Sunday, November 1, 2015

Öldüğünü herkes biliyor bir ben bilmiyorum

cetinaltan1Günlerimi, babamın öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum.
Ölümle babamı birlikte algılayamıyorum.
Halbuki ölürken yanındaydım.
Zeynep’le Mehmet elini öpmüşlerdi.
En son ben gelmiştim.
ahmetaltanAydınlık bir odada yatıyordu.
Yüzüne bakmıştım, huzurlu ve sakindi.
Son zamanlarda çok zayıfladığı için parmaklarının üstündeki kılcal damarların kabarıp görünür olduğu elini öpmüştüm, kendimi tutmaya çalışmama rağmen küçük bir dal kırılır gibi bir ses çıkmıştı dudaklarımdan.
Babamın başucunda duran Doktor Fatma, ağlayacağımdan ve beni ağlarken göreceğinden bir an korkup “güçlü olalım” diye fısıldadı.
Çocukluğum boyunca bana anlattığı hikâyelerle “acıyı taşımayı” ve “güçlü olmayı” öğreten bir adamın başucunda ağlamayacağımı, beni babam için ağlarken kimsenin göremeyeceğini bilmiyordu.
Bizi odadan çıkardılar.
Kapıları kapattılar.
Birkaç dakika sonra kapıları açtılar, artık bizi terk etmiş olan babamın yüzünü son kez gördük.
Hafifçe sararmıştı.
Biz hastaneden çıkarken, kapının yanındaki televizyonda “Çetin Altan vefat etti” yazısını gördüm.
Aklımı zorlayan çelişkiyi ilk o anda hissettim, biraz önce babam benim yanımda ölmüştü ama bu haberin yanlış olduğunu düşünmüştüm gördüğümde, bu yanlış bir haberdi ve böyle yanlış bir haberin çıkmasına yol açtığımız için babam bize kızacaktı.
Kerem’le hastanenin otoparkında yürürken haftalardır beni gören otopark görevlisi her zamanki gibi “Hastamız nasıl” dedi.
– Öldü, dedim.
Tek kelimelik bir cevap.
Kerem’e, “Hiç şikayet etmedi” dedim.
Hastalığı boyunca, bir defa bile “kötüyüm” dememişti.
“Nasılsın babacığım” dediğimde, “iyiyim,” diyordu, “bir sıkıntın var mı”, “hayır”, “bir emrin var mı”, “estağfurullah, bir ricam yok oğlum.”
O “estağfurullah” dediğinde hep çok utanıyordum.
amcaltan
Yalnız kaldığımda ‘babam…’ diyordum…
Ama yaklaşan ölüm karşısındaki o aldırmaz duruşu, o alaycı gülüşü ona olan hayranlığımı artrıyordu, hayatının son günlerinde hiç kimse ondan “kötüyüm” sözünü ya da herhangi bir yakınmayı duymadı.
Yalnız kaldığımda “babam…” diyordum kendi kendime, sonunu getiremiyordum bu sözcüğün.
Ben on bir yaşında ülser olmuştum, Afşin Bey mide röntgenimi çekecekti, o zamanlar mide filmini çektirmeden bir gece önce koca bir bardak “baryum” içiliyordu, baryum hayatımda tattığım en korkunç şeydi.
Bardaktan bir yudum almış sonra anneme “Ben bunu içmeyeceğim” demiştim, “Röntgen için içmen lazım” demişti, “röntgen çektirmeyeceğim” “Ama o zaman iyileşemezsin”, “İyileşmeyeceğim.”
Annem bana söz geçiremeyeceğini anlamış, gidip babama durumu anlatmıştı, salonda misafirler vardı, seslerini duyuyordum.
Biraz sonra babam gelmişti.
“Baryumu içmiyormuşsun…”
“Tadı çok kötü.”
Babam bana bakmıştı sonra hiçbir şey söylemeden masanın üstünde duran koca bardağı almış, dibine kadar içmiş, boş bardağı masanın üstüne bırakıp çıkmıştı.
Sesimi çıkarmadan baryumu içmiştim ve hayatım boyunca benim için baba olmanın tarifi, insanın hiç mecbur olmadığı halde o korkunç baryumu oğlu için içmesi olmuştu.
Bu yazıyı yazmak kolay değil benim için, yastayım ben, biliyorum, “ölenle ölünmez”, “hayat devam eder”, hayat devam etsin başkaları için, benim için de bir zaman sonra devam edecek herhalde ama şimdilik bir süreliğine hayatın durmasında bir sakınca yok… Durmuş bir hayatın içinden yazıyorum bu yazıyı… Ve biliyor musunuz neden korkuyorum, bu yazının iyi olmasından korkuyorum, babamın, yazıyı onun ölümünden daha önemli bulduğumu düşünmesinden korkuyorum.
Öyle bulmuyorum çünkü…
“Yazının kutsallığını” öğrenerek büyümemize, “yazıya ihanet etmeyin” öğüdünü hayatımızın en önemli öğüdü olarak kabul etmemize rağmen yazıyı babamın ölümünden daha önemli görmüyorum, babamın bunu bilmesini istiyorum. Bu yazıyı okuyabilirse eğer, “yazı biraz dağınık olmuş” demesini ve saklamaya çalıştığı bir memnuniyetle usulca gülümsemesini istiyorum.
Dedem, babam çok gençken öldü… “Yazı kutsal” olduğu için babam günlük yazısını babasının öldüğü gün de yazmıştı… Ama sanırım bundan pişman olmuştu.
Bir gün bana “Sen, ben öldüğüm gün yazı yazma” demişti.
Yutkunmuştum, cevap bile verememiştim, babamın ölümünden konuşamazdım ben, hiçbir zaman babalarının ölümünden soğukkanlı bir şekilde söz edebilen “mantıklı” insanlardan olamadım, bütün hayatım bir gün babamın ölümünü göreceğim korkusuyla geçti.
Robert Kolej’de okurken, son etütle yatma saati arasında kırk beş dakikalık bir teneffüs vardı, günün belki de en keyifli zamanıydı, ben o kırk beş dakikayı kütüphanenin ön kısmındaki santralda, eve telefon edebilmek için kuyrukta bekleyerek geçirirdim, babamın sesini duymadan rahat uyuyamazdım, onu vuracaklarından korkardım hep.
caltanBabamla sabaha kadar konuşurduk…
Babam geceleri çok geç uyurdu, evde olduğum zamanlar ben de genellikle uyumazdım, ben on dört on beş yaşlarındayken sabaha kadar konuşurduk, bana Hegel’i, Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Feuerbach’ı anlatırdı, Marksizmle Leninizm arasındaki farkı, emperyalizmin yorumlarını, bütün görüşlerin açılarını ayrı ayrı değerlendirerek anlatmaktan yorulmazdı.
Bu konuşmaların arasına, daha sonra benim yazılarımda da kullandığım, bütün hayatımı etkileyen hikâyeler girerdi.
– Kartaca elçisi Roma imparatoruna bir mesaj getirmiş, şöminenin başında konuşurlarken imparator elçiyi işkence yaptırmakla tehdit etmiş, elçi elini şöminedeki ateşin içine soktuktan sonra “Özür dilerim majesteleri, ne diyordunuz” diye söze devam etmiş…
Bu hikâyeleri anlattıktan sonra onları yorumlamazdı ama benim aklıma çakılırdı o sözler.
Seni işkenceyle tehdit ederlerse elini ateşe sok da konuş.
Pautus’un macerasını duyduğumda ise büyülenmiştim.
– Pautus, imparatora karşı ayaklanmış, yakalanmış, idama mahkûm olmuş, o zamanlar Romalı asillere daha aşağı sınıfların dokunması yasak olduğu için, idama mahkûm olan asilleri bir odaya koyar, intihar etmesi için de yanına bir bıçak bırakırlarmış, yakınları kapıda mahkûmun yere düşüşünün sesini bekler, o sesi duyunca içeri girerlermiş… Pautus’u da odaya bir bıçakla koymuşlar, annesi, babası, karısı kapıda bekliyorlarmış… İçerden odayı adımlayan Pautus’un adım sesleri geliyormuş… Ama bir türlü yere düştüğünü duymuyorlarmış… Pautus intihar edemiyor, odanın içinde dolaşıyormuş… Karısı onun korkaklığından çok utanmış, içeri girmiş, masadaki bıçağı almış, karnına saplayıp çıkardıktan sonra kocasına uzatmış, “Pautus, non dole” demiş… Pautus, bak acımıyor.
Ders zihnime kazınmıştı, korkma, korksan da korkunla kimseyi utandırma… Hele seni seven kadını, asla.
Babam, annemi hiç utandırmadı.
Annemi çok kızdırdığı, üzdüğü zamanlar olmuştur ama asla utandırmadı, hayatı boyunca annemin babamdan söz ederken sesinde beliren o gururlu tını hiçbir zaman solmadı.
Bir gece, biz yattıktan sonra gelmişti babam, bizim uyuduğumuzu sanıyorlardı, “İşten ayrıldım Karagöz” dedi, anneme iri siyah gözlerinden dolayı Karagöz derdi, “İyi yapmışsın” dedi annem, “Sadece elli kuruşumuz var” dedi babam, annem inançlı bir kadındı, “olsun Çetin,” dedi, “Allah yardım eder.”
‘Para için yazma’
Ertesi gün, bir sağcı gazeteden teklif geldi, ben yanlarındaydım, konuşmayı dinliyordum, babam teşekkür edip reddetti.
Adam gittikten sonra niye reddettiğini sordum.
– İnsan yazısıyla para kazanmalı, dedi, yazıdan para kazan ama para için yazma… O gazete bize göre değildi.
12 Mart muhtırasından sonra bir sabah polisler babamı almaya geldi.
Hava daha yeni aydınlanıyordu.
Babam, “Ben hazırlanayım” dedi, “Siz bir kahve için.” Polisler şaşırdılar bir an kahve teklifine, babam dalga geçerek güldü, “Korkmayın, rüşvet değildir, evimizde misafir sayılırsınız.”
Aynı sabah İlhan Bey’i de almışlardı, Turhan Selçuk, Mehmet ve ben günlerce kışla kapılarında ikisini aramıştık.
Selimiye’de, subaylar bize bir boşluğa bakar gibi bakarak yanımızdan geçerler, hiçbir sorumuza cevap vermezlerdi, bir gün kalabalık bir subay grubu yanımızdan geçerken arkalarda kalan genç bir teğmen yanıma yaklaşıp hızla “Yukarıdalar, iyiler” deyip uzaklaşmıştı.
Epey sonra babamı ilk kez Maltepe askeri Cezaevi’nde, tel bir kafesin arkasında görmüştük, elini göğsüne koymuştu, bize bakmış, biz ona sormadan o bize sormuştu, “Nasılsınız.”
Bir aslana benzediğini düşünmüştüm.
O görüntüsü hiç aklımdan silinmedi.
Yazı yazan bir adamdı ve hapse atmışlardı. Yazı yazdığı için.
Babam her sabah yazı yazardı, o yazı yazarken kimse sesini çıkarmazdı evde, fısıltıyla konuşurduk, ben onu seyrederdim, yazarken sağ elini hafifçe havaya kaldırır, sanki cümlelere yol veriyormuş gibi sallardı. Ne garip, ben de yazı yazarken aynı hareketi, aynen babam gibi yapıyorum.
caltanmahkemeHer sabah mahkemeye giderdi
Onun gibi, elimi havada sallayarak aklımdaki cümleleri bir düzene sokuyorum.
Yazısını yazdıktan sonra giyinir ve mahkemeye giderdi, neredeyse her sabah giderdi mahkemeye, kimse yazı yazan bir adamın her gün mahkemeye gitmesine şaşmazdı, ben bütün babaların işten önce mahkemeye uğradığını sanırdım.
O yıllarda yazısını yazmadan önce mutlaka İlhan Bey’le telefonla konuşurlardı, ikisi sol hareketin en önde gelen iki yazarıydı ve ben hayatım boyunca iki yazarın o kadar yakın dost olduğunu görmedim.
Turgut Özal döneminde yolları ayrılmıştı, babam Türkiye’nin dünyayla bütünleşmeden, dünyadan kopuk bir biçimde kendi dinamikleriyle ayağa kalkamayacağını düşünüyor, Türkiye’nin mutlaka dünyayla bütünleşmesi gerektiğini savunuyordu.
İlhan Bey ise Özal’ın liberal politikalarına karşıydı.
O sıralarda Mehmet’le ben de yazı yazmaya başlamıştık. İlhan Bey, babamı pas geçiyor ama bize çok sert vuruyordu.
Bir gün Mehmet babama, “İlhan Bey’e cevap vereceğim”, dedi.
Mehmet’in polemiklerde çok sert ve hırpalayıcı bir kalemi vardır, sağlam bir mantık çerçevesi kurar ve muhatabını çok ağır kalem darbeleriyle sarsar. Babam, onun ağır bir yazı yazacağını anladı.
“Sen bilirsin ama bence yapma,” dedi.
Bu iki kelime, “bence yapma” bizim ilişkimizde asla karşı çıkamayacağımız bir sözdü.
Mehmet biraz da sitem eder gibi, “ama çok ağır yazıyor baba” dedi.
“Olsun,” dedi babam, “sen gene de yazma.”
Bizim taraftan İlhan Bey’e hiç sert bir cevap yazılmadı… Babam eski dostunun önünde durmuş, bize izin vermemişti.
Şimdi düşündüğümde iyi de olmuş.
Eski dostların gizli bir soyluluğu bulunur, Mehmet’le benim için çok ağır yazılar yazan İlhan Bey’in yönetimindeki Cumhuriyet gazetesi, bana roman ödülü verdi daha sonra.
Ödül töreninde, ben ödülü almak için sahneye yürürken, İlhan Bey karanlıkta tek başına oturmuş, “Çetin’in serseri oğlunun” ödülü almasını o solgun ve yakışıklı yüzündeki gülümsemeyle izliyordu.
İlhan Bey’in öldüğünü söylediğimde babamın yüzündeki dalgalanmayı görmüş, odadan hemen çıkıp, babamı yalnız bırakmıştım.
İlhan Bey’le o yalnız başına vedalaşmıştı.
O zamanlar, bir “entelektüel sosyete” vardı, müzisyenler, heykeltıraşlar, tiyatrocular, şairler, yazarlar iyi dosttular, sık sık buluşurlardı, İlhan Bey hafif bir tebessümle oturur, babam uzun konuşmalar yapardı. Konuşmayı, anlatmayı severdi.
Çok iyi bir konuşmacıydı babam.
İşçi Partisi zamanında babamla birlikte biz de mitinglere gider, babamı dinlerdik.
“Dostlarım” diye başlardı konuşmasına.
Gür ve etkileyici bir sesi vardı ve gerçekten çok güzel “dostlarım” derdi, bir mitingde galiba on beş defa “dostlarım” demek zorunda kalmıştı, o “dostlarım” diyor, büyük bir alkış patlıyor, o tekrar “dostlarım” diyordu.
Taksim’deki bir mitingde babamın elli bin kişiyi güldürüp, sonra aynı elli bin kişiyi yumrukları havada direnme kararlılığıyla bağırttığını görmüştüm.
Askeri darbe döneminde bir gün süngülü askerler arasında Selimiye’deki askeri mahkemeye yargılamaya getirmişlerdi, salonda Mehmet’le ikimizden başka dinleyici yoktu. Babama söz verdiklerinde babam ayağa kalkıp konuşmaya başlamıştı, gür sesi gittikçe yükseliyor, Selimiye’nin yüksek tavanlı taş koridorlarında çınlıyordu.
Selimiye’deki subaylar bu sesi dinlemek için gelmişler, kapıya bir subay kalabalığı birikmişti.
Askeri mahkemenin reisi olan Albay, denetimi yitirdiğinden korkup birden, “susturun” diye bağırdı, “oturtun,” süngülü askerler babamı omuzlarından bastırıp yerine oturttular.
Hesapsız ve şeffaf bir adamdı
O anda hissettiğim çaresiz öfkeyi hala hissediyorum, fikre cevap veremediği için şiddete başvuran zorbalığa, bu zorbalık kimden gelirse gelsin duyduğum nefret hiç değişmedi.
O zorbaların hepsinin gizli çıkarları olduğunu, yazarların hesapsız cesaretinden ve dürüstlüğünden korktuklarını somut olaylarla görmüştüm.
Babam hesapsız ve şeffaf bir adamdı.
Bir keresinde, “ben en gizli lafımı Taksim’de söylerim” demişti.
Gerçekten düşündüğü her şeyi yazardı, bu düşündüğünün kendisine neye patlayacağına hiç aldırmazdı. Düşünüp de yazmadığı hiçbir şey görmedim.
Kendi taraftarını kaybetmeyi göze alacak kadar büyük bir cesareti vardı, bu bizim gibi ülkelerde çok az rastlanır bir özelliktir, karşı kampla dövüşecek cesur adamlar her zaman bulunur ama kendi taraftarını kaybetmeyi göze alacak adam çok az çıkar.
Yazmaktan vazgeçmedi…
Türkiye’nin kapılarını ilk kez dünyaya açan Özal’ı desteklediğinde çok ağır saldırılarla karşılaştı, eski dostların neredeyse hepsiyle yolları ayrıldı, “döndü” diye yazılar yazıldı, kapaklar çizildi, bir an bile düşündüğünden ve düşündüğünü yazmaktan vazgeçmedi… Tek bir an bu konuda bir tereddüte kapıldığını görmedim.
Babam “dünyayla bütünleşmek” üzerine yazılar yazarken ben de Hürriyet Gazetesi’nin Dış Haberler Şefiydim ve babama saldırdıkları için içim acıyordu… Bir gün teleks tıkırtıları arasında çalışırken Associated Press’in teleksinde “flaş haber” zili çaldı, kalkıp habere baktım.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Gorbaçov’un konuşması geçiyordu ve Gorbaçov, babamın aylardır yazdıklarını neredeyse birebir tekrarlıyordu.
Yazıişlerine bile haber vermeden önce babamı aramıştım, “Gorbaçov senin söylediklerinin aynısını söylüyor, haberi getirtip bir bak.”
O konuşmayla dünyada yeni bir dönem açılmıştı, kimse bunu açıkça söylemese bile bu değişimi yeryüzünde en erken görenlerden birinin babam olduğunu ben biliyordum ve bununla çok gururlanıyordum.
Onunla hep gururlandım, hep övündüm, hep hayran oldum.
Gençliğimde çok şiddetli kavgalar ettiğimiz de oldu.
Baba-oğul kavgaları.
Bir keresinde James Joyce yüzünden, üstelik de kalabalık bir misafir topluluğunun önünde kavga etmiştik, o sıralarda ben lisede Ulysses okuyordum ve nedense “Joyce’un dünyanın en büyük yazarı” olduğunu söylemiştim.
Bir edebi tartışma sonra şiddetli bir kavgaya dönüşmüştü.
Şimdi babama hak veriyorum, Joyce konusunda söylediklerim saçmaydı, bir gençlik böbürlenmesiydi, bilgiçlikti ve babam bunu sezmiş, böyle bir gösterişçiliğe sapmama üzülmüş, üzüntüsünü de öfkeyle göstermişti.
Babam kavgada sözünü hiç sakınmazdı ve karşısındakinin canını çok acıtırdı, oğlu olmasına da aldırmazdı. Bugün beni eleştirenler, neden onların sözlerine hiç aldırmadığımı pek kavrayamıyorlar, ben Çetin Altan’la kavga ederek büyüdüm, öylesine vahşi bir öfkenin, öylesine haklı bir mantığın ve öylesine parlak bir zekanın vurduğu en ağır darbeleri aldım, aradaki büyük sıklet farkına rağmen ben de aynı darbelerle cevap vermeye çalıştım. Kim babamdan daha etkileyici sözlerle eleştirebilecek ki beni, kim babam kadar zekice, haklı ve acımasız darbeler indirecek…
Bir keresinde, ben herhalde on yedi on sekiz yaşlarındayken, gene bir gece büyük bir kavga patlamıştı aramızda.
Sabaha karşı evi terkedip çıkmıştım.
Babam, arkamdan koşup “dön” diyecek bir adam değildi.
Ama ertesi gün bir yazı yazmıştı, öfke ve acı dolu bir yazı, ne kadar üzüldüğünü görmüştüm, yazısının bir satırını hâlâ hatırlarım, “ben de dört oktav yukardan basmayı bilirim bu tuşlara” diyordu.
Bilirdi gerçekten.
Köşe yazısını sanata dönüştürmüş belki de son yazardı.
Edebiyatı çok severdi ama bilmediğim bir nedenden dolayı, aklını dünyanın pek de önemli olmayan bir ülkesinin daha iyi ve daha mutlu bir ülke olmasına takmıştı, bize de aynı hastalığı geçirdi aslında, niye Türkiye’ye bu kadar aklını taktığını hep merak ettim, üstelik de buranın kolay kolay düzelmeyecek bir ülke olduğunu, hastalığın derinlerde olduğunu biliyordu.
Bir keresinde sinirlendiğinde, “pijama lastiği gibi bu memleket,” demişti, “çekiyorsun uzuyor, bırakıyorsun eski haline dönüyor” onun ne dediğini defalarca yaşayarak gördük.
O uzun gecelerde siyasetten çok çabuk edebiyata geçerdik, herhalde iki binden fazla şiiri ezbere bilirdi, şiirler okurdu.
Hiçbir yazarı çekiştirdiğini, hakkında kötü konuştuğunu duymadım.
“Kim olursa olsun, işini iyi yapan adama mutlaka saygı gösterin” derdi.
Severdi yazarları, onların maceralarını, acılarını, mutsuzluklarını… Neredeyse şefkatle söz ederdi onlardan.
Orhan, Nobel’i aldığında babam çok sevindi
Bir gece babam, Mehmet ben otururken, Orhan Pamuk aramıştı beni, “Sıkıntılıyım, sana gelebilir miyim,” demişti. “Gel” demiştim, “babamla Mehmet de burada.”
Ama hafifçe korkmuştum da, babamın ne zaman ne yapacağı belli olmazdı, ters bir şey söyleyip Orhan’ı kırmasından çekinmiştim.
Bir masanın başına dördümüz oturmuştuk, babam, sırayla hepimizi küçük darbelerle haşlayarak bize edebiyat anlatmıştı, Orhan, Mehmet, ben, üç küçük çocuk, üç kardeş gibi onu dinlemiştik, Orhan yazarlığına uygun bir zarafetle davranmıştı.
Orhan Nobel’i aldığında babamın ne kadar sevindiğini hatırlıyorum.
Çok da güzel bir yazı yazmıştı.
Bize yazarlara saygı göstermeyi, onları sevmeyi öğretti.
Cesareti sevmeyi öğretti.
Dürüstlüğü sevmeyi öğretti.
Hak ettiğinden fazlasını istememeyi öğretti.
Acıyı taşımayı öğretti.
Fatin Rüştü’nün idama mahkûm olduğu mahkemeyi anlatmıştı bir keresinde.
“İdama mahkûm olduktan sonra diğer sanıklar hakkındaki kararlar okundu. Dava bittiğinde Zorlu salondan çıkarken arka sıralardaki bir milletvekilini kutladı. Adam beraat etmişti. Zorlu da idama mahkum olduğunu duyduktan sonra bile bütün kararları dinlemiş, beraat eden arkadaşını kutlamıştı.”
Aynı fikirde olsun ya da olmasın, cesarete hep bir saygısı vardı.
Bütün bu hikâyeleri geçmiş zamanda anlatmak öldürecek beni.
Biz babamın doğduğu köşkün yerine yapılan apartmanda oturuyoruz, otuz yıl boyunca aynı katta, yan yana dairelerde yaşadık, son üç yıl boyunca neredeyse her gün babama uğrardım ben, konuşurduk.
Hastalanıp gücü tükenene kadar hep aynı coşkuyla anlattı.
Ben herhalde iki ya da üç yaşındayken bir gün bir kuzuyla karşılaşmışız kırda, ben kuzudan korkmuşum.
Altmış beş yaşındayım, neşeli olduğu zamanlarda babam beni hâlâ biraz alaycı biraz sevecen bir gülümsemesiyle “kuzudan korkan oğlum” diye karşılardı, duyduğum en şefkatli laftı.
Bizim ailede, erkekler birbirlerine duygularını çok göstermezler, duygularından çok söz etmezler, garip feodal geleneklerimiz var, babamızdan hep çekindik, onun beğenmeyeceğini düşündüğü hiçbir şeyi yapmamaya gayret ettik, beğenmeyen tek bir bakışıyla bile yaralanırdık, beğenmeyecek diye ödümüz kopardı ve “kuzudan korkan oğlum” sözleri içimi sevinç ve güvenle doldururdu.
caltancenaze
Artık kuzudan korkmuyorum.
Komşum gitti.
Bir tek kez bile “kötüyüm” demedi.
Son gecesinde, saat bire doğru onu görmek için yeniden hastaneye döndüğümde, “Nasılsın babacığım” diye sormuştum, artık hayata kapanmaya başladığı halde, başıyla “İyiyim” işareti yapmıştı.
Altı yedi saat sonra öldü.
Günlerimi, onun öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum.
Bunu beceremiyorum.
Hiç becerebilecek miyim onu da bilmiyorum.
“Hastamız nasıl” dediğinde “öldü” dedim.
Bunu şimdi herkes biliyor, bir ben bilmiyorum.
Benim kuzudan korktuğumu da bilen kimse yok artık.
Yan dairenin kapısı kapalı.
Sonsuz bir sessizlikten başka hiçbir şey kalmadı orada.
AHMET ALTAN
31 Ekim 2015, Cumhuriyet

Saturday, October 24, 2015

Van Gogh’un başyapıtları hakkında daha önce duymadığınız 5 hikâye




Van Gogh’un yeğeninin erkek torunu, bir ressamla aynı soydan gelmenin nasıl bir şey olduğunu anlatıyor.
Gençken büyükbaba ve annenizin evini ziyaret ettiğinizi düşünün. Bu öyle bir ev ki duvarları dünyanın en önemli ve en pahalı resimleri ile süslü. Hayal edin ki bu resimlerin sahibi olan ünlü ressamla aynı ismi taşıyan birkaç insandan birisisiniz.
Bu benzersiz çocukluğu geçiren kişi, Vincent Willem van Gogh. Yani ressamın yeğeninin torunu. Willem (bu ismini kullanmayı tercih ediyor) ne kadar ünlü bir ressamın soyundan geldiğini zamanla anlıyor ama yine de kendi yolunu ve kendi adını bulana kadar ki hayatının ilk yıllarını van Gogh’un renkli gölgesi altında harcıyor. Van Gogh uzmanı olmak yerine yıllarca bir tiyatro topluluğunu yönetiyor ve sonunda bir avukat oluyor. Tüm bunlar Hollanda hükümeti ile birlikte kurulan Van Gogh Vakfı‘na katılan ilk aile üyesi olmadan önce gerçekleşmiş.

Van Gogh 1
Vincent Van Gogh’un kendi portresi

10 yıl kadar avukatlık yaptıktan sonra, Amsterda’da ki Van Gogh Müzesi, Willem’e müzenin hatıra dükkanı için başkanlık teklif ediyor ki bu, müzede hatrı sayılır bir görev olarak sayılıyor. Willem, The Huffington Post’a konu hakkında “Kariyerimi noktalamak için çok iyi bir fırsat diye düşündüm” diyor.
Ayrıca bu yıl van Gogh anısına yapılan kutlama-ressamın ölümünün 125’inci yıl dönümü- nedeni ile van Gogh müzesi “Munch: Van Gogh” isimli sergiyi açıyor ve Avrupalı iki ustanın az bilinen benzerliklerini vurgulamayı amaçlıyor. Bu serginin beklentilerinden biri de, Willem de dahil birçok çalışana HuffPost erişimi teklifinde bulunmaktı. HuffPost, birçok konu ve röportajı özetler halinde yayınlıyor. Aşağıda bu serinin bir kısmını bulabilirsiniz.
1. 1960’a kadar van Gogh’un çalışmalarının yarısı, Patates Yiyicileri gibi ailesinin evinin duvarlarında asılı idi.

Van Gogh 2
Vincent Willem Van Gogh ve Josina van Gogh-Wibaut Koninginneweg 77’deki evlerinde, Amsterdam.

Willem’in özel bir van Gogh koleksiyonuna sahip olan büyükbabası ile arası çok iyi idi.“Sarı ev”, “Badem çiçekleri” gibi birçok önemli yapıt büyükbabanın evinde idi ve oturma odasındaki kanepenin üzerinde asılı dururdu.
“Patates yiyicileri” yemek odasındaki duvarda, “Ayçiçekleri” oturma odasında asılı idi diye açıklıyor Willem HuffPost’a.
Willem 1962 yılında 10 yaşında iken, büyükbabası bu resimleri aileye ve Hollanda Hükümeti’ne bağlı van Gogh Vakfına devretmiş. 
2. Van Gogh “Badem çiçekleri” resmini kardeşinin oğluna ithaf etmiş. Bu resim onun yatağının başucuna asılmış ve birçok yastık kavgasına şahitlik etmiş.

Van Gogh 3
Vincent van Gogh “Badem çiçekleri”, 1890.

Theo van Gogh, ressamın erkek kardeşi, kardeşi Vincent’a 1890 yılında oğlunun dünyaya gelişini şu şekilde müjdelemiştir, “İsmini konuştuğumuz gibi belirledik ve tek dileğim senin gibi kararlı ve cesur olması.” Bahsi geçen yeğen, Vincent Willem (ailede çok yaygın kullanılan bir isim), yani Willem’in büyükbabasıdır.
Habere çok sevinen Vincent yeğeni için “Badem çiçekleri” resmini yapmış ve Paris’te yaşayan Theo ve eşine göndermiş. Onlarda resmi yeni doğan bebeğinin yatağının başucuna asmışlar.
Bebek büyüdükten sonra odasını erkek kardeşi ile paylaşmaya başlamış ve bu önemli başyapıt onlara eşlik etmeye devam etmiş. Willem büyükbabasına “ikonik bir yapıtın” yatağının başucunda olmasının nasıl bir duygu olduğunu sorduğunda büyükbabası şöyle cevap vermiş, “ Evet hala nasıl başına bir şey gelmeden kalabildiğine hayret ediyorum.”
Odada kardeşi ile yaptıkları yastık savaşlarından resmin etkilenmemesini bir mucize olarak görmüş büyükbaba Willem. Bu yapıt aileye kalan en favori van Gogh resmidir ve Willem’in idaresindeki müzenin hatıra dükkânında kopyaları en çok satılan resimdir.
3. Aile evlerindeki bu büyük hazine için hiçbir güvenlik önlemi almamış hatta Willem’in ailesi mutfak kapısını hiçbir zaman kilitlememiş.

Van Gogh 4
Koninginneweg’de ki evin içerisi, 1977, Amsterdam.

Willem’in hatırladığına göre ailesi, büyükbabasının verdiği üç ya da dört van Gogh resmine sahipti ve bu resimler oturma odalarının duvarlarını süslüyordu. “Bu resimlerle büyüdüm” diyor Willem ve çocukluğundan hatırladığına göre aile bu baş yapıtları korumak için hiçbir özel önlem almıyordu.
“Evimizin anahtarı bende yoktu ve anne ve babamın evde olmadığı günler benim için açık bırakılan mutfak kapısından içeriye girerdim.” Bu şimdi kulağa ne kadar korkunç gelse de şunu unutmamak lazım, van Gogh o zamanda çok ünlü bir ressamdı ama tabloları şimdiki kadar meteorik rakamlara satılmıyordu.
Aile o zamanlar eve giren su tesisatçıları, halıcılar veya herhangi bir iş için gelenlerin bu tabloları çalmasından korkmuyordu çünkü tablolar henüz herkes tarafından bilinmiyordu ve servet değerinde değillerdi. Bununla birlikte Willem’in ailesi zamanla bu sorumluluktan vazgeçti ve tabloları Willem’in büyükbabasına iade etti. Çünkü artık bu orijinal van Goghları bir yangın veya soygunda kaybetme riskini göze alamıyorlardı.
4. Van Gogh’dan sonraki nesilleri tabloları ödünç almak için kendi aralarında bir sistem oluşturmuşlardı.
Daha öncede belirtildiği gibi Willem’in ailesi büyükbabasından van Gogh’un bazı resimlerini ödünç almıştı. Ancak Willem’in açıkladığına göre bunlar çok ikonik resimler değildi. Ancak aile kendi içinde en ikonikler büyükbabanın evinde olmak üzere paylaşmıştı bu resimler. Benzer olarak Willem’in halası da Van Gogh’un denizde bir kayığı tasvir ettiği bir resmine sahipti. İkonik olsun olmasın tüm resimlerin her biri çok güzeldi diyor Willem.

Van Gogh 5
Jo Van Gogh-Bonger ve Johan Cohen Gosschalk ve Vincent Willem van Gogh Koninginneweg’deki evlerinin yemek odasında, 1977, Amsterdam.

5. Yaşam alanlarının van Gogh yapıtlarıyla çevrili olmasına rağmen aile van Gogh’un kendisi hakkında çok nadiren konuşurdu. Bunun sebebi ise van Gogh’un intihar suçunu işlemiş olması.
FRANCE-NETHERLANDS-CULTURE-ARTS-VAN GOGH
Willem, tüm ailenin van Gogh ile aynı soydan gelenler olarak bilindiğini belirtiyor. Örneğin; Willem’in büyükbabası, kariyerine van Gogh’un yeğeni olarak başlamak istemediğini ve tüm bu sahip olduğu van Gogh’un başyapıtlarına rağmen kendi yolunu çizmek için uğraştığını belirtiyor. Tüm aile bireylerinin geçmişe ait bu hassasiyeti taşıdığından da emin büyükbaba.
Bunun en büyük sebebi van Gogh’un ölümü ile ilgili ve Willem’in büyükbabasının da söylediği gibi fazla absent içmenin son günlerinde van Gogh’u delirtmiş ve intihar etmesine sebep olmuş olması.
BONUS: Willem ailecek gittikleri bir gezide bir otel odasının duvarında, büyükbabasının evinden çok iyi tanıdığı “Ayçiçekleri” resminin bir kopyasını görene kadar van Gogh’un ne derece ünlü olduğunu anlamamış.
FRANCE-NETHERLANDS-CULTURE-ARTS-VAN GOGH
Küçük bir çocukken Willem (fotoğraftaki) için soyadının taşıdığı büyük şöhreti tam olarak anlamak çok zordu. “Vincent’in çok ünlü bir ressam olduğunu biliyordum ancak bu kadar tesirli olduğunu bilemiyordum. Onun ne derece şöhretli olduğunu sezemiyordum.” 
Ta ki Willem 10 yaşında iken ailecek çıktıkları bir gezide, evlerinden yüzlerce mil ötede mola verdikleri bir otelin duvarında “Ayçiçekleri” resminin bir kopyasını görene kadar. “Bu resmi büyükbabamın evinden çok iyi tanıyordum. Böylece onun ne kadar ünlü bir ressam olduğunu anladım. Daha sonra dünyanın birçok yerindeki birçok otel odasında onun resimlerinin kopyalarını gördüm.”
Bu olay belki de ailecek yapılan bir otel ziyaretine dair şimdiye kadar ki en anlamlı anıdır.

Wednesday, September 30, 2015

Le Guin’den yaşlanma ve güzelliğin gerçekten ne anlama geldiği üzerine – Maria Popova


leguin
Çeviri: Eda Ağca & Serap Güneş
“Kusursuz olmanın pek çok yolu var ve biri bile yoktur ki eziyetle elde edilsin.”
“Bir köpek tamamiyle basit bir ruh dediğiniz şeyden ibarettir,” diyerek gülümsüyor T.S. Eliot “The Ad-dressing of Cats” adlı şiirinde ve belirtiyor: “Kediler daha çok sen ve ben gibidir.” Hakikaten kediler insanlık hali teşrihinde antropomorfiz olma konusunda uzun bir geçmişe sahip ve üstelik köpekler de öyle. Biz kedi ve köpek dostlarımızı mütemadiyen kendimizi daha iyi anlamak için kullandık fakat Kedi ve Köpek hiçbir yerde Le Guin’in 1992 tarihli “Köpekler, Kediler ve Dansçılar: Güzellik Üzerine Düşünceler” makalesindekinden daha dokunaklı bir şekilde ele alınmamıştır. Bu makale her yönüyle muhteşem bir kitap olan ve Le Guin’in bize bir erkek olmak üzerine de en güzel ve çarpıcı görüşlerini sunduğu The Wave in the Mind: Talks and Essays on the Writer, the Reader, and the Imagination adlı kitapta yer almaktadır.
Le Guin gözde evcil hayvanlarımızın arketipik mizaçlarını karşılaştırıyor:
“Köpekler neye benzediklerini bilmezler. Köpekler ne boyutta olduklarını dahi bilmezler. Onları beslemek için acayip hallere ve boyutlara soktuğumuzdan, şüphesiz ki bu bizim suçumuz. Erkek kardeşimin dimdik ayaktayken sekiz parmak boyunda olan sosis köpeği tüm kararlılığıyla bir Danua’ya saldırdığında onu parçalayabilir. Küçük bir köpek, büyük bir köpeğin ayak bileklerine saldırdığında büyük köpek genellikle orada durup, afallayarak bakar – “Onu yemeli miyim? O beni yiyecek mi? Ben ondan büyüğüm, yoksa değil miyim?” Fakat sonra, Danua gelecek, kucağınıza oturmaya ve bir Peke-a-poo etkisi altında sizi dümdüz ezmeye çalışacaktır.”
Öte yandan kediler ise tamamiyle farklı bir öz-farkındalık alanına sahip:
“Kediler kesinlikle nerede başlayıp bittiklerini bilirler. Onlar kapıdan yavaşça çıkarken, siz onlara kapıyı açmak için bekliyorsunuzdur, kuyruklarını bir ya da iki parmak kapının iç tarafında bırakıp dururlar ve bunu bilirler. Kapıyı açık tutmaya devam etmek zorunda olduğunuzu bilirler. Bu yüzden kuyrukları oradadır. Bu da bir kedinin, bir ilişkiyi sürdürme yöntemidir.
Ev kedileri küçük olduklarını ve bunun önem arz ettiğini bilirler. Bir kedi, tehditkâr bir köpekle karşılaştığında yatay ya da dikey bir kaçış yapamaz. Birden kendini bir çeşit tuhaf kürklü balon balığı gibi şişirerek kendi boyutunun üç katına çıkaracaktır ve bu işe yarayabilir çünkü köpeğin kafası yine karışır – “Onun bir kedi olduğunu düşünmüştüm. Ben kedilerden büyük değil miyim? Beni yiyecek mi?”
Dahası, Le Guin’in belirttiği üzere kediler görünürde estetikçi, kendini beğenmiş ve manipülatiftir. Kedi fotolarının doruğa çıktığı yirmi yıl sonrasında tamamen yeni anlam katmanları kazanan bir pasajda, şöyle yazar:
“Kediler görünüm duygusuna sahiptir. Bir ayağı diğer kulağının arkasında saçma bir pozisyonda oturup kendini temizlerken bile kıs kıs neye güldüğünüzü bilirler. Onlar sadece önemsememeyi seçerler. Bir keresinde bir çift İran kedisiyle karşılaşmıştım: Siyah olanı her zaman kanepedeki beyaz mindere yaslanırdı, beyaz olanı ise onun hemen yanındaki siyah mindere. Sadece bu da değildi, her ne kadar kediler her zaman bu konuda düşünceli olsalar da, tüylerini en iyi görünecekleri yere bırakmak isterlerdi. Ve en iyi nerede görüneceklerini bilirlerdi. Kedilerinin yastıklarını koyan kadın, onlara Dekorcu Kediler derdi.”
Oyunbaz ile dokunaklıyı birbirine bağlamada usta olan Le Guin insanlık haline geri döner:
“Biz insanların birçoğu köpekler gibiyiz: Ne boyutta olduğumuzu, nasıl şekillendiğimizi, neye benzediğimizi gerçekten bilmiyoruz. Bu bihaberliğimizin en uç örneği uçaklardaki koltukları tasarlayan insanlar olmalı. Diğer uçta ise kendi görünüşünün en kusursuz, en canlı olduğu duygusuna sahip olan dansçılar olabilir. En nihayetinde dansçıların benzediği şey yaptıkları şeydir.”
Le Guin, dansı “zaman-uzayda hareket eden insan bedeni” olarak tanımlayan efsanevi koreograf Merce Cunnigham’ı yankılarcasına, tanıdığı dansçıları ve onların işgal ettikleri uzaya dair illüzyon veya kafa karışıklığından ne denli sıra dışı şekilde uzak olduklarını anlatır. Ayak bileği sıyrılınca “Nerdeyse mükemmel bedenim uf oldu!” diye feryat eden genç bir dansçıyı anlattıktan sonra şöyle yazıyor Le Guin:
“Sevimli bir şekilde komikti fakat açıkça doğruydu da: Bedeni neredeyse kusursuzdu. Neresinin kusursuz olduğunu, neresinin olmadığını biliyor. Elinden geldiğince bedenini mükemmel tutmaya çalışıyor. Çünkü bedeni onun enstrümanı, aracı; geçimini sağladığı ve sanatını icra ettiği şey. O da tam bir çocuğun yaptığı gibi bedenini yaşıyor fakat daha bilerek. Ve bundan memnuniyet duyuyor.”
Dansın sağladığı şey, hepsinden öte, tamı tamına böylesi bir bedensel mutluluk vaat etmektir – mükemmellik değil ama tatmin. Le Guin, dansçıların “diyet ve egzersiz yapan kişilerden daha mutlu olduğunu” iddia ediyor. Bu ikincilerin, onları aynen mükemmeliyetçiliğin sanat ve yazında yaratıcılığı zayıflatması gibi sakatlayan imkânsız ideallerini düşünür Le Guin:
“Mükemmellik yirmisindeki sporcu bir oğlan, on ikisindeki jimnastikçi bir kız gibi “yağsız”, “gergin” ve “sert”tir. Elli yaşındaki bir adamın ya da herhangi yaştaki bir kadının vücudu ne tiptir? “Mükemmel?” Mükemmel olan nedir? Beyaz bir minder üzerinde siyah bir kedi, siyah bir minder üzerinde beyaz bir kedi… Çiçekli bir elbise içinde kumral bir kadın… Kusursuz olmanın pek çok yolu var ve biri bile yoktur ki eziyetle elde edilsin.”
Le Guin parmak uçları üzerinde neşeliden ciddiye doğru zarif ama belli belirsiz bir dönüş yapıyor. Çeşitli kültürlerin imkânsız ve genellikle sancılı insan güzelliği ideallerinden, özellikle “idealleştirilmiş kadın güzelliği”nden bahseder:
“1940’larda lisede olduğum zamanı hatırlıyorum da beyaz kızlar saçlarını kimyasallar ve ısıyla büzüştürüp kıvırcık yapmaya çalışıyordu. Siyahî kızlar saçlarını kimyasallar ve ısıyla maşalayıp düzleştirmeye çalışıyordu. Ev perması henüz keşfedilmemişti ve çocukların birçoğu bu pahalı bakımları karşılayamıyordu. Dolayısıyla üzgünlerdi çünkü kurallara uyamıyorlardı, güzelliğin kurallarına.
Güzelliğin her zaman kuralları vardır. Bu bir oyun. Bu oyundan servet kazanan ama kimi incittiğini umursamayan insanlarca kontrol edildiğini gördüğümden beri güzellik oyununa küsüm. İnsanları kendilerini aç bırakarak, çirkinleştirerek ve zehirleyerek kendilerinden hoşnutsuz hale getirdiğini gördüğümde bu oyundan nefret ettim. Çoğu zaman bu oyunu yeni bir ruj alarak, yeni bir ipek gömlekten memnuniyet duyarak kendi başıma azıcık oynarım.”
Yaşlanma üzerine okuduğum diğer tüm yazarlardan daha incelikli, mizahi ve ağırbaşlı yazan Le Guin, özellikle boğucu olan sonsuz gençlik idealine değinir:
“Oyunun bir kuralı da, çoğu kez ve çoğu yerde, güzel olanın genç olmasıdır. Güzellik fikri daima gençliğe dairdir. Bu kısmen basit gerçekçiliktik. Gençler güzeldir. Pek çoğu. Yaşlandıkça bunu daha net görüyor ve hoşnut oluyorum.
[…]
Yine de benle yaşıt ve daha yaşlı insanlara bakıyorum ve başları ve eklemleri ve benekleri ve çıkıntıları, çok çeşitli ve ilgi çekici olsa da, onlar hakkında ne düşündüğümü etkilemiyor. Bu insanların kimisini çok güzel buluyorum, kimisini ise bulmuyorum. Yaşlı insanlar için güzellik, gençlerde olduğu gibi, hormonlarla gelmiyor. Kemiklerle alakalı. Kişinin kim olduğuyla alakalı. Gitgide daha net şekilde, o mükemmel yüz ve bedenlerden, ne ışıdığı ile alakalı hale geliyor.”
Ancak Le Guin’in dokunaklı bir şekilde gözlemlediği üzere, yaşlanmanın getirdiği dönüşümü bu denli ıstıraplı kılan şey, güzelliğin yitirilmesi değil; her şeyden önce, anlatılması can sıkıcı ölçüde güç bir olgu olan, kimliğin yitirilmesi. Şöyle yazıyor Le Guin:
“Aynaya bakıp artık beli olmayan o kadını gördüğümde, beni en çok neyin endişelendirdiğini biliyorum. Mesele güzelliğimi kaybetmiş olmam değil, zaten hiç öyle pek de güzel olmadım. Mesele o kadının bana benzememesi. Olduğumu düşündüğüm kişi olmaması.
[…]
Köpekler gibiyiz belki de: Nerde başlayıp nerde bittiğimizi bilmiyoruz. Uzayda, evet. Ama zamanda, hayır.
[…]
Bir çocuğun bedeninde yaşamak çok kolay. Yetişkinin bedeninde ise değil. Değişim zorludur. Ve bu öylesine büyük bir değişimdir ki birçok ergenin kim olduğunu bilmemesine şaşmamak gerek. Aynaya bakıyorlar ve “Bu ben miyim? Kimim ben?” diyorlar.

Ve bu, altmış veya yetmişinize geldiğinizde, bir kez daha yaşanıyor.”
Le Guin, akla Rilke’yi getiren bir duyarlılıkla – “Bedenini ruhuna kurban edenlerden değilim,” yazmıştı, Rilke, “çünkü ruhum bu şekilde hizmet edilmekten hoşnut kalmaz.” – bedenin dışında, bedenden öteye entelektüelleşme dürtümüze karşı ikaz eder:
“Kim olduğum kesinlikle nasıl göründüğümün bir parçası ve nasıl göründüğüm de kim olduğumun. Nerde başlayıp nerde bittiğimi, kaç beden olduğumu ve bana neyin yakıştığını bilmek istiyorum… Bu bedenin “içinde” değilim; ben, bu bedenim. Bel ile veya belsiz.
Ancak yine de, bedenimin yaşadığı tüm o dikkate değer, heyecan ve endişe verici, hayal kırıklığı yaratan dönüşümlere rağmen, benimle ilgili değişmeyen, değişmemiş olan bir şey var. Orda nasıl göründüğünden ibaret olmayan biri var ve onu bulmak ve tanımak için, ötesine, içine, derinine bakmam gerekiyor. Yalnızca uzayda değil, zamanda da.
[…]
Bir yanda gençlik ve sağlığın, asla gerçekten değişmeyen ve daima gerçek olan ideal güzelliği var. Bir yanda film yıldızlarının ve reklam modellerinin ideal güzelliği, kuralları zaman içinde ve yerine göre sürekli değişen ve asla tamamen gerçek olmayan güzellik oyunu ideali var. Ve bir de, yalnızca bedende değil, beden ve ruhun karşılaşıp birbirini tanımladığı yerde gerçekleştiği için tanımlaması veya anlaşılması daha zor bir ideal güzellik var.”
Ve yine de, fani tecessümlerimize dayattığımız tüm idealler için, Le Guin en dokunaklı, ama garip bir şekilde en özgürleştirici vurgusunda, güzelliğimizi her yönüyle nihai olarak açığa çıkaranın ölüm olduğunu öne sürer – ölüm, zaman ve uzayın mutlak eşitleyicisi; ölüm, Rebecca Goldstein’ın ifadesiyle şunu görmemizi sağlayan harika bir berraklaştırıcıdır: “İnsanın sevdiği, onun dünyasıdır, tıpkı kendisinin bir dünya olduğunu bildiği gibi.” Bu uzak görüşlü mercekle Le Guin, kendi annesini ve onun güzelliğinin birçok boyutunu hatırlar:
“Annem seksen üç yaşında, kanserden, acı içinde öldü. Dalağı, bedeninin biçimini bozacak ölçüde büyümüştü. Onu düşündüğümde gördüğüm kişi bu mu? Bazen. Keşke olmasa. Bu gerçek bir görüntü, yine de, daha gerçek bir görüntüyü bulandırıyor, puslandırıyor. Anneme dair elli yıllık anılarımın arasında bir anı. Zaman içindeki en sonuncusu. Onun altında ve arkasında, daha derin, daha karmaşık, hayallerden, şayialardan, fotoğraflardan ve anılardan mürekkep, sürekli değişen bir görüntü var. Colorado dağlarında kızıl saçlı küçük bir çocuk görüyorum, üzgün bir yüz, narin bir genç kız, nazik, gülümseyen genç bir anne, pırıl pırıl bir entelektüel kadın, rakipsiz bir flört, ciddi bir sanatçı, harika bir aşçı – onu dağıtırken, ot içerken, yazarken, gülerken görüyorum – narin, çilli kolundaki turkuaz bileklikleri görüyorum – bir an için, hepsini bir kerede, hiçbir aynanın yansıtamayacağı, yıllardan yansıyan o güzel ruhu görüyorum.
Büyük sanatçıların gördüğü ve çizdiği şey bu olmalı. Rembrandt’ın portrelerindeki yorgun, yaşlı yüzlerin bize böylesine haz vermesi bundan olmalı: Bize güzelliği gösteriyorlar, cilt seviyesinde değil, ömür derinliğinde.”
The Wave in the Mind, bir ömür boyu sizinle kalacak türde bir kitap, ömürlük bir kitap olmayı sürdürüyor.

Saturday, September 26, 2015

Seçim makinesi



SEMA KARABIYIK
Isaac Asimov, demokrasinin paradoksal doğasını Franchise (1955) adlı bilimkurgu öyküsünde ele alır. Uzak bir gelecekte, yaşlı bir adam, Amerika'da insanların oy vermesine dayalı bir seçim sistemini anlatır. Oy verme işlemi çok uzun sürdüğü için verilen ilk oyları önceki yıllarda verilen oylarla karşılaştırarak sonucu tahmin edebilen bir seçim makinesi icat edilir. Makine gittikçe gelişir ve daha az oya ihtiyaç duymaya başlar. Multivac isimli makine, yerel ve ülke çapındaki tüm seçim sonuçlarını tahmin edebilmek için sadece bir oya ihtiyaç duyar hale gelir. Multivac rast gele seçilen bir Amerikalı sayesinde diğer Amerikalıların düşünce dünyasının içyüzünü deşifre eder.

Bir dükkanda tezgahtar olarak çalışan Norman Muller yılın seçmeni seçilir. “ Multivac tarafından yılın seçmeni olarak seçildiniz. Amerika'nın en zeki, en güçlü ya da en mutlu kişisi olarak değil; en iyi temsil edeni olarak seçildiniz.” Ancak Norman bu sorumluluğu almak istemez. Neden ben diye sorduğunda karısı Sarah bu unvanın onlara şöhret ve para getirebileceğini hatırlatır. Norman “bu olsa olsa senin gerekçen, seçmen olmanın gerekçesi bu değil” diye itiraz eder. Çünkü tek seçmen diğerleri tarafından başkan seçiminden ve başkanın muhtemel başarısızlıklarından sorumlu tutulur.

Politikacılardan işadamlarından ya da fanatiklerden etkilenmemesi için seçim gününe kadar evin dışına çıkmasına izin verilmez. Gazete okuması televizyon seyretmesi de yasaktır. Multivac'ın karşısına olabildiğince normal bir ruh haliyle çıkması gerekmektedir.
Seçim ortamı bir hastanede yaratılır. Bedeni ürkütücü bir makineye bağlanır, tansiyonu kalp atışları beyin dalgaları kaydedilmeye başlanır. Doktorlar bunun bir yalan makinesi olmadığını yalnızca onun çeşitli durumlar hakkındaki düşüncelerini kaydetmekte olduğunu vurgular. 'O sizin duygularınızı sizden daha iyi anlayacaktır.' Norman'a gösterilmeyen Multivac yumurta fiyatları hakkında ne düşünüyorsunuz gibi sorular sorar. Norman para hırsından dolayı vazifesini yerine getirir ve bir demokrat gibi davranır. Fakat aniden kişisel çıkarlarının yanı sıra düşüncelerinde de farklı bir şeyler belirmeye başlar. “içindeki gizli vatanseverlik harekete geçti. Sonuç olarak o tüm seçmenleri temsil etmekteydi. Merkezdeydi. Tüm Amerika onda somutlaşıyordu. Norman Muller birden kendisiyle gurur duymaya başladı. Sorumluluğun tüm ağırlığını omuzlarında hissetti. Gurur duyuyordu. Bu mükemmel olmayan dünyanın bağımsız bireyleri Norman Muller'in kişiliğinde ilk ve büyük elektronik demokrasiyi kullanarak seçim haklarını özgürce ve engellenmeden kullanıyorlardı.”

Asimov'un hikayesi demokrasinin bir karikatürü değil daha çok demokrasinin kalbinde gizlenmiş çılgınlıkların bir taklididir. Demokrasiyi rasyonalize etme çabaları içindeki makine seçmeni dışlamaz. Seçmen demokrasinin çılgınlık noktasını oluşturur. Kendini tek bir seçmenle kısıtlayan makine bir yandan parti politikalarının kirli oyunlarına son verir diğer yandan tek bir seçmen diğer insanların devlet mekanizmalarına yabancılaşmamasını sağlar. Demokrasi Norman sayesinde insani bir çehreye bürünür. Onun adı başkanın başarı ve başarısızlıkları ile eşanlamlı hale gelir. Seçmen seçim sonuçlarından sorumlu tutulur, makine zirveye yerleşir.

Hikaye insanların sayıların değil bireysel oyun belirleyici olduğu hayaline kapılmalarına hizmet eder. Vatandaş demokrasinin bütün sorumluluğunu omuzlarında taşıyarak oy verir. Seçim esnasında herkes kendini prens zanneder.
Başkalarında olmayıp da Norman da olan nedir? Norman'ı diğer Amerikalılardan ayıran paradoksal bir şekilde onları bir araya getiren özelliklerdir. Norman'ın özgünlüğü aslında hiç de özgün olmayışından kaynaklanır. O anormal bir şekilde normaldir. Hiç de özel olmayan bir kişi olarak en seçkin Amerikalı odur. Demokrasinin öznesi en zeki olan değil, en ortalama insandır.
Not: Bu yazı Matthijs Van Boxsel'in Aptallık Ansiklopedisi adlı kitabından yararlanılarak yazılmıştır.

Saturday, September 12, 2015

“Açlığın Sayımı”- Erdinç Yücel

Ölüm Orucunda otuz beşinci günün…
Uzaktan gelen takırtılar… F tipinde yeni bir sabahın başladığını söyleyen metalik gürültüler… Dört küçük tekerin beton zeminde sürtünmesi… Mazgal kapaklarının takırtıyla açılıp açılıp kapanışı… “Kahvaltıııı” diye bağıran gardiyanların sesi…
Uyanırsın ve hücren henüz yeni aydınlanmaktadır. Bugünün Tekirdağ F Tipi için özel bir gün olduğunu bilmiyorsun henüz. Koşa koşa alt kata inersin. Mazgal kapağı sertçe açılır ve “kahvaltı” diye bağırır gardiyan. Sonra seni görünce “günaydın” der…
“Günaydın” dersin… Şeker, tuz ve limonunu uzatır gardiyan mazgaldan. Sularınsa sayımda, demir kapı açıldığında verilecektir…
Bu arada arkadaşların da uyanır… İki ölüm oruççusu ve bir açlık grevcisinden ibaret üç kişilik hücrende mükellef bir sabah kahvaltısı… Ketılda kaynatılmış su, şeker, çay ve bir tencere… Henüz demlik satmıyorlar kantinde. Çay ve sigara… Dışarıdan bakanlara ölüm orucu diyetini anlatmak için çok fazla enerji harcamana gerek yok… Su, tuz ve şeker… Şekeri fazla kullanırsan süreçten çabuk düşersin…
Süreçten çabuk düşmek demek çabuk ölmek anlamını taşımaz her zaman…
Çok şeker demek, sinir sisteminde hızlı ve derin bir tahribat demektir…
Eğer ölüm orucu diyetinde B1 vitaminine yer vermiyorsan altmış ya da yetmişli günlerde kusmaya başlarsın…
Kusmaya başlaman demek, artık sıvı almanın mümkün olmadığı bir noktaya hızla erişmen anlamına gelir…
Sonra bir gece uyursun ve eğer seni alıp zorla müdahale etmezlerse bir daha uyanamazsın… İyi senaryo budur…
Müdahale edecek olurlarsa ne zaman uyanacağını kimse bilemez. Ya da uyandığında kaç yaşında bulacaklarını seni…
Çok şeker demek zamanda yolculuk demektir…
Uyanırsın ve on beş yaşındasındır artık…
Uyanırsın ve dokuz yaşında bulursun kendini…
Uyanırsın ve on sekiz yaşındaki kardeşine “baba” demeye başlamışsındır…
Bilim adamları, bilim kadınları filan bu zamanda yolculuk hadisesine Korsakof sendromu adını verirler… Alkolik demans diyenler de yok değildir…
Dışarıdan bakanlara ölüm orucu diyetini anlatmak için çok fazla enerji harcamana gerek yok… Bol sıvı az şeker… Şekerli suyuna azıcık da tuz koyman gerek… Günde bir çay kaşığı kadar… Çay ve kahveyse şimdilik, sadece keyifli anlarını biraz daha şenlendirmek için kendine verdiğin bir ödül gibi… İleride sıvı alımını sürdürebilmek için ağız tadını değiştirmen gerekecek ve o zaman daha çok çay tüketebileceksin…
Şekerli suya tuz eklemek mideni bulandırıyorsa çeyrek çay bardağı limon sıkıp, bir çay kaşığı tuzu o limonla da tüketebilirsin…
Ama bunların hepsi ileriki meseleler… Şimdi, çay ve sigaradan ibaret olan o mükellef kahvaltıdan dinç kalkıp, sayıma hazır olman gerek.
Bir hafta içinde doldu buralar. Kartal’daki bütün siyasi erkekler burada artık. Gebze, Edirne ve Kandıra’dan da getirilenler oldu…
Her sabah saat sekizde sloganlar, bağırtılar, dövülen kapı sesleri eşliğinde bekliyorsun sayımı… Ve saat sekiz… Ve sadece açılıp kapanan kapı sesleri geliyor şimdi uzaktan… Bugünün Tekirdağ
F tipi için özel bir gün olduğunu anlaman için beş koridor kaldı sadece… Alt kattasın ve dağınık şekilde voltalıyorsunuz hücrede…
Dört… Üç… İki…
2
İki ölüm oruççusu ve bir açlık grevcinin ikamet ettiği, üç kişilik hücrenin kapısı gürültüyle açıldığında, içeriye en az on beş gardiyan doluşuyor. Hücrenin dışında da görebildiğin beş tane daha var…
Herkes devletten habersiz kuş uçmaz zannetse de onun aritmetiği zayıf biraz…
Devletin üç kabak kafalıyı saymak için ihtiyaç duyduğu eleman sayısı yirmi burada… Tek kişilik hücrelerde de durumun değişmediğini biliyorsun…
Elbette ileride beşlere altılara düşecek bu rakam ama şimdilik yeni ve özel bir şey yok bunda…
Her günkü seremoni…
Başgardiyan, elindeki defterden fotoğraflara ve hücredeki üç kabak kafanın yüzlerine bakarak orada olup olmadığınızı anlama çabasında… Tuvalet hariç altı metrekarelik alt katta, ne kadar dağınık durulabilirse o kadar dağınık duran üç adamı azcık ittirip homurdanıyor…
İşte yeni ve özel olan şeyi hep beraber anlamanızın tam zamanı…
Kimsenin adını okumuyor ve tek sıra hazırolda durup “BURDA” demenizi istemiyor sizden… Devletin, hücredeki üç başıkabağı tekme, yumruk ve falakayla saymaktan vazgeçtiği ilk sabah sayımındasın…
Gazeteler ölüm oruçlarının “Hayata Dönüş” operasyonuna rağmen devam ettiğini filan yazıyorlar arada sırada. Ve iyi niyetlisi, kötü niyetlisi, nerede duracağına karar verememişiyle ölüm oruçlarından söz eden tüm kalemler “boşuna eziyet etmeyin kendinize” diyorlar; “devlet çok kararlı, siz siz olun boşuna ölmeyin!”
Tekirdağ F Tipi’nde o sabah, tüm başıkabaklar ölüm orucu ya da açlık grevinde olduğu için rutin sabah dayağının sona erdiğiniyse yazmıyor hiçbiri…
Bu özel günü kutlamak için birer fincan şekerli sıcak su koyarken, sayım bitince bangırdamaya başlayan radyoya kulak veriyorsun…
Bugün burada ilk kez merkezi yayında TRT FM dinleniyor…
Bugün özel bir gün…
Star FM’den kurtuluşu kutlamak için de bir sigara yakıyorsun…
* 2001 yılında Tekirdağ F tipi Cezaevinde 123 gün ölüm orucunda kalmış direnişçi

Friday, May 22, 2015

Refik Halit Karay ve… Eskici



Refik Halit Karay ve… Eskici

Yurdundan 16 yıl ayrılmak zorunda kaldığı dönemde etkisi altında kaldığı “vatan hasreti”, Refik Halit’i daha büyük bir yazar yapmış ve “Gurbet Hikayeleri” ortaya çıkmıştır. Adeta sözcüklerden tasarruf edercesine, bunca yoğun duygu nasıl olabiliyor da kısacık öykülerde bu denli ahenkli ve duygulu aktarılabilmiştir şaşar kalırsınız.                                                              
                                                                                                                          
Refik Halit Karay
Türk edebiyatında öykü denilince akla ilk gelen adlardan birisi de hiç kuşkusuz ki Refik Halit Karay’dır. Refik Halit aramızdan 1965 yılında ayrılmıştır.
Refik Halit kırka yakın kitabıyla edebiyatımızın en verimli adlarından birisidir. Yazı yaşamına gazetelerde çeviri yaparak başlayan yazarımız, bu yazıları yüzünden 1913’te sürgün cezası almıştır. Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’te geçen sürgün yıllarının ürünü, gözlemlerine dayanan “Memleket Hikayeleri”dir. Sürgün sonrası İstanbul’a dönmüş ve Robert Kolej’de öğretmen olmuştur. Refik Halit 1922’de Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmış ve 16 yıl Beyrut ve Halep’te yaşamıştır. Bu yıllarının ürünü ise “Gurbet Hikayeleri”dir. 1938’de Türkiye’ye dönüşünden sonra romana ağırlık vermiş ve bu yapıtları da çok sevilmiştir.
“Ben Anadolu’yu bir köylü olarak değil, varlıklı bir şehir delikanlısı olarak gördüm ve anlattım” diyen Refik Halit’in kaleminde Anadolu insanı “Memleket Hikayeleri”nde yakından incelenmiş, onun yaşadığı doğa ve çevre tanık olduğu olaylar sayesinde bizlere aktarılmıştır. “Memleket Hikayeleri” Anadolu’nun tüm gerçeğini ve iç dünyasını tanıtan gerçek öz hikayelerdir ve bugün için bile tazeliğini koruyabilmektedir. Bu öykülerde içiniz ezilir, birisini okuduktan sonra ikincisine geçemezsiniz ve yazar ile birlikte satırların arasında kaybolur, yaşanan acıyı birebir yaşarsınız. Yazarımız bu yapıtında kendi zamanına dek Anadolu insanı ile ilgili hiç ele alınmamış; fabrika, patron ve işçi ilişkileri gibi döneminin çok ilerisinde olan konulara da yer vermiş ve
bizlere çok değişik bir yelpaze sunmuştur. “Memleket Hikayeleri” konusunda bir ilktir.
Tamamı Fransızca yayımlanmış ve çoğu dünya dillerine çevrilmiş “Memleket Hikayeleri” için Prof. Sabri Esad Siyavuşgil “(…) Bu öyküleri salt bir güzel yazı okumak keyfi, katkısız bir edebi zevk için ezberlemiştim, şimdi onları yeniden okuyor ve her birinde, o edebi keyfin ötesinde, bambaşka hazineler keşfediyorum” dedikten sonra, “(…) Bana o hikayeler, bugün, Anadolu’nun insan ve sosyal hayatı üzerine yazılmış ve yazılacak en azametli psikoloji ve sosyoloji eserlerinden daha etraflı, daha derin, daha dolu ve daha gerçek geliyor. Öyle sanıyorum ki, bu hikayeleri okumadan Anadolu’yu anlamanın, anlamaya başlamanın imkanı yok. (…) Anadolu’yu keşfe hazırlananlara, haritaya bakmadan ve yola çıkmadan önce, o yarım yüzyıllık ‘Memleket Hikayeleri’ni okumalarını salık veririm” diyerek yazarımızın bu yapıtındaki olağanüstü başarısının altını çizmiştir.
 Türk öyküleri üzerine akademik çalışmalar ve çeviriler yapan Alman Profesör Otto Spies’e göre, Refik Halit’in “Memleket Hikayeleri”nde ulaştığı yüksek sanat örneğine bir daha erişilmemiştir. Dil, üslup ve edebi yönden bugün de aşılamayan bu hikayeler, modern Türk edebiyatının en güzel ürünleridir.
Yurdundan 16 yıl ayrılmak zorunda kaldığı dönemde etkisi altında kaldığı “vatan hasreti”, Refik Halit’i daha büyük bir yazar yapmış ve “Gurbet Hikayeleri” ortaya çıkmıştır. Adeta sözcüklerden tasarruf edercesine, bunca yoğun duygu nasıl olabiliyor da kısacık öykülerde bu denli ahenkli ve duygulu aktarılabilmiştir şaşar kalırsınız.
Refik Halit’in beni etkileyen bir başka yönü ise dil konusuna vermiş olduğu önem ve sade yazı dilinde göstermiş olduğu başarıdır. Bugün çok eksikliğini duyumsadığım eski edebiyat kitaplarımızda Refik Halit’in sade dili ve Türkçe’yi güzel kullanımındaki başarısı üzerinde çok durulur, hatta Yakup Kadri’nin aynı dönem yazılarından alınan alıntılarla birebir karşılaştırılırdı. Refik Halit yapıtlarını halkın anlayabileceği günlük dil ile yazmakla kalmamış aynı zamanda dil konusunda bize belleklerimizden hiçbir zaman silemeyeceğimiz Türk dili üzerine yazılmış en güzel öykülerden birisini, belki de en güzelini “Eskici”yi yaratmıştır.
Yahya Kemal Beyatlı, “Bizi ezelden ebede kadar bir millet halinde koruyan, birbirimize bağlayan dilimizdir. Bu bağ öyle bir bağdır ki, vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz. Hudutlaraşırı bile bizi birbirimize bağlı tutar” derken birey için ana dilin önemini vurgulamış, Refik Halit de “Eskici”de bu gerçeği en yalın ve en acı bir biçimde yakalamıştır. Öğretmenlerimizin bu öyküye titizlikle zaman ayırmasını, mutlaka okutmalarını ve yeni yetişen kuşakların “Eskici”yi hakkı ile öğrenmelerini dilerim.
Satırlarımı tamamlamadan önce sizlerle bir gerçeği daha paylaşma gereğini hissediyorum. Milli Mücadele döneminde, Türk’ün var olma savaşımına karşı tavır takınan ve yurt dışına sürülen 150 kişinin arasında sanatına çok büyük hayranlık beslediğim Rıza Tevfik ve Refik Halit’in olmasından ve bu yanlış tutumlarından (büyük bir imparatorluk çökerken herkes ileri görüşlü olamayabilir gibi bir özüre sığınmaya çalışmama karşın) her zaman çok büyük üzüntü duymuşumdur. Atatürk, yazılarını ve öykülerini çok sevdiği Refik Halit’in yurda dönmesinin sağlanmasını bizzat çok istemiş, konuyu yakından takip etmiş ve 1938 yılında af kanunu çıkmıştır.
Refik Halit Karay ise, ölümünden iki yıl önce yazdığı “Bir Ömür Boyunca” adlı yapıtında Mustafa Kemal Atatürk’ü, “Ömrü boyunca tanıdığı en büyük dev” olarak tanımlamıştır.
Türk edebiyatında çok özel bir yeri olduğuna inandığım ve kalbimde çok ayrı bir yeri olan bu öyküyü sizlere sunuyorum.


Eskici
Vapur rıhtımdan kalkıp da Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: “Çocukcağız Arabistan’da rahat eder” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olmanın uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Önce babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in sapa bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda oyalandı; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla da güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı. Kalanlar bilmediği bir dilden “Hasan gel! Hasan git!” demiyorlardı; adı değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti.
“Taal hun yâ Hassen!” diyorlardı. Yanlarına gidiyordu.
“Ruh yâ Hassen…” derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştur. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, hep susuyordu.
Fakat hem tümüyle çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler  de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çıplak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cilâ ile, kızgın güneş altında, fırıl fırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı. Çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile… Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağını göstererek sordu; o güldü:
“Gemel! Gemel!” dedi.
Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs…
“Yâ habibî! Yâ aynî!”
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar…
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle, haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapça’yı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, gene susuyordu. Hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları (bir tür yöresel deri ayakkabı) vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır numara makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kılıklı bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı iskemlesine oturdu; Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki… Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik sapsız bıçağı ile kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu:
“Çiviler ağzına batmaz mı senin?”
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:
“Türk çocuğu musun be?”
“İstanbul’dan geldim.”
“Ben de o taraflardan… İzmit’ten!”
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade içine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı.
Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
“Ne diye düştün bu cehennemin ortasına sen?”
Hasan anladığı kadar anlattı. Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti, komşusunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yatak serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu:
“Sen niye buradasın?”
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş mânâsına… Ve mırıldandı:
“Bir kabahat işledik de kaçtık!”
Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları titreyerek taze, gevrek, billûr sesiyle bitevîye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de ara sıra “Ha! Ya! Öyle mi?…” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. Fakat nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini büktü, çivi kutusunu kapadı, kiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep ağır ağır yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
“Gidiyor musun?”
“Gidiyorum ya, işimi tükettim.”
O zaman gördü ki küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor… Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları; dışarının rengini geçiren manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
“Ağlama be!.. Ağlama be!”
Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır. Bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
“Ağlama diyorum sana! Ağlama!..”
Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı, ama yapamadı, kendisini tutamadı, gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların –Arabistan sıcağıyla yanan kızgın  göğsüne– bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.

NOT: "hem osmanlı hem de cumhuriyet döneminde sürgün'le cezalandırılan muhalif bir yazardır. mahmut şevket paşa tarafından gönderildiği ilk sürgün yeri olan sinop'ta "memleket hikayeleri", cumhuriyet'e muhalif olduğu gerekçesiyle gönderildiği suriye'de ise "gurbet hikayeleri"ni yazmıştır. ayrıca "yezidin kızı" isimli kitabı nefistir." Eksi Sozluk

KAYNAK:
 http://demiratanlar.com/2012/07/20/refik-halit-karay-ve-eskici/