Duymamak, ne güzel bir ’duygusuzlukmuş’ meğer!
Yüzümde,
yumuşak minik bir şeyin gezindiğini farkederek uyandım. İrlanda’lı
hemşire, yüzümdeki kan pıhtılarını temizliyordu. Suratımın iki yanı
şişmişti. İğneyi temizlemeyi unutmuştum. Gülümsüyordu. Güven saçan mavi
gözlerine daldım. Uzun zamandır bir kadın eli gezinmemişti yüzümde.
Garip bir duygu okşadı yüreğimi. Anamı anımsadım, onun elinin sıcaklığı
vurdu yüzüme. Utanma duygusu tepreşti belirli belirsiz, kızarmış olmalı
yüzüm. Kolumdan bir iğne yaptı, iki kutu ilaç koydu başucuma. Namzımı
saydı. Tansiyonuma baktı. ’Kendine iyi bak, yarın görüşmek üzere’ deyip
uzaklaştı.
Kanatsız bir melek gibidir, tüm hasta bakıcılar bu ülkede. Sırtlarında taşırlar, yorulmadan koca hastaneleri.
İnsan olduğunu anımsatırlar, en zayıf anında yaratılana.
Aradan
bir hafta geçti, uluslarası kızılhaç ve diğer insan hakları
kuruluşlarının temsilcileri olduğunu tahmin ettiğim, göğsü rozetli
kadınlı erkekli bir gurup mapusaneyi ziyarete geldi. Açlık grevinde
olanlarla benim resmimi çektiler ve gittiler.
Bir
hafta sonra, ani bir kararla cezaevi boşaltılmağa başladı. Bir akşam
üzeri, herkesi dışarıdaki spor alanında topladılar. Ellerindeki listeden
okudukları rakama karşıt düşen bir sığınmacı yerinden fırlıyordu.
Numarası okunan sığınmacının bilekleri plastik kelepçelerle
kilitlendikten sonra cezaevinine ait otobüse bindiriliyordu. Etrafı
çelik yelekli ve kalkanlı polis kordon altına almıştı. Dışarıda ise,
Aboriginal ihtiyarlarından oluşan küçük bir ’protestocu’ gurup vardı.
Ellerindeki tahtalara vurarak, acılı sesler çıkarıyor; ağır adımlarla
güneşi takip ediyorlardı.
İranlı sığınmacı dostumun numarası da okunmuştu 1074! Kelepçeli ellerini kaldırarak, benimle vedalaştı.
Mapusanede tek başıma kalsam da, Woomera’ yı terkedemeyeceğimi yalnız O biliyordu..
Daha evvel planladığım gibi, hemen çamaşırhanenin arkasında yağmur sularını toplamaya yarayan boş tankı tırmandım.
Kuyuya düşmüş, sağır bir kurbağa gibi hissediyordum kendimi. Uyumakla yenecektim ayrılık sancılarımı.
Güneşin
ışıkları, içinde bulunduğum galvaniz su tankı üzerinden haleler çizip,
gözüme yansıyarak uyandırmıştı beni. Demir merdivenleri tırmanarak,
tankın tepesine ulaşıp, etrafa bakındım. Mapusanenin etrafı, askeri
araçlar, toplar, eski tanklar, uçaklarla çevrilmişti. Her biri, acele
bırakılmış gibi, rastgele serpiştirilmişti sanki.
Bahçeye
yayılmış, otlanan öküz, at, katır, devekuşu ve koyun dışında bir kimse
göremedim, şaşırdım. Gardiyan kulesinin içinde de kimse yoktu. Cezaevi
terkedilmiş bir görünümdeydi. Bir süre daha etrafa bakındıktan sonra,
yavaş yavaş aşağıya inerek, yemekhaneye girdim. Salonda herşey, dün
bırakıldığı gibi yerli yerindeydi. Acıkmıştım. Buzdolabında bulabildiğim
yiyecekleri masaya serip, alışkanlıkla televizyonu açtım. Woomera
hakkında herhangi bir habere rastlayacağımı umuyordum.
Kulaklarım tıkalı olsada, duyamasamda, vucut dilini anlamakda üstüme yoktur!
Aboriginal ihtiyarın bir sözünü hep anımsarım: ’Dil, şarkı söylemek üzere yaratmıştır. Konuşmak için değil’
Ulusal Televizyon kanalı, maliye bakanını gösteriyordu.
Sırıtmasındaki
samimiyesizliği açığa çıkacakmış gibi tedirgin yüzle, elindeki
grafikleri gösterip, yeni bütçeyi satmağa çalışıyordu. Bu sene de,
’pastanın’ en büyük dilimini askeriye indirecekti gövdeye! Kulaklarım
duymasa da, bir sene evvelki söylevini anımsayarak, şimdi neler
konuşabileceğini tahmin edebiliyordum.
Yeni
inşa edilecek ‘Gözetim’ merkezlerine yüzkırkiki milyon dolar
ayrılmıştı. ‘Refugee Detention Centre’lerin en büyüğü, müslüman
göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı ‘Brody’ Hume Belediye sınırları içinde
yapılacaktı.
"Her çocuk doğurana" verilecek mükafatı, ballandıra ballandıra anlatmasını yarıda keserek, başka bir kanala geçtim.
Bu
kanal, Danimarka kraliçesi olacak olan Tasmanyalı genç kızın hikayesi
anlatılıyordu. Başbakanın başı, yaklaşan seçim derdine takılıydı. O
nedenle, çağrılı olmasına rağmen düğün merasimine katılamamış mış. O’nun
yerine Danimarkaya giden, eski Göç işleri bakanını ekranda görmek
iştahımı kesmişti. Hemen kanal değiştirdim.
Eurovizyon
Müzik yarışmasını naklen veren kanalda, ülkemin tarihi güzelliklerini
görmek, bana yaşamakta olduğumu anımsattı. Ülkemdeyken, çok yakınımda
olmasına rağmen gidemediğim yerler, şerit gibi gözümin önünde
canlanıverdi.
Ben, orada ve burada yaşamış mıydım? Yaşam, benimle dalgasını mı geçmişti!? Bilmiyorum.
Ekonominin olduğu kadar, Eurovizyonun ortak dilinin de ingilizce olmasına şaşırmadım!
Bu ülkede doğmamış olmama hayıfladım, o kadar! ’
Euro-v-izyon
logosu tartışılıyordu. Logodaki, kalp şekline dönüştürülmüş ’V’
harfinin içerisindeki ’Türk bayrağını’ kim silmişti? Yoksa silinmemiş
miydi? ’Irkçılık’ mı yapılmıştı ? Logo olayını, jurnallayana ne mükafaat
verilmişti?
Büyük
tartışmalara neden olan ’bayrak’ olayı, Türk Hükümetince Birleşmiş
Milletler Adalet Komisyonuna götürülmüş. Türk Hükümeti, konsolosluk
aracılığı ile Avustralya hükümetine ’ayağını denk al, yoksa’ diye ’nota’
vermiş. Nota, Kraliyet Senfoni Orkestrası şefince incelemeye alınmış. "
diye süren haberi yarıda kestim. Ukrayna’nın yarışma birincisi
seçilmesine sevinmeğe bile çekindim. Başka kanala geçtim.
En
çok reklam aldığı bilinen kanal, ’Bir haftada, elli kilo zayıflama
taktiklerini’ diyet uzmanı bir hanım aracılığı ile seyircisine
aktarıyordu. Göbeklerindeki yağları, emme basma tulumbalarla
aldıranların acıklı hallerini görüp, iştahımı kaçırmadan kanal
değiştirdim.
Çevirdiğim kanal ’kayıplarını’ arayanlarla yapılan söyleşileri yansıtıyordu.
"Evine
dön yavrucağım, karıcığım, babacığım" diye yalvaranların görüntüleri
ilgimi çekmişti. Kayıplarını arayanların katıldığı oturumu deneyimli bir
bayan yönetiyordu.
Bu tür programlar, ’faili bellileri’ bulmak üzere, ülkemde de düzenleniyor mu aceba?
Aniden ekrana gelen bir resim, bana hiç de yabancı değildi. Aa adamın kepçe kulağına bak! derken.
Pasaport çıkartmak için çektirdiğim vesikalık resimi anımsayıverdim.
Yeniden medyatik oluvermiştim. Sevinçten neler haykırdığımı duyamıyordum.!
Kamera, eşimi yansıtıyordu ekrana..Çok heyecanlı görünüyordu, sesi her zamanki gibi ağlamaklı olmalıydı.
Türkçe konuştuğu için, alt yazılar devreye girmişti.
"Canım kocacığım, evden kaçalı kaç sene oldu bilmiyorum. Ama, seni çok özledik!
"Irak savaşına, Avustralyalı askerlerle birlikte ’röportaj’ yapmak için “muhabir” olarak gitti" dediler, inanmadım.
Uçağa binmekten, gemiyle bile seyahat etmekten korktuğunu yalnız ben biliyordum.
"Avustralya dışına bir adım atamaz" dedim, inanmadılar!
Bana kanlı bir gömlek, künye ile bir madalya getirdiler.
"Senin, şehit olduğunu" söylediler. "Tazminat ödeyecegiz" dediler!
O, horoz bile kesemez. Dedim, inanmadılar.
"Çocukken, kesmeğe götürdüğü tavuğu bile elinden kaçırmış" dedim, kanmadılar!
’Savaşa,
hele hele Irak’a gidemez korkağın, ödleğin tekidir. Benimle bile kavga
edemez, kaçardı" dedim! "Ulusal sembolümüze hakaret ediyorsun, dilini
tut" dediler.
Bana, El Garip Cezaevinden çekip medyaya yansıttığın resimleri gösterdiler! Bu sefer, ben inanmadım!
’O, çok mahçup bir insandır, çıplak ’kazın ayağını’ bile çekemez dedim! "Hadi sende!" dediler!
Sen gittin gideli, bende de ’chat’ hastalığı başladı. Günde, en az beş saat internette chat yapıyorum. Kimlerle tanışmadım ki!
Tavla bile öğrendim, santranç bile oynuyorum artık.!
Meğer, çok zevkli oluyormuş! Sana, nasıl hak veriyorum şimdi, bir bilsen!
Biliyorum, hissediyorum ve inanıyorum ki, sen Avustralya’dasın ve yaşıyorsun!
Sana bir daha: ’Beceriksiz, pısırık, bir baltaya sap olamadın, dikiş tutturamadın" diye kızıp, bağırmayacağım; söz veriyorum!
Ölü
yüzümü öp, bir haber yolla, internetle hiç olmazsa. Elektronik posta
adresini biliyorsun, hatırana duyduğum saygıdan, değiştirmedim.
Senin için, bir küp koruklu lahana turşusu kurdum; Mart kırağısı vurmadan gel!
Kapım sana her zaman açık, kırmadan gir içeri!
Selim, seni çok seviyorum sevgilim. Gön geri!!!"
Turşuyu al, başına çal! Tazminatı al, kına yak! Geriye dönmeyeceğimi bal gibi biliyor, numara yapıyor haspa!
Midem allak bullak olmuştu, turşuyu okuyunca ekranda!
Iyi ki, kulaklarımı dikmişim! Senelerce, cırlak sesine nasıl sabrettim, şaşarım!?
Hemen, mahalli kanalı çevirdim.
’Woomera Test Yayınları’ ibaresi çıkmıştı karşıma! Askeri bando, resmi geçit töreni, madalyalar!
Yine, ANZAK’ları gösterecekler. Yine “ Gelibolu Mavalları”, Yine, arşivden manzaralar.
’Mahalli televizyona kim bakar’ deyip, koyuyorlar eski bir teyp! Al sana bir işkence türü daha!
Aynı, ’bizim radyo’ gibi.
Anzak tatili geçeli bir ay oluyor!
Bu generaller, savaş araçları, uçaklar, bombalar, toplar, tüfekler! Avustralya, yüz senedir savaştan bıkmadı mı?
Bizim gibi ’asker’ doğmuş bir millet vesselam!
Aa!
eski film değil bu. Bizim mapusaneyi gösteriyor. Woomera kasabasını
gösteriyor. Ama, in yok cin yok. Sanki, kasabalılar toptan Güney
Avustralya sahillerine inmiş gibi. Yaz da değil ki. Neler oluyor,
buradalarda.? O adam kim? Aynı bana benziyor! Yaahu! bu adam ben değil
miyim.? Aa, teleziyonun üzerindeki kamerayı yeni gördüm.. El sallayayım
bari! Hayret doğrusu, Woomera’nın her tarafına kamera yerleştirilir mi?
Kimi, neden gözetliyorlar öyle?
Trafik kameralarına benzerse, o zaman, bak sen işe!
Beni gördüler mi aceba? Mutlaka görmüş olmalilar! El sallıyorum ! Görünmüyor, dur bakalım şimdi ne olacak!
Yine, ’akıllı bir bomba’ göstermeğe başladılar! Nereye atacaklar aceba?
Japonya’nın ensesinde boza pişirenlerden korkulur!?
Aa!! bombanın üzerindeki yazıya bak ! “Hüsame’yi İninden Çıkar da Gel” Afganistan’a atacaklar galiba!
Altında da ‘ BB Nuke’ yazılı.
Şimdi de, bir general konuşuyor kürsüde. Alt yazilara bakılırsa İrlanda’lı olmalı!
Aa!, bu kedi de nereden geldi, nasıl da zıplayıverdi masanın üstüne?
Ne güzel tüyleri var, kül rengi. Siyam kedisine benziyor.
Hep, bir kedim olsun istemiştim.
Bizimki:
’tüyleri allerji yapiyor’ diye müsaade etmemişti. Kızınca, beni kediye
benzetir: ’nankör kedi’ diye bağırırdı.. Acıkmış galiba. Gel pisi pisi,
hadi iç bakalım! Sütten başka birşey bulabilsem verirdim.! Çok da zayıf
yazık!
Gel
şöyle koynuma! Ne güzel de mırıldıyorsun sen öyle! Neden, dikkatli
bakıyorsun yüzüme? Uzun zamandır kimseyle konuşmadım. Sesimin tonunu
ayarlıyamadımherhalde. Bağırıyor muyum blmem ki!
Senin adını ’küllü’ koysam, alınır mısın? Minik Küllü!
Anlat bana kendini, nerede doğdun, anan baban kim; kaç kardeşsiniz?
Ne oldu birden öyle? Woomera Test yayınları ibaresi titremeğe başladı!
O kocaman, bomba yüklü uçak da nereye uçuyor acaba?
’Elveda Woomera’ yazısı çıktı ekrana! Televizyoncular, başka bir yere mi taşınıyor aceba!?
Nede iyi ederler ama ! Yaptıkları yayın bir şeye benzemiyordu zaten!
Elveda Woomera! Elveda! Yürüüüü! gidersin, Niğdeye kadar!!!
Aa! ne oluyor öyle !?
Etraf aniden kararıverdi!
Fırtına mı gelecek yoksa!
Hiç böyle şimşek çakmamıştı!
Bu, ne biçim gök gürültüsü!?
Küllü, korkma, gel kaçma gülüm, sarıl bana! Sımsıkı!
***
Aaa!!! Kulaklarım açılıverdi birden.!
Yine dikiş tutturamadim, hiç tutturamayacağım bu gidişle!
Aaa baba! sen misin?
Tanıyamadım, kusura bakma! Ama, sen, hiç unutmadım! Her zaman benimleydin.
Bembeyaz giysilerin içinde daha bir güzelsin! Hep kahverengi giyerdin!
Öbür dünyada ’dikiş tutturamadım’, haklıymışsın baba!
İnşaallah, senin dünyanda atacağım dikiş tutar da, başka dünyalara seyahat etmek zorunda kalmam baba!
Bu kedi mi? Benim. Adı Küllü! Kül de yeter, hemen gelir! Küllü, hadi çekinme, git babamın koynuna!
………………………………….
Volkan Kemal
Mayıs 2007