cafrande.org
Kalabalık bir
topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi.
Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı
pencereleri filân hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli
yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir
garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına
üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde
mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte, başkaları adına sevap
işleyemezdi; ayrıca, ne kırmızı cüppeli bir müneccime benzeyen ihtiyar gibi
tekerlekli ve meşin duvarlı ve öğle tatilinde ön duvarı bir kepenk olup
sahibini kapatıveren kulübede yaşıyordu, ne de şişman kötürüm gibi nazar
boncuklarını ve tespihlerini ve çakmak taşlarını artık satamadığı anda gaz
pedalına basıp motosikletli tezgâhıyla oradan hemen uzaklaşabilirdi. Sermayesi
ve görünür bir sakatlığı yoktu.
Belki, yoldan
geçen birini durdurup, hastaneden yeni çıktığını ve hemşerisi inşaat çavuşuna
gidecek parası olmadığını söyleyerek köylü taklidi yapabilirdi; fakat,
konuşmadığı için, bu bakımdan da basan kazanması oldukça güçtü. Caminin
duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz
avucunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve
mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen cinsel ve
dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran ve ağaç
gövdelerine sarılan gazetelerin ve makbuz mukabili iyilik işleriyle
uğraşanların yoğunlaştığı sırada, onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir
kadın, bu gönülsüz dilencinin avucunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki
de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdığı için
paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı
için avucunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, günün ilk hayırseveri biraz
uzaklaştıktan sonra olmuştu. Kadın onun yüzüne bakarken, bilerek ya da
bilmeyerek hiç oynatmamıştı gözbebeklerini. Bu yüzden ilk müşterisi onu kör
sanmıştı. Avucuna düşen başka bir paranın sesiyle kendine gelir gibi oldu:
Kendisi gibi elbisesi yırtık, sakalı uzamış bir adam gördü başını kaldırınca.
Sonra, eski bir halıdan yapılmış torbasını sinirli hareketlerle karıştırarak
bozuk para çantasını arayan genç kız çıktı karşısına; büyük bir para elini ağırlaştırdı,
öteki bütün paraları kapadı.
Kucağındaki
kundak çocuğuyla karanlık bir kadın çömeldi yanına. Bir süre, iki leke gibi,
duvara dayalı durdular. Sonra, açık leke avlunun ortasına doğru yürüdü. Kırmızı
cüppeli ihtiyarın kulübesinden bir baston uzandı bacaklarına; neredeyse
düşecekti. “Beni gölgeye götür delikanlı,”
diye söylendi ihtiyar, aksi bir sesle. Kulübesi, tekerleklerin doğrultusunda
itilince, “Oraya değil,” diye tepindi kırmızılı müneccim ve dışarı çıktı;
istediği yöne çevirdiler tekerlekleri.
İhtiyar,
kulübesinin açık yanını hırsla örttü; başka bir duvarından küçük bir pencere
açtı. Oradan öfkeyle baktı avluya.
Gölgede bıraktı
ihtiyarı; gitti duvara yaslandı ve paralarını seyretti.
“Sağlam adamsın;
utanmıyor musun dilenmeye?” Şişman bir adam duruyordu yanı başında: “Bir iş
verilse çalışmazsın.” Şişmanın yerde duran bavuluna baktı, iki eliyle tutup
kaldırmaya çalıştı yükü; başaramadı. Sonra bir hamal gördü uzakta, becerikli.
Onun gibi yaptı: Çömelerek sırtını bavula dayadı, sapı kavradı; olmadı. Şişman
adamın da yardımıyla yüklendi sonunda.
Yolda, “iki
buçuk liradan fazla vermem,” dedi ince sesiyle şişman. Yan yana yürüdüler.
Rıhtıma yaklaşınca sırtındaki yükle birlikte yere çöktü. Bavul sahibi durdu ve
bir süre kararsız kaldı; sonra uzattı parayı. Galiba ona biraz acımıştı. Vapura
da girebilirdi ayrı bir ücretle; fakat, hamallar örgütünün duvarını yaramadı.
Sonra, vapur iskelesinin duvarında dilendi biraz. Yeniden yük taşıma ihtimali belirince
caddeye doğru itildi. Biraz hırpalanmıştı, hafifçe sallanıyordu olduğu yerde.
Onu, günün bu saatinde sarhoş olmakla suçlayanlar çıktı; gene de oldukça iyi iş
yaptı. Sonra gene bavul, sandık filân (rıhtıma kadar). Onu sağlam sananlarla
sakat sananlar arasında gitti geldi. Belki daha çalışacaktı. Fakat, iyi giyimli
bir bay, ona para vermek için tam elini cebine soktuğu sırada, yanlarından
geçen bir kadının kucağındaki çocuk bu kılıksız adama, bakarak ağlamaya
başlayınca parayı beklemeden yürüdü; hemen karşı kaldırıma geçti.
Cami avlusuna
gelince bir kemerin altına girdi, loş ve serin duvarın dibinde parasını saydı;
sonra karşı duvardaki simitçiye bütünletti, biraz da bozuk para kaldı. Yürüdü,
kalabalık bir sokağa çıktı; insanların arasına karıştı yeniden. Yorgun ve terli
iki hamalın ortasında duran oymalı, yaldızlı büyük bir boy aynasında kendini
seyretti: Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin
kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan
gömleğinin parçalarını üst üste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi
çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve
çorapsız ayaklarına geçirmiş olduğu lastikleri seyredemedi. Yavaş yavaş yürüdü;
dar ve kalabalık sokaklardan, dar ve kalabalık sokaklara geçti. Yürüyen
insanların gürültüsüne sokak satıcılarının sesleri katıldı. Sonra satıcılar,
belirli ve sabit yerler almaya başladılar kaldırımlarda: Önce kısa ayaklı
tezgâhlar göründü; tezgâhlar yükseldi, sırıklar ve tentelerle donandı. Güneş ve
binaların üst katları kayboldu; sıcak azaldı ve sokakların üzerinde yürüyecek
yer kalmadı. Nereye asıldıkları belli olmayan elbiselerin ve kumaşların arasına
sıkıştı; durmak zorunda kaldı. Rüzgârın ya da gelip geçenlerin salladığı beyaz bir
manto süründü yüzüne. Uzun ve aydınlık bir manto. Kloş etekli, kocaman düğmeli
bir hayalet; geniş yakalı, serin.
Hafif bir rüzgâr
çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz
dalgalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış
olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı. Onu seyreden satıcı,
sessizliği bozdu sonunda: “Ne o? Satın mı alacaksın?” Karşılık vermedi.
Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yarı kurnaz, yarı ilgisiz bir ifade
vardı. Önce satıcıya, sonra tekrar mantoya baktı, elini cebine soktu. “Dur
bakalım, bir giydirelim hele.” Çevresine bakındı satıcı, oyuna katılacak
birilerini aradı. Karşı kaldırımdaki küçük meyhaneden bir adam izliyordu
onları; dirsekleri tezgâha dayalı, elinde birası, gülmeye hazır bekliyordu.
Başka ilgilenen yoktu.
Manto vücuduna
yapıştı. Satıcı hızla çevirdi onu; etekler dönerek açıldı. Meyhanedeki adam bu
kadarını beklemiyordu; birden gülmek zorunda kaldığı için ağzındaki bütün
birayı ileri püskürttü. Satıcı kendine geldi: “Kadın mantosu bu, hemşerim; sana
olmaz.” Mantoyu aceleyle çıkarmak istedi müşterinin üstünden. Satıcının elini
itti yavaşça; mantonun içinde, telâşla pantolonunun cebini aradı. “Çok pahalı,
sen alamazsın,” dedi satıcı son bir çabayla. Yüz elli lira. Kadın mantosu. Deli
misin sen?” Satıcıyı dinlemiyordu. Bütün parasını uzattı bir top halinde.
Satıcı yığını açtı istemeden; önce içindeki bozuk paraları ayırdı, sonra kâğıt
paraları saydı.
“Kırk beş lira,”
dedi sevinçle. “Dünyada olmaz. Çıkar mantoyu.” Çıkarmadı.
“Yüz yirmi beş
lira maliyeti var,” diye tepindi satıcı. İlgilenmiyordu satıcıyla. Eteklerinin
nereye kadar indiğine bakıyordu: Ayak bileklerine geliyordu neredeyse.
“Gülünç
olursun,” diye diretti satıcı. “Yüz liraya verdik diyelim. Nerede para?”
Meyhanedeki adam kendine gelmişti. Göğsündeki sancı geçmişti. Fakat gülmek de
gittikçe zorlaşıyordu. Bununla birlikle, satıcıyı tuttuğunu belirten gözlerle
izliyordu olayı. Satıcının neşesi kaçmıştı; sadece, durdurulması güç inadı
kalmıştı ortada. “Otuz lira daha ver öyleyse,” dedi. “Başına geleceklere de
karışmam.”
Beyaz mantosuyla
topuklarının çevresinde döndü; ilk defa gülümsedi çevresine bakarak. Sonra,
sanki bir daha hiç gülümsemeyecekmiş gibi mahzunlaştı birden. Meyhanedeki
müşteri, olaya sırtını çevirdi. Satıcı yalnız kalmıştı. “Allah belânı versin,”
dedi. “Al şu pis bozukluklarını da.” Mantonun cebindeki eli çıkardı dışarı ve
madeni paraları bir bir içine koydu. “Şimdi artık inanmazsın ama, bu sabah
ihtiyar bir kadın getirmişti; vallahi tam otuz beş lira verdim bu mantoya.
Kadın eşyası bu, kolay satılmaz ki.” Sesi öfkeliydi.
Beyaz mantosuyla
kalabalığa karıştı. Tentelerin bittiği yerde gökyüzüne baktı. Yerdeki bir su
birikintisinden güneşle birlikte yansıdı. Sonra su birikintisi kalabalıklaştı;
lekesiz görüntüsünü, irili ufaklı gölgeler çevirdi. Mantosunu seyretmek için
eğilince, henüz şaşkınlığı geçmemiş ve onu nasıl karşılamak gerekliğini
bilemeyen topluluğu gördü suyun içinde. Mantosunun eteklerini kirletmemek için
su birikintisinin çevresinden dolaştı. Onu doğrudan doğruya izlemek isteyenler
suyu geçmeye çalışırken ıslanarak yarı yolda kaldılar.
Arkasına
bakmıyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Konuşulmuyordu; fakat ne de olsa topluluğa
katılanlar gittikçe arttığı için hafif bir uğultu geliyordu peşinden. Yüksek
duvarlarla çevrili küçük bir cami avlusunu geçtiler. Meydandaki kahvenin
gölgesinde serinlemek için kalanlar olduysa da, çaylarını çoktan bitirerek ne
yapacağını bilemeyenler onların yerini aldı. Çok kalabalık sayılmazlardı; gene de,
avlunun kemerli kapısını geçerken hafif bir itişme oldu. Sonra, karşılarına
çıkan beklenmedik birkaç basamaktan inilirken yaşlıca bir adam, iki çocuğun
üstüne düştü. Küçük bir karışıklık çıktı. Bazıları da duvarlardaki, işçi arayan
yüzlerce ilana kapıldı bir süre. Kısa bir duraklama dönemi geçirildi. İki duvar
arasına sıkışmış basamaklardan kurtularak genişledikleri zaman biraz
ferahladılar doğrusu; fakat, mantolu adamı bulamadılar. Gitmişti. Bazı küçük
tartışmalar çıktı; iş arayanlara ve henüz, düştüğü basamaktan kalkma fırsatını
bulamayan ihtiyara çatıldı. Bir sonuç alınamadığı için kalabalık dağıldı.
Yakıcı bir güneş
vardı. Adımlarını yavaşlattığı halde, alnından kayan ter damlaları sakalını
ıslatıyordu. Büyük bir köprünün üstünde parmaklıklara yaslanarak bir tarak
satıcısının gölgesine sığındı. Mantosuyla, sakalıyla ve gelip geçenlerin
üzerinden aşan bakışlarıyla satıcıya yararı dokundu; işsiz güçsüz takımından,
onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar, tam orada dinlenmeyi
uygun buldular. Birkaç tarak satıldı bu arada. Hareketsiz, ifadesiz, öylece
durduğu için önce yanına yaklaşamadılar. En çok konuşulan yabancı dilden
bildikleri birkaç kelimeyi onun üstünde deneyenler çıktı. “Bu adam turist
değil,” dedi birisi. “Kendini yutturmaya çalışıyor.” Bir başkası da yabancı
dilden bir küfürle yokladı onu. Karşılık alınamadı. Cebinden Amerikan
sigaraları görünen bir tombalacı, “Yok yahu, bu herif İngiliz,” dedi. O dilden
de küfür edildi. Sonra ona dokundular, mantosunun eteklerini çekiştirdiler, canlı
olduğu anlaşıldı. Yürüdü, oradan uzaklaştı.
Köprü uzundu;
başka satıcıların yanında da dikildi bir süre. Hattâ bir tanesi, filtreli
sigaralar satan kasketli bir genç, kendi yerine bıraktı onu, çişe giderken. O
kısa süre içinde beş paket sigara, üç kibrit satıldı. Satıcı dönünce de birer
filtreli sigara yaktılar kendi tezgâhlarından; parmaklıklara dayanıp, balık
tutanları seyrettiler konuşmadan. Mantosunun üst iki düğmesini çözdü, gene de
serinleyemedi. Alnına biriken terleri mantosunun geniş yakasıyla sildi.
Köprünün ucuna çevirdi gözlerini; karanlık sokaklar vardı orada. Mantosunu
ilikledi, eliyle belirsiz bir hareket yaptı satıcıya ve ayrıldı oradan.
Yüksek binaların
koruduğu dar bir sokakla bir vitrinin önünde durdu. Kendini seyretti.
Kumaşların, elbiselerin ve satıcıların dükkânlardan taştığı bir sokaktaydı.
Müşterilerin yolu kesiliyordu. Bir süre sonra, vitrinin gerisinden
gözetlendiğini sezdi. Şişman dükkân sahibi, düşünceli küçük gözleriyle onu
süzüyordu. Sonra, geniş bir gülümseme kapladı yuvarlak yüzü; gözler kısıldı,
kayboldu. “Baksana sen buraya,” diye seslendi, şişman gövdesiyle kapıyı
tutarak. “Nereden buldun o mantoyu?” Baktı; karşılık vermedi. Başka birisi
yaklaştı o sırada yanma, kolundan tuttu. “Hey mister!” dedi. Anlamadığı dilden
bir şeyler anlattı. Olmadı. Sözlerini elleriyle destekledi; ayrıca, kollarıyla
da açıklamaya çalıştı ne istediğini. Olmadı. Yerde duran bavulunu açtı, saydam
kâğıtlara sarılı gömlekler çıkardı içinden ve mantolu adamın eline tutuşturdu.
Parmağını mantonun büyük düğmelerinden birine dayadı, “Sen turist,” dedi. “Sen
getirmek gömlek Fransa Almanya. Yok para. Satmak.” Gene de anlaşıldığından
kuşkuluydu. Onu vitrinin önünde öylece bıraktı, sokağın köşesine gitti. Şişman
adam, dükkânının kapısında sonucu bekliyordu. Biraz sonra kırmızı pantolonlu,
göğsünün kılları gömleğinin çiçekleri arasından kara bir çalı gibi fışkıran bir
genç durdu önünde; gömleklere baktı: “How much?” dedi. Genç adamın yüzüne
bakıldı sadece. Sokağın köşesindeki asıl satıcı hırsla ayağını yere vurdu.
“Herif esrarkeş,” diye homurdandı. Kıllı genç müşteriyi kaçırmamak için yanına
yaklaşarak, “Sağırdır,” dedi telâşla. “Yüz liraya veriyor.” “Pahalı,” dedi
kırmızı pantolonlu genç. Asıl satıcı, mantolu adamın yüzüne öfkeyle baktı;
kararsız durdu bir süre, sonra kulağını onun ağzına dayadı. “Seksen liraya
indi,” dedi aceleyle. “Ben dilinden anlarım.” Mantolu adam, satıcının
aracılığıyla sessiz bir pazarlık yaptı. Altmış liraya satmış oldu gömleği
sonunda. Bir saatten az bir süre içinde bitti gömlekler. Mantonun cebine on
lira konuldu ve “Goodbye,” denildi, uzatmadığı eli sıkılarak. “Çok şahane!”
diye bağırdı şişman dükkâncı. “İçeri gelsene biraz.” Durdu, düşündü: “Öyle ya,
anlamaz.” Bavullu satıcının yolunu denedi: “Sen gelmek dükkân burada,” dedi ve
daha fazla beklemeden onu kolundan tutup içeri çekti. Tezgâhtarla birlikle bir
süre çevresinde dolaşarak ondan ne yapabileceklerini düşündüler. “Herif de
manken gibi duruyor ortada. Eline kumaş topunu verip sattıramam ya!” Bir süre
daha çevresinde dönüldü. “Manken,” dedi şişman dükkâncı gene, başka söz
bulamadığı için. Bir süre de tezgâhtarla birlikte söylendiler “Manken, manken,”
diye ve çok sonra akıl ettiler onu manken olarak kullanmayı. Bir süre de “Canlı
manken!” diye bağırdılar sevinçle. Sonra onu vitrine doğru ittiler, orada
durması için (ona başka türlü söz dinletilemiyordu ki). Tam vitrinin
çıkıntısına doğru adımını attıracakları sırada, “Ayakları çok kirli, pantolonu
da öyle,” diyerek patronunu uyardı tezgâhtar. Onu durdurdular. Ayakkabılarının
üstüne ve pantolonunun alt tarafına biraz beyaz bez sarıldı. Mantonun
örtemediği kısımlarıyla müzedeki bir mumyaya benzer gibi oldu. Kollarından
tutup vitrine çıkardılar. “Böyle put gibi durmasın,” dedi tezgâhtar. “Güzel bir
poz verelim ona.” Gene düşündüler. “Kollarını açalım,” dedi patron. “Vitrini
doldursun.” “Yorulur, kollarını oynatıp durur.” Naylon iplerle tavana asmaya
karar verdiler sonunda kolları. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi
vitrinin üstündeki bir çiviye tut¬turdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları
bir rafa yerleştirdiler. Onların çalışmasını seyretmeye başladı birkaç kişi.
Sonra, vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. “Cansız bu, kukla,”
diyenler çıktı. Tezgâhtar, kapının önünde bağırıyordu: “Canlı manken mağazasına
buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün. İşte, büyük fedakârlıklarla
Kuzey Kutbu’ndan getirtmiş bulunduğumuz Canlı İsveç Mankeni, bu sıcağa ancak
hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. İşte, koca manto, onu
terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı
ve en gerçek reklamı yapmaktadır. Saran Kumaşları yalnız mağazamızda.
Mallarımızın ve mankenlerimizin taklitlerinden sakınınız. Israrla arayınız!”
Önce, onu
yakından görmek isteyenler içeri girdi. Bir kadın, ağlayan çocuğunu omzuna
çıkararak kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Sonra kumaşlara da baktılar. Genç
kadınlar onun mantosunu da tuttular, aynı kumaştan olup olmadığını anlamak
için. Mantonun etekleri açıldı, pantolonun yırtık dizleri göründü. Tezgâhtar,
müşterinin az olduğu bir sırada onun iki bacağına bir kumaş daha sardı. Patron
da kloş etekleri açarak ona yardım etti. Eteklerin bu durumu ikisinin de hoşuna
gitti ve yelpaze gibi açılmış uçları iğneyle oraya buraya tutturdular. Mantolu
adam bütün vitrini kaplamıştı. Ondan başka hiçbir şey görünmüyordu. Bunun
üzerine, omzundan, kollarından biraz kumaş sarkıttılar.
O gün öğle
tatiline kadar iyi iş yapıldı. Tezgâhta yemek için oturup sefertaslarını
açtıkları zaman, “Ona da bir şeyler vermeli,” dedi patron. “Yığılır kalır sonra.”
Vitrine gitti, onu çözdü, serbest bıraktı. Altına bir tabure çektiler tezgâhın
önünde. Sefertasının kapağına kuru fasulyeden ve makarnadan biraz koydular; iki
küçük parça ekmeği çatal gibi kullanarak yemeğini yedi. Dükkânın arkasındaki
lavabodan, musluğa elini uzatarak biraz su içti. Yere oturdu, sırtını tezgaha
dayadı; ona bir sigara verdiler. Biraz saygı uyandırmış olmalı ki, patron yaktı
sigarasını. Sonra omzuna vurdu ve tezgâhtara döndü, “İşimize yaradı, değil mi?”
diyerek güldü. “Yoruldun mu?” dedi tezgâhtar, patrona bakarak. Karşılık
vermediği için onunla konuşmak zor oluyordu. Sigarasını bitirdi, bir süre daha
oturdu. Sonra yavaşça doğrularak kalktı, kapıya yöneldi. “Nereye gidiyorsun?”
diye bağırdı patron. “Fena mı, para kazanıyorsun işte.” Durmadı. Arkasından
koştular, cebine biraz para sıkıştırdılar. Patronun, mantonun üstünde unuttuğu
iğnelerle ve kollarından sarkan iplerle, beyaz bezler sarılı ayakkabılarını
sürükleyerek yürüdü gitti. Omzunda kalan küçük bir kumaş parçası da sokağın
köşesini dönerken yere düştü.
Dik bir yokuşun
başına gelince durdu. Kaldırımın kenarına oturdu. Elinin tersiyle alnına
biriken terleri sildi. Çevresine baktı: İlerde, bir elektrik direğine
tutturulmuş otobüs durağı levhasına takıldı gözleri. Ayağa kalktı, bir iki adım
attı, gene durdu. Tezgâhtarın ayağına sardığı bezler çözülmeye başlamıştı.
Belindeki ipi çıkardı, yere koydu. Kaldırımın kenarında duran bir taşla ipi
ortasından ezerek ikiye ayırdı, sargıların üstüne bağladı. Durağa doğru
yürürken, mantosunun üstünden pantolonunu çekiştirdi durdu. Bir yoğurtçu geçti
yanından; durağın arkasındaki eski bir evin kapısından girerken ona çarptı.
Mantolu adam sendeledi, kapıya baktı; karanlık bir avluda kayboldu yoğurtçu.
Sonra esmer, kara gözlüklü, dökülmüş siyah saçları yağdan birbirine yapışmış
bir baş çıkmaya başladı kaldırımın içinden. Mantolu adam baktı; Birkaç
basamakla inilen bir boşluk gördü yerin altında. Gözlüklü kafa büyüdü,
yükseldi; bir adam oldu. Kolunda bir sürü kemer taşıyan eskimiş bir adam. Koyu
renkli bir kemere uzattı elini mantolu dilenci. Mantosunun düğmelerini çözdü;
fakat, kemeri geçirecek bir yer bulamadı pantolonunun belinde. Biraz yukarı
çekiştirmek istedi pantolonunu; alt taraftaki sargılar, ipler izin vermedi.
Ümitsizlikle kemerciye baktı; sonra da kemere baktılar birlikle. Kemerci,
çıktığı deliğe yöneldi, bir süre kayboldu. Kocaman çengelli iğnelerden yapılmış
bir zinciri tutarak çıktı ortaya. Pantolonunun beli mantonun iç kısmına bu
iğnelerle tutturuldu. “Üstüne takarsın kemeri artık,” dedi gülerek. “Daha
fiyakalı olur.” Öyle yaptılar. Mantosunun cebinden çıkardığı kâğıt paralardan
birini uzattı. Kemerci paraya baktı, sonra aldı ve yandaki bakkala girdi.
Paranın üstü, bir şişe ucuz şarap ve küçük bir kutu domates salçasıyla çıktı
dışarı. Paranın üstünü verdi, şarabıyla salçasını deliğinin yanına koydu;
birkaç yudum içtikten sonra mantolu adama uzattı şişeyi. Onun almadığını
görünce, tekrar yerin altında kayboldu. İçerken insanın ağzını kesmesin diye
kenarları düzeltilmiş boş bir konserve kutusuyla döndü. Teneke, şarapla
dolduruldu mantolu adam için. Deliğe inen merdivenin duvarına oturdular,
ayaklarını aşağı sarkıttılar, birlikte içtiler. Bu arada bir otobüs kaçırıldı;
ikinci otobüs gelmeden de şarap bitti. Otobüse birlikte bindiler. Paraları
kemerci verdi ve yokuşun üst başında, mantolu adamdan iki durak önce indi.
Arka sahanlıkta
yalnız kalınca ileri yürüdü. Şoförün yanına varmak üzereyken bir fren sırasında
ön koltuklardan birine oturdu istemeden. Karşı sırada oturan bir adam
gülümsüyordu. Önce aldırmadı gülümseyen adama. Fakat gülümseme bitmedi.
Telâşlandı, kemerini düzeltti. Gülümseme bir türlü durmuyordu. Yakasına,
eteklerine, sargıların üzerindeki iplere baktı; Hayır, çözülmemişti. Uygunsuz
bir durumu yoktu kılığının, biraz ferahladı. Gülümseyen adama tatlı gözlerle
baktı. Kendisine bakılmadan gülümsendiğini anladı sonunda. Cebindeki küçük bir
radyonun ince bir telle sol kulağına taşıdığı ve otobüste kendisinden başka
kimsenin bilmediği bir müziğe gülümsüyordu adam.
Geniş bir
meydanda otobüsten indi. Küçük bir boyacı, sandığını koydu yanına. “Tozunu
alalım mı abi?” dedi. Ayağını özenle koydu sandığın üstüne; sargıların
arasında¬ki kirler, beyaz bir fırçayla özenilerek temizlendi. Sonra,
güvercinler için mısır aldı; kollarını iki yana açarak serpti kuşlara. Parkın girişindeki
duvarın üstünde oturan kasketli bir genç, yanındakine, “Put gibi olmuş, şuna
bak,” dedi. “Çarmıh,” diye düzeltti öteki. Güldüler.
Parkın kapısında
‘Otuz iki dişe, keman çaldıran’ bir şişe gazoz içti. Gölgedeki banklardan
birine oturdu. Bir ihtiyarın, dişleri olmadığı için, pek anlaşılmayan
dertlerini dinledi. Derli toplu insanlar, dinlenmek için başka yerlere
gittiklerinden kimseye garip görünmedi kılığı, kimsenin gözüne çarpmadı.
Sonunda, ihtiyarın isteği üzerine, onu durağa götürdü koluna girerek. Parktan
çıkarken gene peşine takıldılar. Önce çocuklar. Durağa oldukça kalabalık
geldiler. “Allah belasını versin bu pis yabancıların,” dedi birisi; gömleğini
pantolonunun üstüne çıkarmış, bütün yüzü bıyık içinde kara bir adam. “Bedava
yaşıyorlar bu ülkede.” Arabasının kapısına dayanmış, müşteri beklerken, yağlı,
kıymalı bir şeyler yiyen şoför de bu düşünceye hak verdi; “Paramızın değeri de
bu yüzden düşüyor abi.” İhtiyar, mantolu adamın kolunu çekti, “Beni karşıya
geçirin,” dedi. Bir taksi geçerken onlara hafifçe dokundu, durdukları halde.
Dönüp baktılar. “Ne bakıyorsun?” dedi, pencereden uzanan kafa. Geri çekildiler,
onları izleyen kalabalığa çarptılar. İhtiyar, mantoyu çekiştirip duruyordu.
Hızla geçen arabalar yüzünden bir türlü ulaşamadılar karşıya. Bir iki atılıştan
sonra kaldırımın kenarına sığındılar. “Hepsi de esrarkeş bunların. Ezersin
başına belâ.” Şoförle bıyıklı birer sigara yaktılar. “Adama bak,” dedi bir
kadın kocasına. Baktılar. “Çocuklar kâğıttan kuyruk takmışlar arkasına.”
Güldüler. Çocuklarla arabaların arasına sıkışıp kalmıştı; ihtiyar adamı
bulamadı. Kalabalık arttı. “Ayakları sargı içinde.” “Cüzzamlı olmasın.”
İtişerek çekildiler. Hiçbir şeyden korkmayan çocuklar, yani çocukların hepsi,
eleklerini tutarak çevirdiler onu. “Karnına çengelli iğneler takmış.”
“Kollarına ipler bağlı.” “Sakın tımarhaneden kaçmış olmasın.” “Deli bu,
mantonun üstüne taktığı kemere bakın.” “Manto mu?” “Kadın mı?” “Ne kadını?
Kafadan manyak.” “Polis çağırın ” Gözlerden kurtulmak için başını kaldırdı.
İlerde, köprünün üstünde bir adam onun filmini çekiyordu. “Abi bunlar filim
çeviriyorlar.” Bütün gözler köprüye çevrildi. Bu kısa süreden yararlandı,
sırtını köprüye döndü, adımlarını hızlandırdı. Sonra koşmaya başladı. Uzaktan
hızla geçen bir trene doğru koştu; bir duvardan atlarken düştü, bir tel örgü
elini kanattı. Demiryoluna ulaştı sonunda. Hat boyunca ilerledi. İstasyona
vardığı zaman soluk soluğa ve ter içinde yığıldı yere. Kalkarken etekleri
dolaştı ayağına, düştü. Sonra, geri geri giderek uzaklaştı istasyondan.
Kadınlar helasının duvarına dayandı. Bir iki tren geçti, istasyon tenhalaştı. O
zaman gişeye yürüdü. Gişedeki memur onun suratına baktı ve bu konuşmayan adama
ikinci mevki bir bilet verdi. Trende, sarı tahtaların üstünde, kendisi gibi
kirli, kendisi gibi yorgun, kendisi gibi çevreye ilgisiz insanlarla birlikte
yolculuk etti. Yasak levhasına rağmen onlarla birlikte, onların ikram ettiği
sigarayı içti. Pencereden denizin göründüğü bir istasyonda da trenden indi.
Üzerinde ‘Halk Plajı’ yazılı bir kapıdan girdi. Kumların üstünde bir süre
dolaştıktan sonra, yün ören ihtiyar bir kadının boş bıraktığı sandalyeye
oturdu. Önce, kumda top oynayan gençlerin ilgisini çekti. Birbirlerini iterek
onu işaret ettiler. Kafasına bir iki top attılar. Bir toptan kaçmak isterken
sandalyesiyle birlikte yere yıkıldı. Çevresine toplandılar. Çıplak bacakların
duvarından ürktü, gözlerini kapadı. “Sarası var,” dedi öndeki gençlerden biri.
“Ayakları da sargılı. Kötü bir hastalığı olmalı,” diyerek geri çekildi yassı
burunlu bir genç kız. Kalabalık büyüdü, arka sıralara düşenler onu görmek için
iliştiler; çevresindeki çember daraldı. Ayağa kalkmadı artık. Üçüncü sırada
duran uzun bıyıklı bir genç, kalabalığı yardı. “Ne bunaltıyorsunuz hasta
ada¬mı,” diyerek ön sıradakileri itti. Onların yerini hemen başkaları aldı.
Kalabalık, bir bütün olarak, yere çakılmış gibi hiç kımıldamadı. Konuşmadılar
da. Sadece seyrettiler onu. “Bacaklarını havaya kaldırın,” diye bağırdı arkadan
biri. “Suları aksın.” Bu sözleri duyan bir görevli, duruma el koymanın zamanı
geldiğini düşünerek, boğulmakla olan adama gerekli müdahaleyi yapmak üzere ön
safa geçti. Kızgın kumlar ve manto ve kemer ve sargılar yerdeki adamı
yakı¬yordu; kalabalık da hava almasını engelliyordu; artık, yüzünden akan
terleri silmiyordu. Onun uygunsuz durumunu tespit eden görevli, mantolu adamı
uyardı: “Bu kılıkla bulunamazsın burada.” “Mantosunu çıkarsın!” diye bağırdı ön
sıradan biri, vücudu kumlarla sıvanmış gibi kıllı bir karaltı. “Belki de içinde
bir şey yoktur,” dedi mahzun görünüşlü bir genç, yanındakine. “Ben buna benzer
bir şey okumuştum bir yerde.” “Burayı hemen terk edin,” diye diretti görevli.
“Halkın huzurunu ihlâl etmeye hakkınız yok.” Uzun bıyıklı genç onu savundu:
“Elbiseyle oturabilir. Buna bir engel yok.” “Kadın mantosu!” “Sapık herif” diye
bağıranlar oldu. “Dışarı!” diyerek kolundan tutup yerdeki adamı kaldırmaya
çalıştı görevli. “Kendi gider,” dedi bıyıklı genç. “Bırak adamın kolunu.” Beyaz
mantolu adam doğruldu, kalabalığın üstüne yürüdü; hemen açıldılar, geçebileceği
kadar bir boşluk bıraktılar halkada. Gözleri yanıyordu terden; yüzü kıpkırmızı
olmuştu. Yürürken sargılar çözülüyordu bacaklarından. “Denize değil!” diye
bağırarak peşinden koştu görevli; bıyıklı genç tarafından yolu kesildi.
Arkalarından koşan kalabalığın içinde kayboldular.
Su, bileklerini
geçince mantosunun eteklerini topladı. Kalabalıktan kurtulmuş olan görevli,
elbisesiyle daha ileri gidemedi. Mantonun etekleri önce suyun üstünde açıldı
sonra ağırlaşıp battı. “Dur!” diye bağırdı uzun bıyıklı genç. “Boşver abi,”
dediler. “Fazla ileri gitmez.” Deniz sığdı; bütün manto suyun içinde kaybolduğu
zaman kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Fazla ileri gitmişti. Yanılmışlardı.
Bıyıklı genç de
çok geç kalmıştı. Beyaz mantolu adamın, boyunu geçen yere kadar yürüyeceğini
aklına getirmemişti. Yerinden fırladı birden; fakat yetişemedi. Böyle bir
olayla daha önce hiç karşılaşmamıştı. Sonra başka gönüllüler de çıktı. Aramalar
bir sonuç vermedi. Uzun bıyıklı genç kıyıya çıkınca soluk soluğa kumlara
oturdu, elini ağzına siper ederek yere tükürdü, “Amma da hikâye,” dedi.
Oğuz ATAY
Korkuyu
Beklerken Oğuz Atay’ın hikâyelerini yayınladığı eseridir. Kitaba adını veren
“Korkuyu Beklerken” ve “Beyaz Mantolu Adam” adlı hikâyeleri bu derlemede önemli
yer tutar. İlk baskısı Sinan Yayınları tarafından 1973′te, son baskısı da
İletişim Yayınlarının Oğuz Atay Bütün Eserleri Dizisi kapsamında yapılmıştır.