Friday, July 19, 2013

Bu benim anne-oğul ensest hikâyem


İsimsiz (erkek)
Bu benim anne-oğul ensest hikâyem. Dindar bir ailede, bir sürü sorunu olan bir ailede doğdum. Dışarıda başka, içeride başka bir şeydik. Aile içinde huzur yoktu. Babam on-sekiz yaşında kendini dine vermiş ama bunun içki ve sigarayı bırakmasında çok az bir etkisi olmuş. Annem, iyi bilinen bir vaizin kızıydı, çok dindar bir aileden geliyordu ve çevresinin hayranlığını nasıl kabul edeceğini öğrenmişti. Babam kayınpederine hayrandı ve annemin hor gören yardımıyla, karısının babası gibi olmaya çalıştı ama pek başaramadı.
Annem hiçbir zaman yüzleşemediği bir sertliği kalbinin derinliklerinde taşıdı. Otoriteden nefret ediyordu, erkeklerden nefret ediyordu, neredeyse herkesten nefret ediyordu, başkalarının çöküşünden zevk alıyordu böylece kendisini iyi hissedebiliyordu. Uyumsuz bir çifttiler, babam günün büyük bir bölümünü sinirli geçiriyordu.
Beş yaşına kadar, annem, beni kendi bedeniyle tanıştırmak zorundaydı. Bu, ilk yıllarda devamlı çevremizde var olan insanlardan dolayıydı. Beş yaşındayken ülkenin daha ıssız bir yerine taşındık, daha az ziyaretçi ve “etrafta takılan” insan vardı. Üç ay kadar boyunca, beni kendi bedeniyle mahremiyet içinde tanıştırmaya hazırdı. Sonra babam evde kalıp tüm çalışmasını evden yürütmeye karar verdi. Babamın bu kararı için Tanrıya sadece şükredebilirim, daha fazla cinselliği kaldırabilecek halde değildim.
Annemle benim ilişkimizin doğası karı kocanınki gibiydi. Güçlü, hassas bir ilişkiydi. Onun sırdaşı, yandaşıydım. Babamın bir şeytan, kötü bir adam olduğunu düşünüyordum. Anneme ondan daha yakın olduğumu hissediyordum. Anneme ne giymesi, ne pişirmesi, ne söylemesi gerektiğini söyleyebilirdim. Kişiliğine, davranışlarına ve görünüşüne, vs. komplimanlar yapıyordum. Bunu benden istiyordu (birinden bunu alması gerekiyordu) ve bu özel ilgi karşılığında benim (ihtiyaçlarımı değil) isteklerimi yerine getiriyordu. Çikolata istesem veriyordu. Pizza istesem pizza yapıyordu. Çiftlik işlerini yapmak istemezsem onları benim için yapıyordu. Beni şımartıyor ve önceliğine koyuyordu. Bu, tabii ki, babamla aramızda gerilim yaratıyordu, o öncelikli olmalıydı. Problem şuydu; babam annemi mutlu ettiğini bildiği için annemle birlikte olmamı istiyordu (bana bunu bile söylemişti), bu yüzden o bizi yalnız bırakmak için gitti, zamanımın çoğunu annemle geçiriyordum. Babamın onur ve saygı ihtiyacı yükseldiği zamanlarda kıskançlık ve bela ortaya çıkıyordu.
Annem, ensestten önce ve sonra, iç çamaşırlarını görmeme izin verecek şekilde giyinirdi. Annem varken Playboy’a kim ihtiyaç duyardı ki? Bedenimle ilgilenmiyordu, yalnızca onun bedeniyle ilgilenmemi istiyordu.
Annemle olanları ensest olarak adlandırıyorum, tecavüz değil. Psikologlar arasında bir erkeğin tecavüze uğrayıp uğrayamayacağı konusunda büyük tartışmalar oluyor. Belki böyle bir şey vardır ama benim yaşadığım ensestti. Annem ilk adımı atmamı bekledi. Tabii ki kendisini bana çekici bir şekilde sundu ama benim ilk adımı atmamı bekleyerek beni suçlulukla lekeledi. Eğer ilk adımı atmasaydım beni görmezden gelecekti ve sonunda kendimi sokakta bulacaktım. Evsiz kalma sürecinde, babam ve çevredeki herkesin, benim hatam yüzünden evsiz kaldığımı düşünmelerini sağlardı. Annem kamusal alanda saygı duyulan bir figürdür, insanları aptal yerine koyar,  sözlerinin ağırlığı vardır. Ayrıca, benim bir kadının ilgisine ihtiyacım vardı, öyleyse neden annemle ilgilenmeyeydim ki. Ödüller bir yere kadar çok büyüktü. Çok ama çok şımartılmıştım. Durum çevre tarafından anlaşılacağı zaman annem beni şımartmayı kesiyordu. Çevre bunu görmek istiyor diye ara sıra babamın koluna giriyordu. Gerçi ben ona duygusal güvenceyi, babam da (bir yere kadar ama benden daha fazla) maddi güvenceyi sağlıyordu dolayısıyla bu nedenle onu da mutlu etmek zorundaydı.
Annem bana zinayı öğretti. Ensesttin en kötü yanı buydu. Duygusal yönden içinde olmasaydım ve bir şekilde uzakta kalabilseydim farklı olacaktı. Ebeveynlerim herhangi bir ilişkinin içine girmemi ve burnumu işi olmayan yerlere sokmamı öğretti. Diğer evliliklerin içine girebilir ve kadınla derinlemesine, beni ilgilendirmeyen, kocasına dair kişisel şeyleri konuşmaya başlayabilirdim. Hep kadınların tarafını tutardım ve erkekleri eleştirirdim. Bu başkalarıyla birçok soruna sebep oldu ve bazen erkekler bana çok kızdı. Kalbimde olanları bilen kadınlar da benden uzak durdu.
Cinsel yönden kadınların ötesine geçtim, annem tarafından, annem için bir ömre yetecek kadar kadınlığa takdim edildim. Kadınlardan tiksinmekle kalmadım, sıkıldım! Neyse, bu başka bir hikaye.
On-sekiz yaşına kadarki birçok yıl boyunca öğrendiğim şey, hala annemin kölesi olduğumdu. Oysaki hayat bize birçok şey öğretiyor ve Tanrı’mın da yardımıyla, kendi babamdan daha farklı bir baba, hayatımı yoluna koydum. Artık ailemle görüşmüyorum. Eski şekilde yürütmek istiyorlar. Sonunda, otuzlarımın sonunda, tekrar kadınlarla ilgilenmeye başladım. Bir gün evleneceğim ve kendimi bir kadına adayıp, sağlıklı bir ilişkinin ürününü toplayacağım. Çok ama çok ıstıraplı olduğu için (bir noktada neredeyse akıl hastası oluyordum) hayatımı tekrar yaşamak istemezdim. Fakat değiştiğim ve annem yaşamama izin verdiği için müteşekkirim.
(Kaynak: malesurvivor.org)

Tuesday, July 9, 2013

Delilik

Hayatına sonbahar girmişti. Gözleri yaprak döken ağaçlar gibi kupkuru olmuştu, içinde uçuşan kelebeklerin ömrü sona ermişti. Tüm organlarının yeri değişmişti sanki. Beyniyle kalbi, kulaklarıyla dudakları, ruhuyla gözleri yer değişmişti. Hiç bir şey anlamıyordu. Keşiflerinin sonu gelmişti ama o noktayı koyamıyordu. Artık sonumuydu tüm gerçeklerin, bilemiyordu. Tek bildiği bu duyduğu gerçek olamazdı, o deli olamazdı. Nasıl olurdu ki bu! Mantıklı konuşan biriydi, arkadaşları arasında hiç huzursuzluk çıkarmazdı sevildiği bile söylenebilirdi. Hem ailesi de onu çok seviyordu nasıl birden delirirdi ki? Su altındaki hava kabarcığı gibi birden ruhundan patlayabilir mi delilik? ‘İnsanı duyunca bile dehşete düşüren bu şey ruhuna sızmış olabilir miydi? ‘ Hep bunu düşünüyordu. Bir yerden kapılmış virüste değildi ki başkasını suçlasın. Alışamıyordu bu kelimeye, deniyordu, cevabını arıyordu, anlamaya çalışıyordu ama bunu sindiremiyordu. Zehirli bir atık gibi midesine oturmuştu ve çıkaramıyordu bu kelimeyi… öfke saçıyordu gözleri ama kime olduğunu da bilmiyordu bu öfkenin. Şimşeklerle aydınlanmış gözlerinde nem oluşmuştu. Gün doğumuyla anlamıştı artık öfkesinin kime olduğunu onun öfkesi hayataydı. Acımasız, merhametsiz, yalancı hayataydı…
SEVDA DENLİ (2011)

Saturday, July 6, 2013

Gençliğin Masumiyeti ve Bir Takım Hikayelerin Savaşı

Son yazım 31 Mayıs sabahının bir körü Gezi Parkı’nı korumak için herkesi meydana çağırmam olmuştu. Ben yazdığımda mesele hala öncelikli olarak parkla ilgiliydi ve o gün her şey değişti. Bu nöbet bir anda polis şiddetinin akıl almaz boyutlara gelmesiyle Türkiye çapında bir direnişe dönüştü. Ondan beridir etrafımda olanları değerlendirme ve ne yaşadığımızı anlama gayreti içindeyim. Bu yolda, bir takım gözlemler ve sorular paylaşmak istiyorum.

Anaakım medyanın içler acısı haliyle ilgili bir durum raporu sunmuştuk size hatırlarsınız. Belki bu başkaldırı biter de yazmak zorunda kalmayız gibi düşünen köşe yazarları bir iki gün sonra yazmaktan başka çareleri kalmayınca kim olduğumuz, ne istediğimiz üzerine analizler döktürmeye başladılar. Her gün zilyon tane yazı okurken, video izlerken farkettim ki kendi ürettiklerimiz dışında bu üretime yapıcı katkısı olan, bu direnişin neyle ilgisi olduğunu anlayan yazar/aydın bir elin parmaklarını geçmiyor.

Derinlikli ve sağduyulu analiz bu yakalara neden uğrayamadı anlamaya çalışıyorum. Bir grup aydın, yazar, entelektüel, vs.nin kendi hayat pratikleri, politik bağ(ım)lılıkları, demode solcu veya sağcı refleksleri ekseninin dışına çıkamayıp, sadece bildikleri kalıplar içinden Gezi Direnişi’ni değerlendirmiş olmaları müthiş bir hazımsızlık yarattı bende. Elbette bu direnişin istatistiksel verilerle ‘şifresini kırmak’ üzere açıklanabileceğini düşünmüyorum, böyle bir analiz peşinde değilim, bilakis. Ancak etraftamızdaki herkesin durumu çok iyi anladığını bildiren, ahkam kesen konuşmaları çok can sıkıcı ve bizi bir adım ileriye götürmeye katkı sağlayan türden değil. Üstelik bu tür analiz ve veriler manipülasyona uğramaya o kadar açık ki. (Bkz. çeşitli anketlerde çıkan çelişkili sonuçlar ve bunların iktidar ve yanlı gazeteler tarafından kullanılışı.)

Daha uç bir grup ise zamanının hızlı solcuları olduklarından mıdır nedir, bugünkü aydınlanmış, post-solculuk yükselişlerinde geçmişin kendilerinde bıraktığı kişisel acıyla nasıl baş edeceklerini bilemeyerek herhalde, etrafa nefret kusan kişiler. Ya da küçümseyici tonundan taviz vermeden, bu ‘çocuk’ların ergen hallerinden, ‘pısırık’ ebeveynlere başkaldırışından dem vuranlar. Zamanında verdikleri mücadeledeki derin katılımlarından ötürü solu anlamış, kitabı kapatmış sayıyorlar sanırım kendilerini. Bu yolda yıllarla edindiğiniz dev ego ve aşmışlık da yanınıza kar kalır. Fatih Özgüven, bu kesime güzelcene sıvadığı Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar adlı harika yazısında geçmişin verilmemiş hesaplarının, ortaya dökülmemiş acılarının yalnızlaştıran, bir köşeyi daha dönünce çıldırtan, tehlikeli yanına işaret ediyor.


Her şeyin seyirlik olabildiği bu ortamda, medyanın neyi seyirlik bulup neyi bulmadığını ve nasıl sergilemeyi seçtiğini tartışırken buradaki esas kavganın hikayeler arasında gerçekleştiğini gördük. Duran adamlar ve duran adamlara karşı duran adamların hikayesi vardı. Eski jenerasyonun bilmişliklerine karşı yeni Y kuşağı fırlamalıkları, ana akım medya karşısında sosyal medya, sözde %50’ye karşı %50 vardı. Direnişçilerin çok sesliliği ne kadar vurgulanmaya çalışılsa da 1 kitlenin hikayesi diğer kitlenin hikayesine karşı oldu. Böylesi, daha rahat anlaşılabilir ve kontrol edilebilir sanıldı. Muktedir hikaye yaratılmaya çalışıldı. Sanırım TC’nin kısa tarihi bu resmi dilin ve muktedir hikayelerin ne kadar fos çıktığını gösteriyor bir süredir. İnsan hiç mi öğrenmez?
 
İlk 3 hafta kafamı karıştıran bir mesele TV programlarında sürekli olarak 90’larda doğmuş olan Y kuşağından bahsedilmesiydi. İki tarafa bölünmüş olduğu düşünülen, düşündürülmek istenen toplumun analistleri günlerce televizyonda direnişin kahramanı Y kuşağını tartıştılar. Kanımca bunun başlıca sebebi, direniş yanlıları için Y kuşağının 28 Şubat pisliğinden muaf olduğunu düşünmeleridir. Bu gençliği öne sürerek davanın masumiyetini ve dolayısıyla meşruiyetini güçlendirdiklerini düşündüler. Darbeden ve e-muhtıradan çok da haberdar olmayan bir gençlik, darbe yapacaklar korkusu ve komplo teorileriyle en iyi başa çıkma yöntemi gibi gözükmüş olabilir.  Direniş karşıtları içinse bu kitle apolitik, tarihsiz, tüketim ve bilgisayar düşkünü, masumane, dolayısıyla olanlardan, ne tür oyunlara alet edildiklerinden, provokatörlerden, darbecilerden bihaber yer yer şımarık, başarısız olmaya mahkum gençlerden oluşuyordu. Bu tür diskurlar direnişin içinde yer alan gençliği aklen sünnet etme çabasından başka nedir?


‘Ay bu çocuk kimden çıktı bilmiyorum’ tadında Y kuşağına çok akıllı, dünya bilgisi olan, teknolojiye hakim Marslılar gibi yaklaşan akademisyenler de, bu kuşağı hedonist, içki ve beden düşkünü ilan eden muhafazakar kafalar kadar düşünceyi derme çatma kuruyorlar. (Gülen de bu kesim için ‘biz bu çocukları unutmuşuz, bunlar da nerden çıktı’ minvalinde bir açıklama yaptıydı. Aynalama.)


Haftasonları çoluk çocuk toplanıp parka gelen, çadırda yaşayan bu mahlukatları hayvanat bahçesi gezer gibi gezen aileler, ‘pardon, çekilir misiniz, şu kareyi çekmek istiyorum da’ diyen insanlar gördük. Bir sürüsünün içinden hortlayan Katatürk askerleri sevdasını (hadi +50’yi muaf tutuyorum diyelim), militarist kafaları, eski devrimci nidalarını, gelip tanışmaya çalışan politikacıları uzağımızda tutmaya çalıştık. Bunları yaparken de kimseyi çukura atmadan, bölmeden yapmaya gayret ettik. Başörtülü kadınları yine politik bir strateji olarak gören ve devrimci Müslümanları hoş gözükür diye veya ‘işte kötü Müslüman’ diye öne sürme niyetindekilerin lokmalarını kursaklarında bırakmaya çabaladık. Doğallığımızdan, bizi sokaklara dökenin kaynağından uzaklaşmamaya çalıştık, hala da çalışıyoruz.

 Bizi dinsiz ve dolayısıyla saygısız gösterme çabası içinde olanların, Dolmabahçe’de camide yaşananları (birkaç gönüllü doktorun yaralıları tedavi etmeye çalışmasını) ‘camiye ayakkabıyla girdiler, içki içtiler’ diye sunmalarına karşı bir takım direnişçinin tepkisi ‘efendim ne münasebet, biz ilk başta ayakkabıyla girmiyorduk ama sonra durum ağırlaşınca, kalabalık artınca ayakkabıyla girmek zorunda kaldık’ gibi kendini aklamaya çalışan, masumiyetlerine inandırmaya çalışan insanlar çıktı. Miraç kandiline saygısını, ‘sakın bu gece içki içmeyin’, diye uyararak gösteren insanlar vardı. Halbuki, Devrimci Müslümanlar, Antikapitalist Müslümanlar ve dini bütün direnen tüm Müslümanlar orada bizzat bunun tersini savunmak için bulunmuyorlar mıydı? Kime, neyi kanıtlamaya çalışıyoruz? Saygı göstermek bu kadar yüzeysel, demokratik toplum da böyle pamuk şeker gibi içi boş bir olgu değildir. Mesele zaten biri Ramazan’da oruç tutuyor, öteki Paskalya’yı kutluyor diye kendi özgürlüklerimizden yaşam tarzımızdan vazgeçmek zorunda olmamak ya da böyle zorundaymış gibi hissetmemek değil miydi?

Akşam yemeklerinde LGBT haklarından, kadın haklarından dem vuran özgürlük savunucusu Cihangir’in önde gelen sakinleri direnişi bulunca o.ç., .bne, a.m.k. diye bağırmayı mazur görenler, hassas beyinlerini nerede bıraktılar acaba? Kendi kendini tuşa getiren bu dili desteklemek bir yana, mazur da göremem. İstersen sütten çıkmış ak kaşık ol, bu medya müsvettesi zaten bir kulp uydurup yalan dolan haber yapmayacak mı? Neyi kurtarmaya çabalıyoruz burada tam olarak? Kendi dilimizi kırarak hangi direnişi besliyoruz?

Körler Meseli (1568), Pieter Bruegel
Körler Meseli (1568), Pieter Bruegel


Burada ihtiyacımız olan şey masumiyet değil. Meydana çıkış sebebimize, dilimize, dostlarımıza ve bizi türlü yollarla ezmeye çalışanlara karşı her zaman dürüst olmak, dik durmak. Stratejik davranmak, yalan söylemek, kıvırtmak bizim yolumuz değil. Meydana çıkışımız da böyle olmadı. Kendimizi ağır ağbilere, devrimcilere, muhafazakarlara, Müslümanlara, politikacılara beğendirmek zorunda değiliz. Bizi şirin, tatlı, aydınlık görüp görmemeleri umurumuzda olmamalı. Kimseye yaranmaya, takdir edilmeye, herhangi bir tür nostaljiden mustariplere huzur ve umut vermeye gelmedik. Meydana çıkışımız bu yüzden değil. Kendimizin, kanı yerde kalmış nice kimselerin, kedilerin köpeklerin, ağaçların, sokakların hakkını aramak. Bu, bizim olan sokakları geri almak çabasıdır. Bu bir adalet arayışıdır. Bu köklü bir muhalefet yaratma çabasıdır. Darbe değildir. Karalama kampanyası değildir. Başkalarının özgürlüklerini çalma çabası değildir. Sağlıklı bir muhalefet oluşturmaya çalışan, özgürlük peşinde koşanlar niçin darbeyi savunsunlar? Bugünkü muhalefetsizliğimizin, faili meçhullarımızın, bastırılmış grupların ve susturulmuş hikayelerin sebebi bizzat bu darbeler değil mi?

Bu süreçte tanıdığım herkesin taksicilerle ilginç sohbetleri oldu. Bir tanesi çok manidar. Arkadaşım 3. köprüye Yavuz Sultan Selim isminin verilmek istenmesine duyduğu kızgınlıktan, katledilmiş binlerce Alevi’den bahsederken, taksicinin ‘Yavuz Sultan Selim öyle şey yapmaz! Ben inanmıyorum!’ çıkışı, bizzat bu hikayeleri ve gerçekleri bastırma ve kişisel inanç ve taraftarlık meselesi haline getirme geleneğinin iyi bir örneği değil mi? Tarihi ideolojik politik ve sosyal bir silah olarak kullanan iktidarların iktidar olma sorumluluğunu şimdiye kadar yerine getirememiş olduklarının göstergesi değil mi?

Yaşadığımız olağanüstü bir durum var. Parktaki yaşam akarken hissettiğimiz benzersizlik, geçmişsiz ve geleceksiz, şahane bir şimdi yarattı. Ancak Gezi Parkı’yla başlayan bu direniş elbette isyanlar tarihinden bağımsız değildir. Hem yakın hem uzak geçmişi vardır. Yakın tarihten Occupy’lar Orta Doğu’daki muhtelif ayaklanmalar, 80’ler, 70’ler ve 68 kuşağı benzetmeleri zaman zaman yerinde olmakla beraber Gezi ve onun etrafında yaşananların neden farklı olduğunu ortaya koymaya yetmiyor, yetemez.

Bir kere Türkiye tarihinde ilk kez bir isyan, direniş, muhalefet, artık adına ne derseniz deyin, farklı bedensel ve cinsel yönelimleri olan ve bunu açıkça ortaya koyan, bir bayrağa mensup olmaya çalışmadan, politik bir çatı altında kendini koruma altına almaya ihtiyaç duymadan kendini özgürce ortaya koyan insan topluluklarını barındırıyor. Hiçbir köklü değişim toplumunun tüm gruplarını kapsamadan gerçekleşemez. Biz önce ‘devrim’ yapalım da kadın haklarını LGBT’leri, çingeneleri sonra düşünürüz diskuru çökmeye mahkumdur. Artık bunu biliyoruz.

‘1968 neydi’ sorusuna Türkiye’den bakmaya çalışan Nadire Mater’in, Sokak Güzeldir kitabında ortaya koyduğu gibi, bırakın LGBT hak ve taleplerinin konuşulmasını, o dönemde ve harekette kadınların görünürlüğü de epey azdı. Kadınların hareketlerdeki katılımı az değildi asla. Ancak öne çıkan, tarihte adına rastladığımız kimseler hep erkekti ve bu erkekler kadın haklarını bir öncelik olarak önlerine katmadan yaptılar ne yaptılarsa. Mater şöyle yazıyor:

…benim 1968’im de dahil herkesin 1968’i birbirine benziyor da benzemiyor da; devrim tahayyülüyle yola çıkan da var, isyanın dışında kalmanın imkansızlığını söyleyen de. Çalışmanın ana gövdesini oluşturan anlatılarda konuşan 15 erkek genelde yılın sarsan, ses getiren eylemlerinin liderleri arasında yer alıyordu, çoğunun isimleri de biliniyor. Konuştuğum 6 kadın da eylemlere katılan, öncülük edenler arasından geliyorlar ama isimleri daha az biliniyor. Çünkü 1968 üzerine kitap yazarken, haber yaparken, panel düzenlerken, televizyon programı hazırlarken sadece erkekler geliyor akla, dolayısıyla ‘68’li Erkekler Konuşuyor’ başlıklı bir faaliyet yok; ‘68’in Kadınları Konuşuyor’ başlıklı bir-iki panel hatırlıyorum. Geçen yıl Fransa’da yaşayan bir arkadaşıma ‘Televizyonlarda, gazetelerde 68’in 40. Yıl anmalarında kadınlara da mikrofon uzatılıyor mu’ diye sorduğumda anında ‘Ne kadar fesatsın’ demekten kendini alamadı. Bir hafta sonra, sanki biraz da sıkılarak ‘Haklıymışsın, senin gözünle baktım, yoklar’ dedi. Yani kadını görünmez kılma çabası, Türkiye’ye özgü değil.

Ancak kadını görünür kılma çabası da ayrı bir hayalkırıklığı unsuru. Misal etrafta gezen ‘Gezi Direnişi’nin Kadınları Çok Güzel’ başlıklı haberler veya sadece bu temadan giden cokguzelsiniz.tumblr (tıklamayın, bildiğiniz şeyler) tipli website veya fotoğraf albümleri, kaş yaptığını sanıp göz çıkaranlardan. Aman da aman ne de cesurlar, ne de güzeller ne de çeşitliler… Taksim Dayanmışması bile (bile diyorum çünkü böyle bir saçmalığı beklemiyorum o ekipten) 16 Haziran tarihli basın açıklaması‘nın ilk cümlesinde  ’15 Haziran akşam saatlerinde emniyet güçlerinin Gezi Parkı’na yapmış olduğu baskını kınıyor, kadın, çocuk ve yaşlıların parkta olduğu sırada, plastik mermiler, yoğun gaz ve ses bombaları ile yaptıkları saldırının bir insanlık suçu olduğunu bildiriyoruz’ diyor.  E hakikaten pes! Basın açıklaması hala bu şekilde duruyor, uyarılara rağmen kimse tenezzül edip de değiştirmemiş.

Şimdi 68 konuşulurken ‘kadın sorunu’ konuşuluyor ve tabii asla cinsel yönelim meseleleri, bastırılmış çember dışı kimlikler ve gruplar konuşulmuyor. Onu takip eden senelerse zaten çok daha karanlık… Geri fırlatılmış bir bomba gibi duruyor önümüzde 68. Ona öykünenler, nostaljisinde boğulanlar, gençliklerini arayanlar veya ondan pişmanlık duyanlar, hatalarıyla bir türlü yüzleşemeyen, hesaplaşamayanlar bir lanet gibi geziyor aramızda. Konuşun, yazın ve dökün her şeyi ortaya. Ancak bunu yaparken Gezi Direnişi’ni alet edip de indirgemeci veya yüceltici tavırlarla direnişimizi zayıflatmaktan vazgeçin lütfen. Gezi Direnişi sizin tarihinizle olan hesaplaşmanız için bir malzeme değildir. Biz şimdiyi sürekli sorguluyor, bir yandan kendimizi ve direnişimizi eleştiriyor, nasıl ilerletebiliriz diye kafa patlatıyoruz. Bunu görmek için anaakım medyaya bakmamanız gerektiğini çoktan öğrenmiş olmanız lazım. Gelebilen buyursun forumlara gelsin, tartışmaya katılsın. Gelemeyen için takip edecekleri bir sürü aklı başında internet sayfası var. Kısacası, yapıcı olmayan eleştirileriniz, tü kaka tavrınız küflü bayat ekmek makamında dağılıyor, ağızda çürük bir tat bırakıyor.


Uzun soluklu bir yolun başındayız. Başlangıç zordu. Şimdi sürdürmek, yayılmak ve kök salmak lazım ve bu çok daha zor. Kimsenin oyununa gelmeden, medyanın ve muktedir hikayelerin çelmesine takılmadan, fişeklerin gazına gelmeden, ölülerimizi unutmadan sağlam bir demokrasi ve muhalefet anlayışını yerleştirmek ve yeşertmek üzere canla başla mücadele etmeye devam etmeliyiz. Kim olduğunu saklamadan, rahatsız edilmeden sokakta gezmek ve sesini duyurmak isteyen, dürüstlüğünden taviz vermeyen ve başkalarının da bu hakkına içtenlikle saygı duyan herkesle bin defa daha sokağa dökülür ve gururla yürürüm. Çünkü demokrasi sokakta başlar; çünkü sokak herkesin ve hepimizin olduğu için çok güzel. Bunu bana gösteren, yaşatan, duruşundan vazgeçmeyen herkese sonsuz teşekkür ederim! Dünya ahiret dostumsunuz. Bu şiir sizlere armağan olsun:
 
MAHALLEMİZDE BOMBA PATLIYOR
Mahallemizde bomba patladı
Martılar çok uçtular
Mahallemizin çığırtkan gözyaşları olup havaya saçıldılar
Bu bir çocuk romanıydı, artık anlaşılmıştı
Çocuk sonunda ölecekti, geleneklerimize göre
Son duası olarak patlamış mısır sunacaktı tanrıya
Bu bir oyun romanıydı, bir araf
Sırtından bıçaklanacaktı daima çocuk
Sendemibrütüs balığı kızartacaktı şiirin kara tavasında
Yanında roka, üstüne tahin helvası
Şangur şungur bir romandı bu, anlaşılmıştı
Gözlerdeki buğu camlar gibi kırılıp inecekti aşağıya.
Biz de ölmüş olabilirdik dedi Leman
Bu söz nedense aklımda kaldı.


Bazı geceler uyanıp sigara içiyorum karanlıkta
Odamdaki aynada yanıp sönen küçük kırmızı bir yıldızım
Musevi bir kadının ruhu dolaşıyor evde, ya da Müslüman
Ya da ateist bilmiyorum
Gelip yamuk tabloları düzeltiyor, biraz çorba içiyor mutfakta
Sanırım yağmuru yapısalcı bir yaklaşımla karşılıyor
Saçma bir kadın, anlaşılmaz
Ama iyidir saçmalamak dostlarını satmaktan
İyidir adanmak, yalandan
Bir çocuk romanı olarak anlaşılmıştım artık.


Didem Madak


Ana görsel: Karnaval ve Perhiz Arasındaki Savaş (1559), Pieter Bruegel.