Öykü
Beni
anlamak için kendisini hiç zorlamadı. Herhangi bir uyarımı ‘yakınma’
olarak niteledi, alay konusu haline getirdi; kulaklarını tıkadı; konuyu
değiştirdi. Ona en çok ihtiyaç duyabileceğim anda yanımda olmadı.
Dışarıda, ‘mutlu’ aile tablosu çizmeyi ihmal etmiyordu. İkiyüzlü
davranmayı sürdürdü. Yirmi sene, silik bir gölge gibi yaşadım peşisıra.
Hiçbir değer taşımıyordu görüşlerim, beğenilerim, arzularım. Herşey,
onun istemleri doğrultusunda yerine getiriliyordu. Kendime bir iç
çamaşır bile alamıyordum. Rengine kadar karışıyordu.
Narçiçeğini ne kadar severdim kızken!
Artık,
kırmızıya kaçan her renge gıcık oluyorum. Onun beğenmediği, benim
kokusuna hasret kaldığım yemekleri bile pişiremiyordum. Kemikli mercümek
çorbasına hasret kaldım. Eve, sucuk, pastırma, turşu, helva girmiyordu.
Midesi kokuyu kaldıramıyormuş. Ülseri tepreşiyormuş. Her çarşı çıkışı
sonrası, kavga ederek dönüyorduk eve. O, araba sürerken ses çıkarmamamız
gerekiyordu. Onun istediği yemeklikleri almalıydım önce. Pırasa,
lahana, bamya, biber dolması, yaprak sarması, börek yemekten bıkmıştı
çocuklar. Kıymalı makarna, mantar yemek yasaktı. Hamsiye hasret
kalmıştım. Bayramlarda iki tepsi baklava yapıyordum. Bir tepsi baklavayı
üç günde temizliyordu. Sonra midesi üzerine kalınca bir yastığı
bastırıp, sızıp gidiyordu.
İşten
gelince, duj bile almadan misafir odasına, televizyonun karşısına
yayılıyor, bir elinde birası tüm kül tabaklarını kirletletmekten sadisce
zevk alıyordu. İzmarit bastırılmış kül tabaklarını oğmak için mi
dünyaya gelmiştim!?
“Bütün gün oturuyorsun, telefonda arkadaşlarınla dedikodudan fırsat bulup, bir kaç kül tablası oğdunsa ne olmuş sanki ?
Halime
baksana, fabrikanın tüm pis işlerini omuzuma yüklemişler gık bile
diyemiyorum. Ekmek parası kazanmak kolay mı hanımefendi!?”
diyerek azarlanmakta cabasıydı. Evde çalışıp didinmemin mükafaatını görüyordum. Bu ülkeye geldiğim senesi hamile kalmamalıydım. Bütçe açığını kapamak için çalışan arkadaşların çocuklarına bakmamalıydım.
Bir gün olsun çocuk altı temizlemedi. “Ortalığı bok götürüyor” diye bağırıp, misafir odasına kaçtı hep.
Türkiye’de,
o’nu henüz tanımadan evvel içkiden nefret ediyordum. O, içkiye öylesine
düşkündü ki; masa arkadaşı olmam için öylesine ısrar etti ki; ‘belki
bir gün vazgeçirebilirim’ düşüncesiyle, ben de içkiye başladım. Rakının
kokusuna tahammül edemediğimi bildiği için, bana votka alıyordu. Bu
alışkanlık buraya geldikten sonra da sürdü. Biradan nefret ediyordu. Her
akşam ‘çilingir sofrasını’ hazırlamaktan bıkmıştım. Evde içmesine razı
olmak zorundaydım. Dışarıda içmesi, yamalı bohçaya dönüşen bütçemizin
eski bir çarık gibi dikiş tutamaz hale gelmesine neden olabilirdi.
İçtikçe neşeleniyor, neşelendikçe benimde neşelenmem, gülmem gerektiği
konusunda uzun vaazlar veriyordu. İçki ile gelen neşe, içki ayarının
kaçırılmasıyla bir daha geri dönmemek üzere bir bilinmeyen yere
gidiyordu. Aybaşıları kulüp, ay sonuna doğru yeni rakı içiyordu. İkimiz
çalıştığımız halde, içki ve sigaranın açtığı bütçe açığını
kapatamıyorduk. Sigara dumanından boğulacakmış gibi olan ben, bir iki
tane tüttürünce bir şey olmaz derken, sigaraya da başladım. O, seneler
sonra ülser olup, içki ve sigarayı boşlamasına rağmen, ben ikisini de
bırakamadım. Astım krizleri sonrası bile sigara tütürmeyi sürdürdüm. Ne
zaman ki kalbim sıkışmaya başladı, en yakın dostumu sigarayı bırakmak
zorunda kaldım. Belki de bırakmakta gecikmiştim. Sigara tutkusu, bir
alev gibi her öksürüşte dudaklarıma kadar gelip dayanıyor. Tekrar
başlamak korkusu var içimde. Onu da bırakırken yine zorlandım. Sigara
tiryakiliğine benziyordu evliliğimiz. Alışkanlık haline gelmişti; mutad,
monoton. ‘Böyle gelmiş, böyle gitmez’ demeyi öğretmemişlerdi. Öğrensem bile hep lafta kalmıştı.
O kötü alışkanlıklarımı peşine takıp götürünceye kadar neler çektim bilemezsiniz.
Yalnızım ama, özgürüm. Onun gölgesi altında kişiliksiz yaşamaktansa, kendi yalnızlığımın ağırlığıyla ezilirim daha iyi.
Zamanla
bilim o kadar ilerleyecek ki, erkeğe gereksinim tamamen ortadan
kalkacak. Buna inanıyorum.Artık ‘inanıyorum’ diyebiliyorum, rahatça.
O’nun birlikteyken hep ‘düşünüyorum’ dememi isterdi. Dinsel inanca
karşıydı. Ama, kendisi yobazca politik inanca kapılmış, farkında değidi.
‘Düşünüyorum’ la noktaladığı cümlelerinin altında ‘kızıl’ bir inanç
yatıyordu. Solculuğu teoriden ezberlediği bir dizi sözcükten ibaretti.
Altmışsekiz kuşağından geldiğini gerinerek belirtmekten zevk alırdı.
Önceleri, erkeklerden nefret ettiğim izlenimi bırakacak bir söz ve
harekette bulunmaktan sakınırdım. ‘Feminist’ damgası yememek için çaba
sarfederdim. Feminizin ne ifade ettiğini bilmeyenlerin, ağız
alışkanlıklarına muhatap olmaktan çekinmenin ne boş bir korku olduğunu
yeni yeni anlayabiliyorum.
‘Sosyalist
Feminizm’ konusunda Clara ve Rosa’nın örnek alınmasını istiyordu. Ama,
ne Rosa’yı ne de Clara Zetkin’i okuyup tanıyabilmişti. Bebel’in ‘Kadın
ve Sosyalizm’ adlı yapıtını benden sonra okumuştu. Ama, yoldan mal
bulmuş bezirgan bir tüccar gibi ‘Al oku bak neler yazmış, yüz sene
evvelini deği sanki bugünü anlatmış’ diyerek burnuma dayıyor. Aynı
şeyleri sakız haline getirmekten zevk alıyordu. Oysaki, feminist
düşüncenin herhangi bir izm’e bağlı olmadan var olamayacağına iman
etmişti.
Kadın hakları ile ilgili her türlü söz ve eyleminin bir gösterinin sınırını aşmamış olmasını açıklamaktan yoksundu.
Doğal
analıktan gelen bir tür sorumluluk duygusu omuzlarıma çöküyor, altında
ezildikce, küçüldükce küçüldüğümü hissediyordum. Onu terketme cesaretini
bulamıyordum. Yalnız kalmak korkusu, toplumsal geleneklerin baskısı mı?
nedendir bilmiyorum. Konuşma ve hareketlerimi ona uydurmak zorunluluğu,
tarifi imkansız duvarlar örüyordu kişiliksel gelişmemin etrafına.
Herşeyden herkesten çekinir hale gelmiştim.
Şimdi
ise, kimseden çekinmiyor; kimseye karşı sorumluluk duymuyorum.
İstediğim eserleri okuyor, istediğim radyo televizyon programlarını
izleyebiliyor; istediğim zaman yatıyor kalkıyorum.
İstediğim zaman, istediğimi yiyip içebiliyorum. Artık, eskisi gibi her gün ‘taze’ yemek yapmıyorum.
Yalnızlık
çektiğimi saklayacak değilim. Bir kaç ‘geçici’ dostumun olması duyduğum
yalnızlığı etkilemiyor. Artık, ‘gün’ düzenlemek, havadan sudan
konuşmak, dedikodu yapmaktan da hoşlanmıyorum. Buradaki ‘dostlukların’
sahici olmadığına inanıyorum.
Buraya
geldikten uzun bir süre sonra Türkiye’ye tatile gidebildim. Orada da
dostlukların karşılıklı menfaat ilişileriyle sınırlandırılmış olduğuna
şahit oldum. Üzüldüm tabii.
Akrabalar bile kendi kabuğuna çekilmiş.
Burada da aynı. Herkes öbek öbek, akraba, hemşeri, aşiret ilişkisine gömülmüş.
Eskiden,
solcu dernekler birşeyler üretirdi. Ne bileyim; bir tiyatro, bir
folklor, müzik gösterisi gibi. Şimdi, sesleri solukları kısılmış.
Şehitleri anma gecesi ve yılsonu tatili türü şeylerler dışında
etkinlikleri var mı bilmiyorum. Bir Mayıslarda çiğer kavurması
satıyorlarmış. Sağcılar, camiciler, tekkeciler ne yapar bilmem. Bilmekte
istemem doğrusu. Belki, cenazemi kaldırmak onlara düşecek. Ben öldükten
sonra, kim ne yapmak isterse onu yapsın, umurumda mı?
“Beni
dinlemiyor gibi görünmenize rağmen, neden durmadan not tutuyorsunuz?
Eliniz, parmaklarınız yorulmuyor mu? Sesimi teybe alsaydınız bari..
Bende dinlerdim, kopyalayıp verseydiniz.”
Ne diyordum?
Yaşlandıkça,
sulu gözlü mü oldum bilmem ki!? Kalbimdeki granitler lüle taşına
dönüştü. Gözyaşlarım yastığıma sinmiş, ter kokuma karışmış, sarı oval
lekeler kaplamış yastık yüzünü.
Ne
kadar yıkasam çıkmıyor. Her gün çamaşır yıkanır mı? Ben yıkıyorum.
Amonyak karıştırdım çamaşır suyuna. Şu ellerime bakın. Parmaklarım sıcak
suda kalmış plastik eldivenler gibi içine göçmüş susuz gölcüklerden
oluşmuş gibi. Bakın bakın. Çamaşır makinesine atmadan evvel çitilemezsem
içim rahat etmiyor. Sanki mikroplar hemen çoğalacakmış, her yeri
kaplayacakmış, kar gibi örtecekmiş sanıyorum.
Annem
çamaşırları kaynatırdı pekmez kazanlarında, fokur fokur. O zamanlar
çivit vardı, masmavi yapardı çarşafları, yastık yüzlerini. Annem
dantelli kaneviçeli yastık yüzlerini, yatak örtülerini, kırlentleri ayrı
yerde kaynatırdı. Çamaşır yıkarken kazanın içine küllü su dökerdi.
Meşe, çam ağacının külü mis gibi kokuturdu iç çamaşırları. Sırları
dökülmüş turşu küpünün içine koyduğu küle, sıcak su ilave ederdi, her
çamaşır sonrası. Benim görevim, kaynayan çamaşırı uzun bir kargıyla
karıştırmak ve su taşarsa anneme haber vermekle sınırlıydı. Pazartesi
günleri çamaşır günüydü. Pazar öğle yemeğinde ailecek yuvarlak sofranın
etrafında diz çöker; çökelek, pırasa böreği yerdik. Bayramları baklava
açılırdı evimizde. Sütün içine kırk yumurta kırıp ‘süt tatlıları’
yapılırdı. Ekmek tatlıları, kaymaklı revaniler yapılırdı. Manda
kaymağının kokusunu özledim. Ev ekmeğinin tadını unutamam. Gaz
tenekesinden yapılmış ‘maltız’ denilen bir tür ocağımız vardı. Yemeği,
ekmeği, tatlıyı onun üzerinde pişirirdi annem. Ekmek tepsisinin üzerine
örtecek büyüklükte ve cami kubbesi şeklinde kalın bakır çinko
karışımından yapılmış bir sac bulunurdu. Maltızın altına düşen kızgın
küller bu sacın üstüne yayılırdı. Ekmeğin üzerine çörekotu, susam
serperdi annem. O zamanlar, koca şehirde iki fırın bulunuyordu. Birisi
‘asri fırın’ francala ekmek pişirirdi. Zenginler hep francala yerdi.
İkincisi ise pide börek. İkisi de evimize uzaktı. Göçmen mahallesi ile
yerli halkın oturduğu mahallenin ortasında eski bir karakol vardı. Bizim
evimiz, karakolun dibinde olmasına rağmen göçmen mahallesinin dışında
kalmıştı. Öteki mahallede akrabalarımız vardı. Ama, babam karakolun
karşısındaki camiye gitmediği için, bize ‘yerli’ gözüyle bakardı göçmen
mahallesinde oturanlar. Babam, eve hep sarhoş gelirdi. Annem, şıh kızı
olduğu için, babamın evde içmesine müsaade etmez, saklı getirdiği
rakıyı, arar bulur ve helanın kuburuna dökerdi. Babam anneme ‘Timurlenk
dölü’ derdi. O zamanlar ne anlama geldiğini bilmiyor, kıs kıs
gülüyordum, ta ki annem ağzımın ortasına tokatı patlatıncaya kadar.
Babam beni çok severdi ‘ sarı tilki’ diye çağırırdı hep. Bana, hep sütlü çukulata alırdı, boynuna sarılır öper öperdim.
Abim kıskanırmıydı ne. Elimden kapar kaçardı çukulataları.
Babam artık çukulata getirmez olmuştu. Canı sıkkın pencere önünde saatlarca dışarıya bakar, kırlangıçları izlerdi.
Dükkana
da gitmiyordu artık. İflas etmenin ne demek olduğunu o zamanlar
bilmiyordum. Eve sallana sallana gelirdi. Annem çok kızar, bağırırdı.
‘Ne bileziğim, ne gerdanlığım kaldı, hepisini yedin içtin orospularla!’
‘Orospu’ nun ne demek olduğunu da bilmiyordum. Kötü bir şey olduğunu
seziyor, fakat babama sormağa çekiniyordum. Annem, babamı hiç sevmiyordu
artık, ayrı yataklarda yatıyorlardı. Babam sabahlara kadar öksürüyordu.
Sırtına tentürdüyot sürüyordu annem. Kupa çekmesini öğrenmiştim. Mavi
ispirtoya banılmış pamuk yumaklarını çay bardağının dibine güzelce
yapıştırıp, çakacaksınız kibriti. Çay bardağını ters çevirip sırta
yapıştıracaksınız. Pamukla birlikte yanan oksijenden kalan boşluğa sırt
derisi doldurunca, bir rahatlık çökerdi kupa vurulan kişiye. ‘hadi sarı
tilki, iki kupa çek sırtıma’ derdi babam. Babamın öksürmesinden kupalar
yapışmaz yere düşerdi. Annem, ‘Evi yakacaksınız’ diye azarlardı.
Soğuk
bir kış günü iki gözlü bir gecekonduya taşındık, şehir dışında, yeni
bir mahalleye. Gecekondular birbiri içine geçmiş, sarmaşdolaş olmuş,
eften püften yapılardı. Keçiyolları bağlardı ana caddeye. Her sabah
onlarca baş çıkıyordu herbirinden. Çocukların yüzleri irin gibi
sapsarıydı. Akşam çöker çökmez etraf sakinleşir, tarhana mercümek
kokuları sarardı tepe başlarını. Gecekondumuzun son bulduğu bahçenin
kenarından şehirler arası şose yol geçiyordu. Sabahadek kamyon
seslerinden uyuyamıyordum. Eski evimizi, arkadaşlarımı hep aradım.
Eşyalarımızın çoğunu satmıştı annem, ihtiyar bir eskici gelip almıştı.
Ben ağlamıştım giden yün yorganım için, uzun uzun ulumuştum, aç kurtlar
gibi. Ağbim şehirde kalmıştı. Bir kaynakçıda çalışıyordu o zamanlar.
Atölyede yatıp kalkıyormuş.
Annemle
babamın yattığı odada, sedir üzerinde yatıyordum. Babam sabaha kadar
sayıklıyor, inliyordu. Annem kulaklarına pamuk tıkamıştı. Uyumak
zorundaydı. İlkokul üçe gidiyordum. Gaz lambasının altında ders
çalışıyordum. Otobüs çalışmıyordu o zamanlar, dolmuşlar da yoktu. Okul,
yürüyerek bir saat çekiyordu. Komşu kızlarıyla gidip gelirken vaktin
nasıl geçtiğine şaşarım. Annem benden evvel evden çıkıyordu.
Temizlikçilik yapıyordu, eski zengin dostlarımızın evlerinde.
Helamız
bahçenin köşesindeydi; bir çukurun üstüne oturtulmuş üç tarafı tahta
ile kaplı önü kalın muşamba perdeli bir yer. Ben geceleri helaya gitmeğe
korkardım. Annem benim için lazımlık almıştı. Babam hastalanınca, aynı
lazımlığı kullanır olduk. O işi bitince kapının dibine koyardı. Babamın
çişi çok keskin kokuyordu. Rengi çok koyuydu. Portakal rengi.
Babam
gecekondumuzun arka duvarına bitişik kocaman bir kafes yapmıştı.
Güvercin beslemeğe başlamıştık. Babam hastalanınca güvercinleri ben
bakmağa, beslemeğe başlamıştım. Sabah okula gitmeden evvel, kafesin
kapısını açıyordum. Güvercinler birbiri ardından telaşla havalanıp
uçuyorlar; önce evimizin tepesinde huni gibi birbiri ardına süzülüp,
sonra gözden kayboluyorlardı. Okuldan gelince, babam bana güvercinleri
nasıl kafese sokacağımı öğretmişti. Uzunca bir kargının ucuna bir bez
parçası bağlamıştı. Ben kargıyı havada daire çizerek sallayıp
güvercinlerin dikkatini çekiyordum. Güvercinlerin bir lideri vardı.
Babam onun adını ‘Benekli’ koymuştu. Önce, Benekli kanatlarını çırparak
damın üzerine konuyor, etrafı kolluyordu. Sonra kafesin üzerinde bir tur
yapıp, kapıdan içeriye giriyor ve ardından diğerleri onu takipediyordu.
Hergün sularını tazeliyor, yemlerini veriyordum. Arpa, buğday kalmazsa
ekmek kırıklarıyla idare ediyorlardı. Annem güvercinleri ‘uğursuz’
olduğu için hiç sevmiyordu. Babama, ‘Sal git şu başbelalarını, kendimize
ekmek bulamıyoruz, onlara arpa mı alacağım ben hep’ diye kızıyordu.
Güvercinler azalacağına çoğalıyordu. Bizim Benekli, başka mahallelerden
kandırdığı güvercinleri peşisıra bizim kafese getiriyordu.
Babam, ‘allah yarattığı boğazı doyurur be karı, sen taslanma’ diye alttan alıyordu.
Annem eve eli dolu geliyordu her zaman. Babama ilaçlar yapıyordu.
Bir tanesini hiç unutmam:
Önce,
sürahiye üç dört limon sıkıyor ve on yumurta atıyordu içine. İki gün
sonra yumurta kabukları erimiş, olgun kayısılara benzer sarılar
kalıyordu.. Yumurta sarısı üzerindeki zarı bir çatalla delip, sürahiden
çıkarıyor, içine beş kaşık bal karıştırıyordu. Sürahini boş kalan
kısmına yarım litre kadar süt ilave edip, babama bardak bardak
içiriyordu.
Babam,
‘ ince’ hastalığa yakalandığı için kiprit çöpü gibi incelmişti altı ay
içinde. Artık, sırtına kupa çekmem için beni çağırmaz olmuştu. Bir
bayram günü, babamın zengin akrabaları geldi başka şehirlerden. Babamı,
Kadillak marka güzel bir arabaya bindirdiler. Mahallenin tüm çocukları
arabanın etrafını sarmış, sevinçten bağrışıyorlardı. Amcam olduğunu
öğrendiğim adam bir avuç dolusu bozuk parayı havaya fırtlatınca;
çocuklar aç tavuklar gibi atıldılar, beşer onar kuruşların üzerine.
Babam
bana sıkıca sarıldı, ağlamaklı baktı yüzüme, ‘Tedavi olup geleceğim
sarı tilkim, annene iyi bak’ dedi. Öpmedi beni, öpemedi, kaçırdı
dudaklarını suçlular gibi. Ezik bakışlarını gizledi gür kaşlarının
altında, minik kestane rengi lekeler sinmiş elini uzattı anneme ‘Hakkını
ödeyemem, öbür dünyada bile’ dedi. Araba köşeyi dönmeden annem hızla
eve koştu, ben içeriye girince gözyaşlarını siliyordu yanaklarından
süzülen. Koşup sarılmak istedim, sarılamadım. Annemi suçluyordum. Babamı
o hasta etmişti, ben öyle sanıyordum.
Babam
evden gittiğinin ertesi günü, annem evde ne varsa kazanda kaynatıp
yıkamıştı üç gün. Havluya sarılıp bekledim çamaşırlar kuruyuncaya kadar.
Şimdi, ben de iki günde bir evde ne varsa yıkar, temizler oldum. Bereket ki, kurutma makinamız var.
Ağbim
hafta sonları eve gelir oldu. Çamaşırlarını getiriyordu, sefer tasını
doldurup gidiyordu. Bana ‘Okula bakkala giderken, yolda salaklar gibi
sağına soluna bakmadan yürü’ ‘Yanlış bir şey yaparsan kargalar bana
haber verir, unutma’ diye tembih ediyordu. O nedenle mi bilmem,
kargaları hiç sevmedim; kırlangıçları, bülbüllerden kanaryalardan fazla
sevdim. Daha özgür ve daha hızlı uçuyorlardı. Yuvalarını, erişilemiyecek
yerlere, çamurları yapıştırarak çok ustaca yapıyorlardı; su ve soğuk
girmiyordu içeri. Bizim çatının altında üç dört çift kırlangıç yuva
yapmıştı. Babam gibi bende onları izliyordum, kendimi yalnız hissettiğim
anlar, onlarla konuşuyordum. Tekrar dirildiğimde kırlangıç olarak
doğmak isterim.
Gecekondumuz
ilk numara verildiği gün, postacı bir telgrafla gözükmüştü kapıda.
Annem çalıştığı için telgrafı ben aldım. İlk defa imza atmıştım, telgraf
alıntı kağıdına.
“Başımız sağolsun Stop.
Geçen perşembe sabahı kardeşimizi kaybettik Stop
Cuma günü Karacaahmete defnettik Stop
Ölenle ölünmez Stop
Allah rahmet eylesin Stop
Tavsilatlı mektup postada Stop
Kayınbiraderiniz Stop”
Damın
köşesindeki yuvadaki ana kırlangıç başımın üzerinden hızla uçtu, havada
taklalar atarak gözden kayboldu. Kendimi öksüz bir kırlangıç yavrusu
gibi hissettim. Sığınabileceğim kanatlardan biri uçup gitmişti.
Güvercin
kafesinin kapısını açtım. Güvercinlerin hepini dışarıya uçurttum.
Kapıyı sıkıca kapadım. Güvercin toplatan ucu bezli kargıyı satırla parça
parça ettim! Benekli, evimizin üzerinde oval çizgiler çizerek, sürüyü
peşinde topladı ve yavaş yavaş uzaklara doğru, günbatımına doğru uçtu
uçtu. Ve gözden kayboluncaya kadar baktım, hava morarıyordu.
Güvercinler babama doğru uçuyorlardı, telaşsız ve dingin. Bulutların arasında bir el sarıp sarmaladı onları.
Ağlayamadım,
boğazımda bir şeyler düğümlenmiş sesim kısılmıştı. Babamın en son
uzandığı sedire çöktüm, onun ter kokusunu aradım, ‘kıtık yastıklara
sinmiş mi’ diye. Bulamadım. Duvarda terden oluşmuş koca bir leke vardı.
Annem sıcak sularla silmessine rağmen terin izi kaybolmamış, daha da
koyulaşmıştı. Sırtımı duvara dayadım, gözlerimi uzaklara gönderdim
babamı bulması için. Havada güneşin ışıkları kızıl yollar çizerek,
menekşelendi.
İkimiz
birbirimizden habersizdik. Böyle çaresiz kaldığım anlar Allah’ı çok
yakınımda hisseder; gökyüzüne dalıp, bildiğim duaları okur, ona
yalvarırdım. Dualarınmın çoğu kabul olmamıştı. Ondan korkmama rağmen,
ilk defa ona kızdım, babamı zamansız almıştı yanına. Babam sağlığına
kavuşup eve dönememişti. Komşu gelini Zehra’nın, minik çocuğunu da
koparıp almıştı koynundan; boğmacaya yakalanmış dediler, üç aylık nur
yüzlü bebek! Zehra ablanın çığlıkları saklı kulaklarımda. Ben ölümlerde
ağlayamıyordum. Kaskatı kesilmişti yüreğim. Ayrılıklarda gözyaşım
dinmiyordu kavuşuncayadek.
Babamın duvara asılı resmini aldım; tozlarını sildim itinayla; ona sarıldım, sedire uzandım, uyumuşum.
Telgrafı
masanın üzerine bırakmıştım. Uyandığımda yerinde değildi. Annemin
kavurduğu soğan kokusu yayılmıştı iki gözlü evimize. Babamın çok sevdiği
barbunya fasulyesini pişirmişti, ilk defa o sanatoryuma gitti gideli.
Gözleri kan çanağı gibiydi. Sessizce kaşıkladık barbunyayı. Yemekten
sonra, başına yemenisini geçirerek duvarda asılı duran türkçe Kur’anı
aldı ve içinden bazı sureler okudu. Yüzü, yorgunluk ve üzüntüden
arınmıştı sanki; bir nur inmişti zamansız kıvrılan kırışıklara, gümüşce
ışıldıyordu. Kırkına yeni basmıştı ama, tüm komşu kadınlar gibi o da
yaşlı gösteriyordu.
Annem,
babam öldükten sonra hep siyahlar giyindi. Dulluk ona yakışıyor muydu;
yoksa, o dulluğa mı gömülmüştü.? Evlenmeyi aklına getirse bile, tüm
isteyenleri kapıdan çevirdi. Sanki babamla birlikte o da ölmüştü, ruhen.
Benim için ayakta kalmak zorunda olduğunu hissetiriyordu her yorgun
günün ardından.
Annemin
geç geleceğini bildiğimiz akşamlar, komşu kızı Emine abla geliyordu
evimize, bana yoldaşlık yapmak için. Emine abla, açık seçik giyiniyordu;
bana, önü dantelli sütyenini göstermişti bir defasında. Ben utanıyordum
bakarken. “Birkaç seneye kalmaz, sende takacaksın kız. Lastiklisinden
alma sakın. Bak böyle zıplar, tüm erkekler sana bakar yolda sonra”
diyordu. Bana, kenarları işli sütyenini çıkarıp göğüslerini
gösterdiğinde öyle utandım ki, ayrıca korktum. Göğüsleri kocaman
kocamandı. “Gel kız kaçma, göğsümün başları çatlamış ağrıyor,
zeytinyağıyla biraz oğuversene” diyordu. Babamın sırtını oğmuştum sakız
ağacı özüyle. Annem hiç bir yerine dokundurmak istemezdi. Ben anneme
benzemişim. Büyüyünce bile sütyen takmak istemiyordum. Çok cılızdım o
zamanlar. Erkek gibiydi vucudum, dümdüz. Boy aynamızı bile satmıştı
annem gecekonduya taşınmadan evvel. Babam öldükten sonra kapının
arkasındaki çatlak aynaya hiç bakmadı. Yenisini alacak paramız da yoktu.
Emine
abla, bir keresinde ince kendir ipliğini maharetle parmaklarına doladı;
üçgen yaparak, çekip uzatarak, bacaklarındaki kılları aldı. Şaşkın
bakışlarla onu izliyordum. “Merak etme sende alacaksın bacağının kılını,
hele ondördüne bas” diyordu. Kaş almasını da öğretti bana cımbızla.
Liseyi bitirinceye kadar ne bacağımın ne de kollarımın kıllarını
aldırdım, nede ağdalattım. “Kıllar aldırıldıkça daha gür gelir, ama
başka caren yok ki” diyordu Emine abla. “Erkekler kıllı kadınlardan
hoşlanmazmış” “ Gerdek gecesinden evvel yumurta gibi olunmalıymış”
“Erkek elini şöyle bir sürünce, hiç bir pürüzle karşılaşmamalıymış” Tüm
bu tür hikayeleri dinlerken utanıyordum, ilgimi çekmiş olduğu gerçeğini
kendimden bile saklamalıydım. Gece yatarken yorganın altında ellerim boş
durmuyordu; vücudumda bir erkeğin eli geziniyor sandığım geceler, garip
rüyalar görerek, korku içinde aniden uyanmağa başladım.
Sancılar
içinde kıvrandığım bir sabaha karşı yatağımdan çıkamayacak kadar
halsizdim, başım dönüyordu. Çarşaf üzerinde kurumuş kan lekelerini gören
annem‘Ay hali’ olmuşşsun kız ! diye bağırdı. Bana ‘boy abdesti’ nasıl
alınır, nasıl dua ediliri bir çırpıda öğretmeğe kalktı. Hiçbiri aklımda
kalmadı. Ona göre ‘evlenecek çağa’ basmıştım. Tülbentten yapılmış bir
kuşak verdi. Büyümeğe başlayan göğüslerimi onunla sarmağa başladım.
Göğüslerim lastik top gibi zıplamayacaktı artık. Göğüslerimdeki derim
yırtılıyormuş gibi sızlıyordu. Zeytin yağıyla oğuyordum. Tülbent
sargıyı, liseyi bitirinceye kadar kullandım. Bulunduğumuz şehirde halka
açık bir yüzme havuzu bile yoktu.
Zengin evlerinin arka bahçelerinde varmış, ben hiç görmemiştim.
Deniz, erişilmez bir uzaklıktaydı benim için.
Liseyi
bitirdiğim gün, ağbim askerden yeni terhis olmuştu. Altı ay birlikte
zor oturduk. Annemin, ‘kazık gibi oldun evlen artık, akıllı uslu gelin
getir şu eve de, evlat mürüvveti görelim’ türünden ısrarlarına,
dırdırlarına dayanamadı, Almanya’ya gitti, ‘vasıfsız’ bir işçi olarak.
Dil-tarihi
kazanmıştım; öğretmen olmak isterdim küçüklüğümden beri, öğretmek
isterdim bildiklerimi karşılıksız. Çalışıp okumayı denemek istedim.
Bütün kış iş aradım, ayakkabılarımın altı delindi, kar suları girmeğe
başladı. Bürokrat yakınlarımız, bize uzaktı. İçerden torpil işlemeyince,
aslanın ağzındaki ekmekten bir dilim olsun nasiplenmek zordu.
Eve
görücü kadınlar gelmeğe başladı. Mahalleli, sanki liseyi bitirmemi
bekliyormuş gibi, beni istemek için kuyruğa girmişti. Güzel sayılırdım.
Annemle birlikte, bayramda ‘zengin’ akrabaların gönderdiği elbiseleri
söker bozar, vucudumuza göre bir şekil vererek diker, ancak bayramdan
sonra giyerdik. Çalışmağa başlarsam, ilk maaşımla bir çift ayakkabı ve
etek buluz almayı planladım. Üniversiteye başladım ama, kitap alacak
parayı denkleştiremedik bir türlü.
Kurban
bayramıydı, yine saygın akrabaların gönderdiği etleri kavurmuş,
tuzlayıp küpeçlere bastırmıştı annem. Yaptığı kavurmayı yerken, ansızın
zengin akrabamızın arabasının kornası çaldı, gecekondumuzu sokağa
bağlayan keçi yolunun bittiği köşede ve çocuk sesleri, bağrışmalar.
Bayram gösterisi başlamıştı gene. Akrabalar, kavurma kokan iki göz
gecekondumuza girmeden bahçedeki sedire iliştiler. Annem, ‘hadi kız,
bize orta şekerli birer kahve yap’ diye azarlarmışcasına emir buyurdu.
Saygın akrabaların ellerini öpüp içeriye koştum. Beni alacaklarmış gibi,
kaş altından süzmelerinin gerekçesini, annem onlar gidince dizinin
dibine oturtup, saçımı tarayarak anlatmağa başladı. Zengin akrabamızın
‘saf’ oğluyla evlenirsem, ‘turnayı gözünden vurmuş’ olacakmışım. “Nasıl
olur anne, adam alığın teki, en az otuz kırk yaşında.” Diye yükselttiğim
itirazlar fayda etmedi. Annem kafasına koymuştu. Düne kadar, ‘aklından
zorlu eşşek kafalı’ olduğunu söylediği adam, şimdi küheylana dönüşmüştü.
“Çok beğeniyorsan, kendin evlen onunla” demeğe kalmadan, maşayı
sırtımın ortasına hızla vurdu! Soluğum kesilmişti bir an, gözüm karardı,
yüzükoyun yere kapaklandım. Midemden bayram kavurmalarıyla karışık acı
sular geldi, küfür gibi döküldü ağzımdan. “Onunla evleneceğime komşunun
‘Furuko’suna kaçarım daha iyi!” Diye bağırdım ağlamaklı.
Komşumuzun
oğlu, yeni toplum polisi çıkmıştı. Boyu upuzun, elleri dizlerine kadar
gelip, boşlukta sallanıyordu. Melül melül bakan kuru üzüm gözleri vardı.
Tas gibi şapkasını başına geçirince, vişneli frukoya dönüyordu! Ama,
gençti ve beni ‘deli gibi sevdiğini’ söylüyordu! Senin için
‘frukoluktan’ bile vazgeçerim, yeterki ‘he’ de diyordu, her görüşünde,
sokak başında beni beklerken. ‘Üniversiteli oldun ya, artık kimseyi
takmazsın!’ diye sitem edip, kahroluyordu. Oysaki ona umut verebilecek
en küçük bir davranışta bulunmamış; türkü söylemeğe başladığı zamanlar
hemen içeriye kaçmış; dikkatimi başka şeylere vermeğe çalışmıştım.
‘Küçük adamların, büyük gururu olur’ derler. Frukonun gururuyla oynayıp
taşırmağa hiçde niyetli değildim. O ‘kendi kendine gelin güvey oluyordu’
ama, farkında değildi. Kızkardeşini bir kaşık tuz almak için bizim eve
yollayıp, ‘Abim senin için deli oluyo abla’ diye mesaj göndermeyi
sürdürdü. ‘Hele bir üniversiteyi bitireyim, sonra düşünürüz’ diye
başımdan savdım kızcağızı. ‘Sonra düşünürüz’ sözcüğünüm neresinde ‘umut’
ışığı buldu furukom, bir türlü anlayamadım. Yine, yanık yanık türkü
çığırmayı sürdürdü, her sabah işine gitmeden evvel.
Ağbim,
“gider gitmez size ‘harçlık’ gönderirim, merak etmeyin” demişti. Bir
sene geçmesine rağmen, bir dolar olsun yollamamış, yollayamamıştı.
Frukolar, üç gözlü gecekondularına telefon çektirtmişlerdi ve bir de
televizyon anteni taktırmışlardı çatıya. Bir gece ağbim oradan bizi
aratmış, annem ve ben heyecanla koştuk. Annem ağlamaktan, para
istemekten bana fırsat bırakmadı. Oysaki, ağbimi öylesine özlemiştim ki!
Onunla bir dakika bile konuşamadım, ‘beni oraya aldır ağbi’ diye hıçkırdım.
Sonra eve koştum, uzunca ağladım, kurtlar gibi uluyarak.
Derslere girmez olmuştum, kantinde oturup ‘ajitasyon dinliyordum, solcu öğrencilerden’
Üniversite
kaynamağa başlamıştı, yanardağı gibi ne zaman patlayacağı belli
olmamasına rağmen, kükürtlü dumanlar püskürtüyordu varoşlara doğru!
‘Proleteryayı, burjuvaziyi, emek ve sermayeyi, faşizmi, sosyalizmi ve
anarşizmi’ öğrenmeğe başladım. Marks’tan Bakunin’e bir dizi ‘ustalar’
girmeğe başladı rüyalarıma. Kendime bir örnek seçmeliymişim gibi bir
duyguya kapıldım ve kütüpanelere kapandım. Çeviriler sayı ve kalite
olarak yetersizdi veya bana öyle geliyordu. Yasaklara karşı duyduğum
ilgi, beni araştırmaya yöneltti.
Neyi
nereden araştıracaktım ki?! Kütüpaneler, arşivler devletin ‘olurunu’
almış yazarların yapıtlarıyla süslenmiş, tozlanmaya terkedilmişti.
Bizim
mahalleden bir kız arkadaşımla birlikte evlerde yapılan toplantılara
katılmağa başladık. Doğru dürüst ne ayakkabım, nede elbisem vardı.
Utanıyordum, zengin çocuklarının arasına karışmağa. Doğum günü
partilerine çağrıldım, ama gidemedim, bir türlü atamadım sırtımdaki
“güven” kamburunu. Bizde ‘doğum günü’ kutlamak adetten değildi.
Bir
gece afişleme pullama için gelip aldılar evden gece yarısı. Annem
horluyordu, duymadı gittiğimi. Güneş ortalığı ağartıncayadek sokak sokak
dolaştık, ayaklarımda yeni nasırlar oluştu o gece. Polis, gece
bekçileriyle saklambaç oynar gibi tüm afişleri yapıştırdık. Ellerime,
tutkallı fırça kullanmaktan yeni bir deri kapladı. Eve geldiğimde annem
tuvalet için yeni kalmış beni yatağımda görmeyince, ‘Bu deli kızı furuko
kaçırmasın’ diye dışarıya fırlamıştı ki, beni kapıda görünce, şaşkın
‘nerde sürttün sabahlara kadar?’ diye bağırdı. Tüm mahalleyi
uyandıracaktı az kalsın! ‘Uykum kaçtı bahçede dolaşıyordum’ türü
‘yalanlarıma’ kanmayacak denli ‘kaçın kurrasıydı’.
Ellerimi görünce, önce şaşırdı, sonra acıyarak beni içeriye aldı.
Annem
Halk partiliydi. Mahallede bir biz vardık Halk partisinden. Diğerleri
ya Adalet, ya da Selametciydi. CHP, Selametle koalisyona girmiş;
Milliyetçi Cepheler kurulmuş “kadayifin altını kızartıyorlardı” hep
bereber! Ben oyumu kullanmamıştım ama, anneme bakılırsa, bende
halkçıydım. Gözlerimi araladığımda, mutfak, banyo gibi kullandığımız
ikinci gözden nefis bir tarhana çorbası kokusu burnuma kalk emri verdi.
Annemin böyle anlayışlı davrandığı, bana çorba hazırladığı zamanlar hep
kötü bir şeyler olacakmış, ‘boktan’ bir haber alacakmışım gibi korkarım.
Hele beni dizinin dibine oturtup, küçük bir kızmışım gibi saçlarımı
okşamağa, taramağa başladı mı, mutlaka bir felaket haberi dökülür
ağzından.
Onun gözünde hiç büyümemiştim ki zaten!
‘Bana
bak kızım, yirmisine bastın, artık aklı başında delikanlı kız oldun.
Ellerimin romatizmalarını görüyorsun. Doktor ilaç parası oluyor aldığım
üç beş. Ağbine kalırsa açlıktan öldük. Akrabalardan dilenmekten bıktım.
Sen okuyasın diye katlandım, saçımı süpürge yaptım. Ama, artık eskisi
gibi dinç değilim. Mezarında kıvrım kıvrım dönesi herif, orospularla
yedi bitirdi; miras yerine borç bırakıp gitti!’
‘Kısa kez anne’ dememe kalmadan, yüzümün hatlarını okuyarak;
‘Amcan gelsin, bizim restorantta kasada çalışsın, dolgun haftalık veririm, yeme içme de bedava’ diyor.
‘O salak oğluna ne olmuş?’
‘Ona güvenemiyormuş, sana güveni varmış’
‘Mutlaka bir çıkarı vardır o çakal suratlı adamın’
‘Aman kızım, ne biçim laf o, kimse duymasın, şu sırtımızdakileri kim aldı sanıyorsun?’
Aklıma,
Cemil’in ‘Proleterya’ tanımlaması geldi birden. Neden olmasın? dedim
içimden ve annemin maviş gözlerine bakarak. ‘Olur anne, senin hatırın
için deneyeceğim’
Annem
seviçten havalara uçtu. İlk kez bana sarıldı. Şaşırdım. O da
şaşırmıştı, sevincine yenilmiş gibi geriledi birden. ‘Hem ana hem baba’
olmuştu bana uzun yıllar. Şimdi baba rolüne soyunmuştu, yarı ciddi,
yapmacık mı yapmacık! Öpmek istedi, tahta kaşığı uzattım buruşuk
dudaklarına doğru, ‘Eline sağlık tarhana epey hora geçti bak, istediğini
yapacağım’ diyerek ondan uzaklaştım.
Cemil
kim mi dediniz? Sorunuzu anlayamadım. Tamam tamam, siz not tutmağa
devam edin. Zaten bir şey gelmiyor elinizden bu kaçıncı gelişim.
Cemil’in başka bir yeri var anılarımda. Herkesten herşeyden üstün bir yer orası. Belki, babamdan, ağbimden bile.
Cemil’le
tanıştığımda o akedeminin son sınıf öğrencisiydi. Tepenin ardındaki
tümen komutanın biricik oğlu. Bu gerçeği herkesten saklamağa çalışmış
uzun zaman.
Bana
kendisini anlatıyordu bir gece, tartışmalı geçen bir toplantı sonrası
eve dönerken yolboyunca; belki toplantıda bir tek ben onu desteklediğim
için, kendisine yakın hissetmiş olmalı; yanakları kızararak; mahçup,
gözlerini gözlerimden kaçırarak: “Ben, Atatürkçü bir generalin oğluyum.
Benimle arkadaş olmaya karar verdiğin için açıklıyorum bunu” diyerek,
sanki inledi. “ Babamı sevemedim, onu ne tanımağa nede sevmeğe fırsatım
oldu. Güneydoğuda bulunduk uzun süre. Komuta ettiği tümenin mutlak
otoritesi, eve keldiğinde kül kedisine dönüşüyordu. Evde otorite anneme
aitti.”” Ben iki otoriteye de karşı geldim. Biri devleti, diğeri
hükümeti temsil ediyordu benim için. Zaten, dini bir otorite olarak
kabul etmiyordum.”
Şaşırmadım,
anlayışla mı karşılamam gerektiğine karar veremedim, açık sözlülüğü
beni kendisine dahada yakınlaştırdı. Titreyen ellerini avuçlarım arasına
almağa çalıştım. Yaralı bir kartal pençeleri gibiydi parmakları.
Yüreğimin çırpınışları dalga dalga terleyen avuçlarıma doğru hızla
yayıldı. Yüreğimi soludu ellerim. “Yüreğine hakim olmalısın, yoldaş!”
diyecek diye çekindim. Yüz hatlarını çok ciddi buluyordum. Birden
gevşedi, gülümsemesi kucakladı havaya uçan heyecanımı.
Birden ürperdim. Sevmek bu muydu? Aşık olmak ne demekti?
“Yoldaşlık” ilişkilerinin dışına çıkma cesaretini bulabilecek miydik?
Bizden evvelkilere ‘örnek’ olma kıskacı altında duygularımızı zincire mi vuracaktık!
Bu
muydu “Özgürlük Dünyası” ? ‘Kadınların kurtuluşunun devrim sonrasına
bırakılmasının’ altında ‘erkeklerin’ kaybetmekten korktukları otorite mi
gizliydi.? August Bebel’i okuyuncayadek bu sorularıma kendimce yanıtlar
bulabilmiş olduğuma şimdi şaşıyor ama, bir yandan da kendime olan
saygınlığımı tazeliyorum.
Cemil:“Biz yetmişsekizliler, altmışsekizlilerin muhteşem anılarının küllerinden kendimizi varettik!
Onların saygınlıklarının altında ezilerek başımızı dik tutmağa çalıştık.
Onlar
hakkında çok şeyler yazıldı. Toplumsal bir baskı oluştu çevremizde.
Onlara ölünceyedek borçluymuşuz gibi bir yükümlülük yüklendi cılız
omuzlarımıza. Bu yükün gönüllü hamallığına soyunacak mıyız? Yoksa yarı
yolda sırtımızdan atacak mıyız? Hedefe ulaştırabilecek gücü kendimizde
buluyor muyuz? Bence hayır!”
diye kendi gerçeğini teslim ediyordu, anfide yapılan bir toplantıda!
Onu, tanıdığım diğer ‘solcu’ arkadaşlardan ayıran önemli bir yan vardı.
Her
türlü otoriteyi, tabuyu reddetmiş olduğunu söylüyordu. ‘Aşık’ olmak
tabusu dışında! Bunu açıklayacak medeni cesarete sahip olması,
isyankarlığı onu yalnızlaştırıyordu da. Varolan politik örgüt ve
partilerin kısa bir süre sonra bürokratik çember içine girmiş
olmalarından yakınıyor, ‘devletleşmenin’ basamağı olarak gördüğü bu
yozlaşmayı reddediyordu. Bazan uzun uzun dalar, sonra ‘gelecektekiler
bizden daha mutlu olacaklar’ diyerek teselli bulurdu. Babası, onu ‘
miras hakkından mahrum ederim’ diye tehdit etmiş, sonra da beylik
tabancasını çaldığını öğrenince‘evlatlıktan’ çıkarmıştı.
Bana,
babasının beylik tabancasını gösterince, önce irkildim, korktum. Sonra
namluyu temizlemek için söküp, gözünü dayayınca, mor çeliğin oval
ışınlarında birleşti gözlerimiz. Mermiye hız ve doğru hedef kazandıran
yiv ve setleri gösterdi. Sessizlik kulelerine çıkan basamaklar gibiydi,
ölüm kokuyordu. Bu tabanca laz yapımı bir tabancaymış meğer. Bir torna
ve eğeden ibaret atölyelerde yapılmış saklı gizli. Kimi nerede ölüme
gönderecek bir silaha dönüşmeden demir, çeliği barındırırmış
atomlarında.. Sevginin aşka dönüşmesi gibi bir şey mi bu?
Cemil
aniden ortadan kayboluyor, bir iki hafta görünmüyordu. Nereye niçin
gittiğini sormayı kırk kez düşündüm, hesapladım ama, bir türlü sormağa
cesaret edemedim. Yorucu bekleyişler sonucu geri dönüşünü kutsuyordum. O
yokken hiçbirşey gülmüyordu. Nar çiçekleri pembeden mora dönüşüyordu.
Sevdiğim kırlangıçları bile gözüm görmüyordu.
İşte o zamanlar başladım suluboya resim çalişmalarıma.
Hafta
sonları amcamın lokantasında çalışıyordum. Garson, ahçı veya bulaşıkçı
hastalandığında onların yerine çalışmam isteniyordu. ‘Aldığım parayı
hakketmeliymişim’
Cemil,
‘görevden’ döndüğünde lokantaya uğrar, bir yabancı gibi en kuytu masaya
yerleşir, gözlerimizle konuşurduk. Amcam bizi gözler dururdu. Oğlu
Hikmet efendi de sırıtarak gelir takılırdı, ‘mercümeği fırına verdiniz
mi kız?’ diye sorardı. Eliyle işaret ederek, ‘mercümeği fırınladınız
mı?’ diye güler, mutfağa kaçardı sapık herif.
Mahalleler,
yollar, sokaklar sağcı solcu militanlarca parsellenmişti. Dolmuşumuzun
önü kesiliyor, kimlik taraması yapıyordu faşistler. Ve sorular: ‘nerede
okuyorsun, nerede oturuyorsun, koltuğunun altındaki kitapları uzat
bakalım, yanındaki kim? Al şu broşürleri iyi oku!’ ‘fazla konuşma,
gomunist kahpe’ ‘Çık dışarıya, üstünü arayacağız’ ‘Gomunistinki altından
da, bizimki bakırdan mı kahpenin dölü’
Cemil
beni evime kadar getirmek istedi, hep reddettim. Alışmıştım dolmuşta
itilip kakılmağa, aşağılanmaya. O sabırsızdı, ataktı. Başına bir hal
gelse, kendimi ölünceyedek affedemezdim. Annemle tanışmak istediğini
söyledi.
“Bu
imkansız Cemil, annemle tanışsan, tanıdığına pişman eder insanı!
Cenesinden evde bir lahza bile duramam sonra. Beni amcamın oğlu Hikmetle
evlendirmek istiyor Cemil! Anlıyor musun!? Hikmetle! Parası için tabii
ki Cemil!”
diyemedim,
söyleyemedim düşüncelerimi, açamadım damarlarımdaki delice kendini
dağlara vuran dalgaların nedenini. Açamadım duygularımı derinlemesine,
sevdiğimi söyleyemeyecek denli gücümü yitiriyordum, onu dinlerken!
Bir
akşam üzeri, ilk kez beni telefonla aradı lokantadan. Hikmet sırıtarak,
‘Seninki arıyor, mercümeği fırınlayacakmış’ dedi. Önceleri acıdığım bu
sapıktan nefret etmeğe başladım.
Cemille
ilk kez bir pastanede buluşacaktık. İlk kez bu denli heyecanlanmıştım;
önemli bir şey olmasa beni pastaneye çağırır mıydı? Yoldaşlık, devrimci
arkadaşlık sınırları içinde bir buluşma olacaksa, neden heyecanlanmıştım
bu kadar?
Bu
kez içimde ne varsa ona açmalıydım, bembeyaz bir çarşaf gibi rüzgarın
kollarına bırakmalıydım duygularımı. Hiçbir gizli yan kalmamalıydı,
kızgın ütüden geçmiş kolalı ince perdeler gibi, ışığı emdikçe renkler
cümbüşüne dönmeliydi. Rüyalarımı, düşlerimi onunla paylaşmalıydım.
‘Seni
seviyorum Cemil! Yoldaşca bir sevginin ötesinde; bir duygu yumağı
sarmalamış yüreğimle, elini uzatsan sökülüp gidecek. Gübreli bir toprağa
ekilmiş kabak çiçeği gibi, uzayıp gökyüzünü öpecek!
‘Seni seviyorum Cemil. Bir yoldaş gibi mi? Hayır, Cemil seni yoldaş gibi sevemem artık. Kendime ihanet edemem!
İlk kez karşılaştığım bir duyguya saygımı yitirsem, geriye ne kalır Cemil?’ demeliydim, haykırmalıydım yüzüne, suçlular gibi!
Düşüncenin eylem aşamasında donup kalması. O duygularını gizlemeyi iyi beceriyordu.
Ben ise hep açık vermeyi sürdürecekmiydim. ? Bilmiyorum.
Kasayı Hikmet’e teslim edip, lokantadan fırladım.
Delişmen, nedensiz, savruk ve coşkulu bir sanrının peşisıra koştum.
Pastaneye
ondan evvel gelmek, heyecanımı yenmek istiyordum. Önce tuvalete gidip
rahatladım, aynaya yansıyan yüzümün şeklini hiç beğenmemiştim, makyaj
yapmağa alışık değildim. Kaşlarımı bile almıyordum, gözlüklerimin
çerçeveleri yeterli kalkan görevi görüyordu gözlerime. Duygularımı ele
vermekten korkuyordum. Pencere kenarındaki bodur bir limon ağacının
yanındaki masaya yerleştim. Avcısını bekleyen bir ceylan gibi
huzursuzdum.
Cemil
randevu verdiği saatta kapıda göründü. Üzerinde her zamanki yeşil
parkası, ayaklarında da botları vardı. Omuzlarının bu kadar geniş
olduğunu ilk kez farkettim. Oraya başımı dayayıp uyanmamacısına uyumak
isterdim.
Gülümseyerek
yaklaştı, yanaklarımdan öperken, sakalının sertliğini ve soluğunu
hissetmiştim; yakıcı çöl rüzgarı gibiydi, vahaların korkulu rüyası.
Tokalaşan elim avucunda eriyip gitti. Yine açık vermeğe başlamıştım,
toparlanmak için çaba harcamıyordu yüreğim. Dudaklarım boyluboyunca
yayılmıştı! Benim avcım mı, yoksa kurtarıcım mıydı? Bilmiyorum.
Oturduk.
Uzun bir yolculuğa çıkmadan evvel vedalaşmağa gelen eski bir dostun
‘özlem’ çağrıştıran ağırlığı ile, ilk karşılaştığımız andan başlayarak
bugüne getirdi dayadı konuyu.
Susmuş
onu dinliyordum, ellerim avuçlarında sabırlı ve sakin; evde kalmış
kızların ağıtlı yemenisini işliyordu. İçtiğim ikinci kahvemiydi beni bu
kadar sakinleştiren. Yoksa avcısna aşık olmuş kekliğin doygunluğu mu?
“Yoldaşlar beni Dükalığa çağırıyor. Bana ihtiyaçları varmış. Bu kez uzun sürebilir ayrılığımız.”
“Ne kadar uzun sürecek!?” diyemedim.
“Belki oradan güneydoğuya uzanırım, bilmiyorum”
“Beni de yanında götür, sana yük olmam” diyemedim.
“Sana gitmeden evvel önemli bir şey açıklama gereği duydum”
“Beni sevdiğini mi söyleyeceksin” diyemedim. ‘kadınlar ilk hareketin erkekten gelmesini bekler’ demişti annem.
Elini cebine götürdü.
“Bir nişan yüzüğü çıkarıp parmağıma takacak” sandım heyecanla.
Cebinden çıkardığı küçük bir anahtarı uzattı.
“Bu yurttaki dolabımın iç bölmesinin anahtarı. Eğer onbeşgün içinde geri dönemezsem, içindeki notları, belgeleri yak” dedi.
“İstersen önce oku.!” Diye ekledi.
Sustum, gözlerinde kaybolmuş bir takanın şaşkınlığı ile.
“Sen nasıl istersen” diyebildim. Teslim olmuşcasına dalgalara.
“Kalkalım mı? “dedi, telaşsız.
Hava serinlemişti, kaldırımlar akşam oltasına teslim etmişti başlarını.
Kızılayda
apoletliler her zamankinden daha sık geziniyordu, “Biz buradayız her
zaman, unutmayın ha!’ dercesine ağır bir yeşile, maviye bürünmüştü
yollar.
Pastanenin
yanındaki karanlık noktaya çekildik, parkasına sardı beni.
Ayrılmamacasına sarıldım, ayaklarımın bağı çözülmüştü, aç bir it gibi
titreme sallamağa başladı dizlerimden aşağıya beni. Gözlüklerim
buğulanmıştı. Kuvvetli kollarıyla sıktı sarmaladı beni, ayaklarım yerden
kesildi, uçmağa yönelmiş bir uçak gibiydim sanki. Kaldırıma parketmiş
bir arabanın kornasıyla kabuslu bir rüyadan uyanmışcasına sıçradım.
Kenetlenmiş ellerim belinden çözülürken, kayışının arkasına sıkıştırdığı
beylik tabancaya takıldı parmaklarım. Tabancayı çekip, önce onu sonra
kendimi vurabilme duygusu bir ışık hızıyla sildi geçti usumu!
Gitme Cemil! diye haykırdım, bırakma beni böyle … !
Cemil
dudaklarını dayadı, kor gibi yandı dudaklarım. İlk kez öpüşmenin
tadımıydı bu. Aman allahım! Bir girdap gibi yuttu beni..Başım dönüyordu,
nefesiyle birleşen soluğumun vucuduma dalga dalga yayılmasını nasıl
engelleyebilir, nasıl kopabilirdim bir çift kiraz gibi umarsız!
Birden kopru benden, ardına bakmadan hızla uzaklaştı kapkara bir arabaya girdi, kayboldu.
Duvarın kenarına bir çuval çakıl taşı gibi yığıldım. Karanlık doldu içerime naletli bir heykel gibi betonlaştım. “
***
Tamam tamam bakma saatına ikidebir! Üç kez esnedin, dikkatin dağıldı belkide. Bak not bile tutmuyorsun artık.
Niye anlattırdın ki bana bunları!? Neden neden deştin kurumağa yüztutmuş asırlık yaralarımı!?
Tamam görevin bu anladık, meslek edinmişsin ölü balık gözlerini takıp hastalarını dinlemeyi!
Duygusuz, sorgusuz bakışlarınla ‘Hadi git’ mi demek istiyorsun?
Haftaya, dolu dizgin geleceğimi biliyorsun!
Bu, kendimle hesaplaşmam ne kadar sürer bilememem ama, seni karşımda aç gözlü bir muhasebeci gibi görmek midemi bulandırıyor!!
Tüm
erkeklere küfretmek istiyorum senin şahsında! Hepiniz aynı kumaşdan
dokunmuşsunuz, desenleriniz ayrı olsada, aynı otoritenin saçayağısınız!
Şimdi, bu kadın yine sapıttı diyeceksin değil mi! Al şu prozak recetesini deyip başından savamazsın artık beni.
Çünkü sen, benimle bütünleştin; beni dinleyerek benim kalıplarıma döküldün, boyluboyunca bir sedir halısı olduk seninle!
Volkan Kemal
Aralık 2002