Nasreddin hocaya sormuşlar:
- Hoca efendi, dünyanın merkezi neresidir?
- İşte tam burasıdır!
Bunu derken eşeğinin ön ayağını bastığı yeri göstermiş.
Sonra aradan aylar, yıllar, yüzyıllar geçmiş. Günler geceleri, geceler günleri kovalamış. Güneş kah doğmuş kah batmış, dolanmış durmuş. Gel zaman git zaman, eşekler, katırlar, kervanlar, tüccarlar, ülkeden ülkeye taşıdıkları mallarla ve karşılığında taşıdıkları altınlarla hakikaten dünyanın merkezi olmuşlar. Deniz yolları, tren yolları, karayolları, şehirler, metropoller derken, önlerine gelen her şeyi silip süpürmüşler. Eski dünya gitmiş, eşeğin ayağını bastığı yerden yeni bir dünya doğmuş.
Bu dünya doğduğunda nur topu gibiymiş ama büyüdükçe ele avuca sığmaz olmuş. Görenler “bunda bir tuhaflık var” demişler. Sürekli şişmiş, şişmiş… Her yanından onlarca kolu, bacağı çıkmış, binlerce başlı bir canavara dönüşmüş. Bu canavar önce iki parçaya ayrılmış, sonra beş parçaya, sonunda yüz parça olmuş. Düşen canavarlar birbirini avlamaya başlamış. Zaman zaman yeni dünyalar da doğurmuşlar ama hepsini kendilerine benzetmişler.
Canavar büyüdükçe sinir sistemi gelişiyormuş. Hücreleri eskiden üç-beş komşu hücreyle bağlantılıymış, ama artık yüzlerce binlerce hücre bağ kurabilir hale gelmişler. Canavara kramplar girmeye başlamış. Ne olduğunu anlayamıyormuş. Sonra felçler başlamış. Hastalığından korkuya kapılmış. Sonunda bu canavar ölüm korkusundan başka şey düşünemez olmuş. Kendi hücrelerini yok etmeye çalışıyormuş, felç eden ve felç etmeyen hücreleri ayıklayacağım diye giderek diğer her şeyi unutmuş, aptallaşmış. Hücreleri koparmaya çalışmış, ama hücreler sürekli yeni bağlar kurmuşlar, kurmuşlar…
Bu öykünün devamı henüz yok.
Ya bugün dünyanın merkezi neresi?
13 Ocak 2013
***
Günümüz dünyasında en büyük dert yolunu bulabilmek. Bir yerlere ulaşmaya çalışırken nerede bulunduğumuzu bile çoğu kez şaşırıyoruz artık. Önüne koyduğun hedef bulunduğun yeri de değiştiriyor. Konumunu seni bulacak olanlar belirleyecek. Bir şeyleri bulmak için önce ‘elinle koymak’ gerekiyor. İşin kötüsü, kendimizi konumlandıramadığımız için diğer bütün nesne ve konumlardan da şüphe duyar olmuşuz. ‘Dünya’nın bir adım ötemize kadar yaklaşmasına karşılık, ayağını yere basabilmek herkesin ulaşamadığı bir ayrıcalığa dönüşmüş.
Yaptığımız tartışmalar bir şeylerin nerede nasıl bir araya geldiğinden ziyade, önemli bir şeylerin var olup olmadığına odaklanıyor artık. Hareket edemiyoruz, çünkü sürekli bir ‘zemin’ arayışındayız. Zeminleri de bir bulup bir yitiriyoruz çoğunlukla, bulduğumuz bir zemini alıp Anadolu yakasından alıp Avrupa yakasına kadar bile taşıyamıyoruz. Ev, Okul, Ofis gibi birbiriyle uzlaştırmaktan artık umudu kestiğimiz ‘dünyalar’ arasında çamaşır ipleri gibi gerilmiş duruyoruz. Yumaklar gibi dolanıp karışıyoruz, bazen çözülüp sonra yine karışıyoruz. Sonuç itibariyle çoğumuz bu kocaman yumağın bir köşesinde bir düğümle uğraşıyor. Peki ya yumağın kendisi? O da bir düğüm değil mi? Hangi düğüm içeride hangisi dışarıda kim bilebilir?
İlk ihtiyacımız, uğraştığımız düğümleri konumlandırmak için, bir masaya yayar gibi açıp bakabilmek. Bunun için koordinat eksenleri gerekiyor. Doğu-batı-kuzey-güney diye gerçek coğrafi yönleri de kullanabiliriz, yeni coğrafyalar, yeni dünyalar için yeni yönler de icat edebiliriz. Örneğin Güneş Sistemi’nin bir gezegeni olan Dünya, batıdan doğuya doğru kendi ekseni etrafında döner. İnternet sisteminde bulunan ‘sosyal medya’ dediğimiz dünyalar ise yukarıdan aşağıya doğru ‘zaman’ ekseni boyunca akarlar. Trenler ray üzerinde onu çeken lokomotifin çevrimiyle, kitaplar onu okuyan kişiyi çeken sayfaların çevrimiyle ilerler. Her dünya birbirinden farklıdır, ama bir dünyadaki genel hareketin yönünü adlandırabildiğimizde o dünyaya ayak basabilmişiz demektir.
Ülkelerden, şehirlerden, oralarda bulunan evlerimizden, okullarımızdan, gideceğimiz veya gitmeyeceğimiz binlerce yerden bahsedeceksek, önce onları taşıyan rayları ve onları çekip sürükleyen çevrimleri bulup gösterebilmemiz lazım. Bir uçta gözden kaybolanları, silinip yok olanları sayıp hayıflandığımız kadar, öbür uçtan gelip onların yerini dolduracak olanları da görüp gösterebilmeliyiz.
Bir zamanın umutlu insanları yer yerine göklere bakıyorduysa, yer yerinde dururken elmalar ve saksılar gökten düştüğündendi. Bugün ise ne yer yerinde duruyor, ne de gökten ne düşeceği belli. O zaman dünyalarımızı oluşturan yer ve göklerin yeni koordinatlarını tespit etmemiz gerekiyor.
Bir dünyayı yaratan, onun haritasını çıkaranlardır diyebiliriz. Artık dünyada olup bitenler karşısında şüpheci ve tavırsız halimizden sıyrılmak istiyoruz. Dünyaya veya dünyalara inanmak, onları bulabilmek, zemin alabilmek, ayak basabilmek istiyoruz. O zaman dünyanın veya dünyaların haritalarını çıkarmamız gerekiyor. İlk önce elimizle koyalım, sonra da elimizle koymuş gibi bulalım.
14 Şubat 2013
***
Gezi parkı, yeni bir dünyanın merkezi olarak belirlendi. Tam olarak nasıl oldu bilemiyoruz. Dünyasını yitirmiş yüzbinlerce insan bir gün gelip orayı merkez ilan ediverdi. Merkez seçilince yeni haritalar açıldı, iyi ve kötü nesneler işaretlendi. Parklardan başlayarak işaretlenen bu yeni dünya, bugünlerde sokaklarla, merdivenlerle giderek genişlemekte.
Tabi ki “barış” için çizilen ilk harita değil bu. Birinci ve ikinci dünya savaşlarının ardından da birçok “barış” haritası çizilmişti. O günden bu güne çok sular aktı. Gerçi ne tarafa doğru aktıklarını ancak haritalarımızda işaretleyerek bulabileceğiz.
http://yersizseyler.wordpress.com/2013/09/18/dunyanin-merkezi/#more-1247