Wednesday, August 28, 2013

Babaya Mektup - Kafka





Kitaptan :
    ‘Çok sevgili baba,

Geçenlerde bir kez, senden korktuğumu öne sürmemin nedenini sormuştun. Genellikle olduğu gibi, verecek hiçbir cevap bulamadım, kısmen tam da sana karşı duyduğum bu korku yüzünden, kısmen de bu korkuyu gerekçelendirmek üzere, konuşurken toparlayabileceğimden çok daha fazla ayrıntı gerektiği için…’
Franz Kafka,1919′da dinlenmek üzere gittiği Schelesen’de Julie Wohryzek adında bir kızla tanışıp nişanlandı. Aynı yıl kaleme aldığı Babaya Mektup, yazarın bu nişana karşı çıkan babası Hermann Kafka’ya yanıtıdır. Kafka’nın yayınlamak amacıyla değil, babasıyla ilgili duygu ve düşüncelerini dile getirmek için yazdığı, ama hiç göndermediği bu mektup, hem Kafka’nın yaşamöyküsüne açıklıklar getirmesi, hem de kimi izleklerinin ipuçlarını barındırması açısından büyük önem taşır. Kafka’nın tüm yapıtlarının günümüze ulaşmasını sağlayan Max Brod’un gün ışığına çıkardığı ve yazarın toplu yapıtları arasında yer açtığı Babaya Mektup’u, okuru bilgilendiren ayrıntılı notlar eşliğinde, Cemal Ener’in çevirisiyle yayınlandı.
Franz Kafka 1919 yılında geçirdiği ağır grip, veremini iyice azdırınca, 1919’da dinlenmek üzere gittiği Schelesen’de Julie Wohryzek adında bir kızla tanışıp nişanlanır. Aynı yıl kaleme aldığı Babaya Mektup (Brief an den Vater), yazarın bu nişana karşı çıkan babası Hermann Kafka’ya yanıtıdır.
Kafka’nın yayınlamak amacıyla değil, babasıyla ilgili duygu ve düşüncelerini dile getirmek için yazdığı, ama hiç göndermediği 100 sayfalık bu mektup, hem Kafka’nın yaşamöyküsüne açıklıklar getirmesi, hem de kimi izleklerinin ipuçlarını barındırması açısından büyük önem taşır. Kafka’nın tüm yapıtlarının günümüze ulaşmasını sağlayan Max Brod’un gün ışığına çıkardığı ve yazarın toplu yapıtları arasında yer açtığı Babaya Mektup, Kafka’nın babasını hem küçümsediğinin hem de ona hayranlık duyduğunun belgesidir. Dava’nın son kelimelerini, yine bu kaybedilmiş baba oğul ilişkisinden yola çıkarak yazacak, babasına ve kendisine duyduğu güveni kaybettiğini; “… sanki utanç onun ardından da varlığını sürdürecekti” cümlesiyle ifade edecekti.
Kafka bu tarihte otuz altı yaşındadır. Yaklaşık iki haftalık bir zaman diliminde yazdığı Babaya Mektup’un en önemli özelliği, yazarın bütün yapıtları arasında biyografik özellik taşıyan az sayıdaki yapıttan biri olmasıdır. Bununla birlikte mektubun Kafka’nın babasıyla ilişkisinin yanı sıra kendi yaşamına ve yazarlığına, kısaca kendi varoluşuna ilişkin ayrıntıları da açığa çıkaran belgesel bir nitelik taşıması, Babaya Mektup’u öbür biyografik yapıtlar arasında farklı bir yere koyar. Bu bakımdan Babaya Mektup salt bir mektup olma niteliğinden öte, Franz Kafka’nın iç dünyasını yansıtan bir yapıt olarak öne çıkar: Kafka’nın yaşamına ilişkin birinci elden biyografik bir tanıklıktır.
Babaya Mektup, Kafka’nın bütün yapıtları gibi çok katmanlıdır. Samimi olduğundan şüphe etmek için bir nedenimiz yok. Ama yazdığı metin biyografik ve otobiyografik niteliğine rağmen kurgulanmış edebi bir baba-oğul çatışması biçiminde kaleme alınmıştır. Kafka, mektubun başlarında babasının kişiliğinden ve kendi varoluşu üzerindeki etkisinden söz etmektedir. Deyiş yerindeyse evrensel etki-tepki yasası üzerinden yürüyen bu baba-oğul ilişkisi, mektupta giderek baba ile oğul arasındaki çatışmaya dönüşecek ve bu çatışmanın oğul Kafka’da açtığı psikolojik yaralara işaret edecek ikinci bir motife yönlenecektir. Mektubun sonlarında yazdıkça güveni tazelenen Kafka’nın ses tonunu yükselltiğini ve babasını suçladığını göreceksiniz Gerçek baba-oğul ilişkisinden burjuva toplumunun ataerkil güç ilişkisine, birey-toplum çelişkisine sıçramıştır.
Baba-oğul çatışması
“Sakin bir ilişkinin imkânsızlığı, aslında son derecede doğal bir sonuca daha yol açtı: Konuşmayı unuttum. Belki zaten büyük bir hatip olmayacaktım, ama insanların sıradan akıcı konuşmasına hâkim olabilirdim. Ama sen daha çok küçükken sözü bana yasakladın, “Tek bir itiraz yok!” tehdidi ve yanı sıra kalkan el, o zamandan beri bırakmıyor peşimi. Senin karşında kendi meselelerin söz konusu olduğu sürece mükemmel bir hatipsindir tıkanan, kekeleyen bir konuşma tarzı edindim, bu kadarı bile çok fazlaydı senin için, sonunda sustum, önceleri belki inattan, daha sonra ise senin karşında ne düşünebildiğim ne de konuşabildiğim için. Ve benim asıl eğitmenim sen olduğun için de, hayatımın her alanını etkiledi bu.”
Mektubu göndermek niyetinde olmadığını gizlemeyen Kafka, tıpkı hikâye ve romanlarında olduğu gibi, baba figürünü bir kez daha simgeleştirmiştir. Yegâne fark dilin ironik olmayışı. Ama mektubun kurgusallığı ve edebiliği tartışılmaz. Edebi yanı iletişimsel değerinin çok ötesinde olan Milena’ya Mektuplar’ı düşündüğümüzde, Kafka için mektup yazmanın önemi çıkıyor ortaya. Belki de duygularını dolaysızca açığa vuramadığı için edebiyata sığınıyordu Kafka.
Mektubun bu anlamda bir baba-oğul çatışmasına dönüşen havası, Kafka okurlarına yabancı bir motif değil.
Baba-oğul çatışmasının, yazarın yapıtlarının asıl konusunu oluşturduğu, Kafka yorumlarında sık sık dile getirilmiştir. Ama Kafka’nın dünyası çok katlı okumalara zaten öylesine açıktır ki, birbiriyle çatışan görüşlerin hemen hepsine malzeme sağlayabilir. Mesela Şato’yu alalım ele; Kafka’da toplumsal alegori arayanlardansanız, Şato’nun sahibini buyurgan devlet olarak yorumlayabilirsiniz. Dinsel bir allegori arayışı, sizi Şato’nun sahibi olarak Tanrıyı görmeye götürecektir. Ve son olarak Babaya Mektup’la destekleyeceğiniz Freudyen bir bakışınız olabilir. Bu kez Şato’nun sahibi Kafka’nın babasıdır. Kafka’nın babasına karşı duyduğu umarsız korkunun, hadım edilme endişelerinin, iktidarsızlık duygusunun, düşlere sığınmasının izlerini kolayca sürebilirsiniz.
Nevrozların anlatıcısı
Kafka’nın pek çok yapıtını Babaya Mektup’la birlikte okuyabilirsiniz. En keskin örnek hiç şüphesiz Yargı’sıdır. Yargı, düğünü arifesinde ruhsal açıdan babasına bağımlı olduğunu kabullenmek zorunda kalan ve babasının kendisi için verdiği ölüm kararına isteyerek boyun eğen genç bir adamın, Değişim, bir sabah uyandığında kendisini böcek olarak bulan Gregor Samsa’nın hikâyesidir. Kayıp romanındaki on altı yaşındaki genç hizmetçiyi iğfal ettiği gerekçeşiyle ailesi tarafından yollandığı Amerika’da hayata tutunmaya çalışır. Dava’nın konusu hiçbir neden gösterilmeksizin dava edilmek üzere tutuklanan banka memuru Josef K.’nın suçsuzluğunu umutsuzca kanıtlama çabasıdır. Ceza Sömürgesi’nde bir bilim adamı, kendisine ne gibi suçlar yüklediğini anlatan darbelerle yaralana yaralana korkunç bir biçimde öldürülür.
Belki de bizzat deneyimlediğinden; kalabalıklar içinde yalnızlaşmanın ve yabancılaşmanın dehşetini, aile kurumunun özellikle yaydığı suçluluk duygusuyla-toplumsal iktidarın yapı taşı olduğunu farketmişti Kafka.
Neredeyse bütün yapıtlarını birey toplum çatışmasını aile kurumu etrafında işlemiştir. Tam da bu nedenle işte, Babaya Mektup’u da delil göstererek, yazarın yapıtlarından onun hayat hikâyesine, hayat hikâyesinden yapıtlarına uzanmak isteyenler çıkacaktır. Ne var ki edebiyat aracılığıyla başka bir gerçeklik düzleminde yeniden inşa ettiği Kafkaesk dünya yazarın biyografisine indirgenecek basitlikte hiç değildir. Kafka’nın kahramanlarının ellerinde olmadan gelişen, onların sadece yüzleşmek zorunda kaldıkları olaylar aslında modern insanın yaşamak zorunda kaldıklarına dair güçlü eğretilemelerdir. Kendi özel dünyasının nevrotik olup olmadığının hiçbir önemi yok, önemli olan onun modern çağ nevrozlarının anlatıcısı olması, bireyin nevrozlarını hepimize ait olan bugünün dünyasının nevrozları haline getirmesidir.

‘Birbirimizle savaştığımızı kabul ediyorum’
Senden korkmamın gerekçelerini tarttığında, şöyle karşılık verebilirdin:
“Seninle ilişkimi, yalnızca senin hatalarınla açıklayarak işin kolayına kaçtığımı iddia ediyorsun, ama ben, senin görünüşteki çabalarına karşın, işin zor tarafıyla yüzleşmediğine, tersine kolayına kaçtığına inanıyorum en azından. Önce sen de her tür suçu ve sorumluluğu üzerinden atıyorsun, yani bu noktada ikimizin tavrı da aynı. Ama ben ardından, düşündüğüm gibi açıkça bütün suçu sana yüklerken, sen aynı zamanda ‘aşırı zeki’ ve ‘aşırı şefkatli’ de olmak ve beni her türlü suçtan beraat ettirmek istiyorsun. Tabii bu sonuncusunu ancak görünüşte başarabiliyorsun (daha fazlasını da istemiyorsun zaten) ve yaradılış ve doğa ve karşıtlık ve çaresizlikle ilgili tüm ‘süslü sözler’e karşın, senin yaptığın her şey yalnızca kendini savunmak iken, aslında saldırgan kişinin ben olduğum sonucu çıkıyor satır aralarından. Şimdi yalnızca bu samimiyetsizliğinle bile yeterince şey elde edebilirdin, çünkü üç şeyi kanıtladın; birincisi, kendinin suçsuz olduğunu, ikincisi, benim suçlu olduğumu ve üçüncüsü, büyüklüğün sayesinde yalnızca beni affetmeye değil, üstelik bir de daha fazlasını ve daha azını benim de, tabii ki hakikatin aksine, suçsuzluğumu kanıtlamaya ve kendini buna inandırmaya hazır olduğunu. Şimdi bu kadarı bile senin için yeterli olabilirdi, ama daha yetmiyor. Zira tamamıyla benden geçinmeyi kafana koymuşsun. Birbirimizle savaştığımızı kabul ediyorum, ama iki türlü savaş vardır. Bağımsız hasımların güçlerini tarttıkları şövalyece savaş; herkes kendi başınadır, kendi yenilgisini yaşar, kendi zaferini kazanır. Ve bir de yalnızca sokmakla kalmayan, aynı zamanda hayatını sürdürmek için kan emen böceklerin savaşı. Asıl paralı askerler bunlardır ve sen busun. Yaşama becerisinden yoksunsun; ama hayata rahatça, kaygısızca ve kendini suçlamadan yerleşebilmek için, tüm yaşama becerini elinden aldığımı ve kendi cebime koyduğumu kanıtlıyorsun. Yaşamak konusundaki beceriksizliğin artık seni ne ilgilendirecek, sorumlusu benim zaten, sen rahatça uzanıyorsun ve kendini hayatta, hem bedensel hem de zihinsel olarak bana çektiriyorsun.”
A.Ömer Türkeş, Radikal Gazetesi Kitap Eki 27.06.2008
“…beni kıskıvrak yakalayan şeyin, sana dokunması bile gerekmez ya da tersi; senin için masumiyet olan şey, benim için suç olabilir ya da tersi; sende hiçbir etki yaratmayan şey, benim mezarım olabilir.” (s:55)
Kafka’nın Babaya Mektup’u 1919′da yazılmış, yazıldıktan 30 yıl sonra, 1950′lerin başında arkadaşı Max Brod tarafından gün yüzüne çıkmış bir eser. Bir oğul’un babaya söylemek istediği ama söyleyemediği bir iç döküş, kendini ifade etme… Varlığın var’dan çok hiç’e yaklaşmasındaki etmenlerin Kafka tarafından mümkün olduğunca objektif bir üslupla yazıya dökülmüş hali.
Babayı değerlendirirken, onun her hareketini ol’duğu insan olmasının nedeni olarak görme vardır bu mektupta. Bu ol’uşun iki temel nedeni olarak, babasının eğitimini ve kendi itaatkârlığının sonucunu gösterir. Ezik, korkak, silik, zayıf, ürkek, kararsız, huzursuz… bir karakter olarak kendi tahlilini yapan Kafka’nın kaygısızlığa ve soğukluğa yönelmesinin ardındaki asıl neden, Baba korkusu’dur.
Sadece ruhsal özellikleriyle değil, fiziksel özellikleriyle de(s:18-19) oğlunu ezen bir babadan duyulan korku. Çocuk Kafka’nın bu korkusuyla Kafka, dünyasını üçe böler: “benim, yani kölenin, yalnızca benim için icat edilmiş ve üstelik bilmediğim bir nedenle asla tümüyle yerine getiremediğim yasaların boyunduruğu altında yaşadığım bölüm, sonra senin, yöneterek, emirler yağdırarak ve bunlara uyulmadığında öfkelenerek yaşadığın ve benimkinden alabildiğine uzak bir ikinci dünya ve nihayet tüm diğer insanların, emirler ve itaatten bağımsız, mutlu yaşadıkları üçüncü bir dünya.” (s:22-23)
Baba korkusunu yenmenin çözümü: Kaçış.
Kaçmak… Evlilik bile bu kaçma girişiminin bir sonucudur. Çünkü evlilik, babayla denk olma, onun otoritesine ve haklarına sahip olma… şeklindeki bir mantıkla -istememesine ve bunun da kararsızlığını yaşamasına rağmen, sırf evlenmek için- evlenerek bir yarayı kapama girişimi anlamına gelmektedir. Aslında onun çocukluğundan kazandığı bir savunma mekanizması olan kaçış’ın olgunluk döneminde evlilik olarak somutlaşmış halidir bu.
Kardeşi Elli’nin evliliğiyle(s.38) babasıyla arasındaki savaşı kazandığını düşünmesi, kendisinde de evlilik fikrinin bir tür savaşı kazanma, özgür olma… anlamına geleceği düşüncesine neden olur:
“Gerçekte evlilik girişimleri, senden kaçmak için en görkemli ve umut verici çabaya dönüştü, ne ki ardından gelen başarısızlık da aynı ölçüde görkemli oldu.” (s:53)
Oysa istediği evlilik değildir. Ki babası, Kafka evlenmek istediğinde -mantık evliliğidir bu- kendisini eleştirince babasına kızma nedeni çok farklıdır. Sorun, babasının kızı reddetmiş olması değildir; Kafka’yı üzen, babasının kendi karar erkini ezmesi, aldığı kararı beğenmemesi, kendisini -bir kez daha- bir hareketi yüzünden eleştirmesidir. Evlilik, bağımsızlaşmak anlamına gelse de, evlenmemesinin ardındaki tek suçlu babası değildir ve farkındadır kendisi de bu durumun. “zihinsel açıdan evliliğe yatkın olmamak”(s:60)tır asıl neden ve bu çözümün/evlilik, aslında kendi içindeki tutarsızlığını da belirtir.
Yazmak bile bu kaçış’ın (s.62-63) sonucudur aslında; yazmak, özgür olmaya çalışmaktır.
“Yazdıklarım seninle ilgiliydi, orada senin göğsünde yakınamadıklarımdan yakınıyordum yalnızca.” (s:48) der -bu mektubu yazdığında, üç eseri yayımlanmıştır- ve burada henüz özgür olamadığını belirtir. Yazma ediminin temelinde dahi babası vardır, babadan kaçmak, özgür olmak… olarak belirtse de nedenlerini, aslında babası tarafından onaylanmak isteminin dışavurumudur bu.
İlginç olansa bu baba-oğul ilişkisinin güçlü-güçsüz, ezen-ezilen, otorite-çalışan, bürokrasi-halk… gibi Kafka’nın en önemli konularına ve karakterlerine-edilgen, değersiz, başarısız…- bir temel oluşturmasıdır. Özellikle babasının yanında çalışanları ezmesi ve zalimliğini(s.35) aktardığı bölüm, baba figürünün; otorite baskısını anlattığı romanlarının ardındaki temel neden olduğunu göstermektedir.
Mektubun sonunda babasının kendisine verdiği cevabı hayal ederek kendi sorularına, değerlendirmelerine, kendi bakışına cevap verir. Ama babasının bu savunmasına verdiği cevap neredeyse mektubun geneline yayılmış olan fikirdir:
“Beni sen böyle eğittin.”
Baba-oğul çatışmasının, onaylanmak istenen oğulun, oğlunu seven ama bunu gösteremeyen bir babanın, sevgisini göstermekten çok eleştiren, kendi yaşadığı zorlukları yaşamayan ve bunu devamlı çocuklarının yüzüne vurarak kendi yaşadıklarıyla çocuklarını ezen bir babanın anlatımı Babaya Mektup. Aynı zamanda kendi kişisel hikayesini yaşadığı döneme aktaran/uyarlayan ve tespitleriyle kendisinden sonraki kuşakları etkileyen ve hala etkilemeye devam eden bir yazarın biyografik özellik gösteren eseri.
Babası olmasaydı Kafka olur muydu?
Babası olmasaydı Kafkaesk roman dediğimiz tür doğar mıydı?!
Babası olmasaydı günümüzde dahi kendimizi öyle hissettiğimiz Kafka karakterleri olur muydu?…
Her olayın bir sebebi bir de sonucu vardır ve sebepler sizi üzerken, kırarken… sonuçlar tam tersi olabilir. Sizin kaybınız başkalarının kazancı olabilir. Sizi kırıp inciten başkalarına ders olabilir… ve yazıya dökülen hayatınızın şifreleri, değeri yıllar sonra anlaşılan ve hiç tanışmayacağınız insanların hazinesi olabilir… Hayatın ironisi olmalı bu.
Kafka’nın Babaya Mektup ve Milena’ya Mektuplar’ını okuduğumda soğuk, uzak ve yazar Kafka, yaşayan kanlı canlı insana büründü; hayatımdaki en önemli ve değerli insanlardan biri haline geldi. Milena’ya Mektuplar’ın kimi yerinde kendimi Kafka gibi hissettim, aslında o, benmişim gibi hissettim. Yalnızlığı, rahatsızlığı, zaafları, güçsüzlüğü, beklentileri… Uzaktan görünen ulaşılmaz, soğuk fildişi kulenin aslında yalnızlıkla ve hayal kırıklıklarıyla örülü dünyasında onun güçsüzlüğünü ve hastalığını ve bunun asıl nedenlerini o kadar derinden paylaşıyor ve o kadar iyi biliyorum ki… Şimdi geriye ondan bir ya da iki eser kaldı okumadığım, onlar da tamamlandığında, başa döneceğim, özellikle kendi yaşamına dair kelimelerin, hislerin, dünyanın olduğu yapıtlara: Babaya Mektup’a ve Milena’ya Mektuplar’a.
Franz Kafka, Babaya Mektup, Can yayınları, çev. Cemal Ener, 3.basım.

Wednesday, August 21, 2013

Derya Sönmez’den “Kaya Mezarları” adlı öykü



 
Ölümüm
Saçları is kokulu sevdiceğim
Kaç yangından arta kalansın sen
Hâlâ kaç yangını kovalamaktasın

 En kötüsü oldu Yunemah, korktuğundan da kötüsü. Unutuluşun derin kuyusuna yuvarlanmaktan kurtulamadın. Artık sen de oradasın. Ezelden beri varolmadığın gibi, ebediyeti de kucaklayamadın. Zerrelerine ayrışan bedeninin hâlâ buralarda, bir ağaç yaprağında sabah güneşini selamladığını ya da avare bir böceğin yardımıyla çiçek çiçek dolaştığını düşünerek avunabilirsin. Daha da ileri gidebilir, ömrünü uğruna harcadığın, varlığının biricik amacı varsaydığın bu yapının hâlâ ayakta kaldığını umabilirsin. Yapıtının bunca zaman sonra bile tanımadığın insanlar tarafından hayretle seyredilmesi huzursuz ruhunu bir nebze rahatlatabilir. Şunu bil ki Yunemah yaşamını, inşa etmekle geçirdiğin bu devasa yapı, ufak tefek birkaç hasarı saymazsak olduğu gibi duruyor. İnsanlar binlerce yıldır ona bakıyorlar. Adeta sanat eserine öykünen bu tarihi kalıntıyı onca yokluğa rağmen yapmanı övseler de, ömrünü böylesine harcadığın için sana acıyor, içten içe alay ediyorlar. Onlara kızmadan önce bir şey daha belirteyim ki öfkeni, bu beklenmedik konuklar arasında insaflıca bölüştürebilesin. Ziyaretçilerin yanlızca geveze turistlerden, meraklı gezginlerden oluşmuyor. Bir de kanını, canını emmeye gelen tekinsiz kişiler var, ben varım. Havanın karardığı, etrafta kimsenin olmadığı zamanları kollarım. Gözlerim karanlığa alışkın, ellerim beceriklidir. Senden çaldığım yalnızca sonsuz hayat değildir elbette. Mezar taşını süsleyen altın kartal kabartmasını beceriksizce kazıyarak yiğitliğini ve cesaretini, zorlu bir çarpışmada kazandığın kutsal mızrağını alarak şerefini, göksel tahtını simgeleyen heykellerle imparatorluğunu çalarım. Artık geri dönüşsüz bir yoldasın. Ruhun geri dönse bile, yaşarken kazandığı asalet ünvanlarından hiçbirini bulamayacak, baştan başlamak zorunda kalacaksın. Söyle Yunemah, hadi söyle, sırf bu yüzden vazgeçer, unutulmaya razı olur muydun?
Kral olduğunu da nereden çıkardım, sıradan bir işçiydin belki de. Lahitinin sadeliği bunu gösteriyor. Öyleyse senden çaldığım yalnızca ölümsüzlük olmalı. Peki ya benim kazandığım ne? Ah Yunemah, nasıl benziyoruz bir bilsen. Bir ev yaptırırım belki. Henüz hayattayken çürümeye başlamış bedenimden daha uzun yaşayacak bir taş yığını. Sonra bir tane daha ve bir tane daha, ömrüm yettiğince çok sayıda. Doğacak çocuklarım için bir yuva, sadece barınmaları için değil, öldükten sonra beni hatırlasınlar, ansınlar diye. Şimdi kanlı canlı karşımda dursaydın, suratımın ortasına okkalı bir yumruk indirirdin belki. Dur hemen öfkelenme, henüz hiçbir şey bilmiyorsun.
Senin yaşadığın zamanları düşlüyorum. Tüm günü, elindeki keskileri, delici taşları kaya yüzeylere sürte sürte büyük şatolar inşa etmekle geçiriyorsun. Geniş kaya yüzeyleri bütün heybetiyle yükseliyor önünde. Başını kaldırıp zirveye doğru baktığında kalker kayaların kireçli yüzeylerini görüyorsun. Onlarca işçiyle beraber gün ağarınca başlıyorsun çalışmaya  Yorgunsun. Elindeki keskiyi çatlaklardan birine dayayıp yavaşça oyuyorsun kayayı. Dikkatli olmalısın. Kalker kayalar gevrektir. İstediğin büyüklükte bir tabakayı kaldırmak için ne kadar güç harcaman gerektiğini iyi hesaplamalısın. Karanlık basınca tüm günün yorgunluğu hücum ediyor üzerine, bir de gökyüzünde akbabalar beliriyor. İnşa etmekte olduğun mezar şatolarına doğru pike yapıyorlar, sanki gözdağı vermek istiyorlar. Kalbine bir hançer saplanıyor böyle zamanlarda. İnsanın dirisine dağdağalanan bu gavurların, ölüsüne neler yapabileceğini düşünmek bile istemiyorsun. En çok korktuğun neydi acaba? Ölümün sinsice yaklaşıp seni beklemediğin anda, henüz sonsuz hayat için hazırlığını yapamadan yakalaması mı?
Mezarının çevresi, öbür dünyada kullanman için hazırlanmış eşyalarla çevrili. Boş bir testiyi kulağıma götürüyorum. Sesler duyuyorum. Ayinlerden kalma boğuk çığlıklar, huzursuz ruhunun haykırışlarına karışıyor. Buradaki eşyalar tıpkı istiridye kabukları gibi bulundukları mekânın seslerini toplar, yoğunlaştırır ve birbirine bakan eğimli yüzeylerinde sonsuza dek sürecek bir ses yankısına neden olur. Alışkın kulaklar, eşyalardan yayılan çığlıkları mezar odasına girdiği anda duyabilir. Bense seslerle birlikte yaşarım. Gecenin sakinliğinde uykuya dalarken, sabah gözlerimi açtığımda, günün herhangi bir zamanında ama illaki sessizlikte. Belki de bu yüzden çok konuşurum. Tedirgin zihnimin oynadığı küçük bir oyundur bu, çaldığım yaşam tomurcuklarının intikamı, bir meslek hastalığı.
Bilmiyorsun Yunemah. Senin değerini en çok ben bilirim. Sana nasıl öykündüğümü, varlığımı anıtlaştırmak, senin gibi sonsuz kılmak istediğimi bilmiyorsun. Seninkinin yanında nasıl gülünç bir çaba. Sen kazanamayacağın savaşlardan bile bir destan çıkarmayı biliyordun. Hiçbirimizin cesaret edemediğini yaptın, en büyük düşmanınla uzlaşmayı başardın. Yüzyıllardır koynunda yatıyorsun. Hâlâ düşmanın mıyım, şimdi söyle? Sen Yunemah sonsuz bir uykuyu uyumaktasın. Sen zamanın ve zamansızlığın anıtısın. Anlat bana, zamansızlık nedir. Anlat ki eksikliğinde oluşacak boşluktan zamanı tanıyabileyim.
Benim sözlerim bitti. Artık seni dinlemek isterim.

Tuesday, August 20, 2013

Taşı Toprağı Altın – Gürşat Özdamar

E skilerden anlatılan bir öyküdür. Bir köyde yaşlı bir çiftçi artık ölüm döşeğine yaklaşmış ama çocukları artık çiftçilik yapmak istememekte, daha rahat bir yaşam arzulamakta, bunun için de daha fazla kazanabilecekleri işler yapma derdindedir. Bunu fark eden baba, çocuklarını bir gün yanına çağırır ve onlara der ki: “Artık açıklamanın zamanı geldi, bizim tarlalarda gömülü çook büyük bir hazine var. Bulun onu ve istediğinizi elde edin böylelikle.” Bunları söyler söylemez can verir baba. Hangi tarladadır ve tam olarak nerededir, bunu söyleyemeden göçüp gider bu dünyadan. Babalarının bu gizli bilgiyi vermesiyle beraber kazma kürek ne bulurlarsa tarlayı deşmeye, toprağın altını üstüne getirmeye girişir çocuklar. Ama gömüyü bir türlü bulamazlar. Her gün tekrarlarlar, ama sonuç aynıdır. Babalarının sözünü ettiği hazineyi bir türlü bulamazlar. Bütün bir yaz geçip de sonbahara vardığında artık arazilerinde deşilmedik bir yer bırakmamışlardır. Havaların daha da soğumasıyla arama işini bırakırlar. Ancak ertesi yıl onları çok şaşırtan bir şey olur: Bütün tarlaları hazine bulma umuduyla deşmeleri, toprağı daha da verimli hale getirmiştir, havalanan ve ferahlayan toprak daha da fazla ürün vermiş ve oğulların istediği türden bir hazine olmasa da oldukça yüksek bir kazanç bırakmış olur. İşte o vakit asıl hazinenin toprağın kendisi olduğu kıssadan hissesi bizim burada yaptığımız gibi anlatılagelir.
İçinde yaşadığımız dünya hiç de böyle değil oysa. Kaynaklar var olmasına var da, adaletli dağılmadığından açlıktan ölenler var bugün hala. Mülkiyet diye bir şey var ama yeryüzündeki varlıkların çoğu az sayıda kimselerin elinde. Kimi şatafat içinde yaşarken kimi borçlu doğuyor daha baştan. Yaşadığımız coğrafyada da bu böyle. Son 30 yıldır süren savaş da bu adaletsizliği katmer katmer artırmış durumda.
Yukarıda anlattığımız öyküdeki gömülü bir hazineyi bulmak bir yana, yaşamlarını sürdürmeye yetecek bir lokma ekmek derdi ile pek çok insan köydeyse kasabalara, büyük şehirlere ve hatta Alamanyalara göçer olmuş uzun yıllar boyu. Taşı toprağı altın diye hem de. Peki öyle mi oldu, gerçekten de taşı toprağı altın mıydı büyük şehirlerin?
Yeşilçam sinemasında “Köyden İndim Şehire” filminde tarlalarında çıkan bir küp dolusu altın sonrasında şehire gidip o altınları bozdurup artık zengin olarak yaşama planları yapan 4 Kayserili kardeşin komik öyküleri perdeye aktarılır. Onlar için şehir yeni zenginliklerini yaşama yeri, umut değil, tüketimdir onlar için.
Bir başka Yeşilçam sineması “Züğürt Ağa” filmi ise artık bugün daha çok hissettiğimiz hatta birebir yaşadığımız kırsal-kentsel dönüşüm tahribatlarını bir köy ağasının dönüşümüne paralel öyküler kurarak anlatmayı seçer. İlk başlarda yaşanan kuraklık yüzünden yağmur duasına çıkan köylüler, köylerinin yeni yapılacak baraj alanında yakında sular altında kalacağından habersizdirler. Ağaya borçlarını ödemekte zorlanan köylüler birer birer şehire göçmekte, orada işportacılık yapmaya başlayarak az da olsa geçimlerini sağlamanın “mutluluğunu” yaşamaktadırlar. Köy de karın tokluğudur onlar için, şehir de. Köyde toprakları kendilerinin değildir, ağanındır, şehirde de kendilerinin değildir. Şehirde toprak, onlar için sadece yevmiyelerini çıkardıkları iştir.
Yerini pek yakında baraja bırakacak olan Haraptar Köyü’nde kimse bunu bilmemekte, zaten en son tek başına kalan köy ağasının da köyü satılığa çıkarması, Ankara’dan gelen memurların önerdiği para karşılığında köyü onlara satarak kendisinin de şehre yerleşmesinin vesilesi olmaktadır.
Şehir, daha önce gidenlerce bir bakıma parsellenmiş, herkes bir geçim yolu bulmuştur. Ağa, o güne değin hep marabalarının emeği üzerinden para kazandığı için iş nedir bilmemektedir üstelik. Ama şehir, altın doğurmasa da ekmek vermektedir gene de.
Ya savaştan ya sırf ekonomik nedenlerden dolayı soluğu büyükşehirlerde alanlar iş bulsalar da ilk başlarda kalacak yer sıkıntısı çektiler. Sonrasında, gecekondu diye tabir edilen tek katlı ve hatta tek göz oda evler yapılır oldu boş arsalara. Zamanla çoğaldı, yayıldı, sokaklar, mahalleler oluştu. Yıllar ilerledikçe kalabalıklaşan bu mahalleler, politikacılar için neredeyse “taşı toprağı altın” derecesinde önemli hale geldi. Kısmi iyileştirmeler yapıldıysa da 90’lara kadar kendi kaderlerine terk edildi. Ta ki, 80 darbesi sonrasında iş başına getirilen Özal hükümetine kadar. O zamanlar “serbest piyasa” olarak adlandırılan 24 Ocak kararlarının uygulamasına hızlıca geçildi. Bu “yeni” modelin ilk görüntüleri otoyollar ve ikinci boğaz köprüsü olunca, başta İstanbul olmak tüm şehirlerde arazi değerleri kat be kat arttı. Yeni yeni zenginler türedi. Boğaz kıyıları da imara açılınca çay içmek için bile boğaza bir kez gitmemiş olan bir sürü rantiyeci, çok katlı site inşaatlarına girişti. Belki de ilk kez İstanbul’un taşı toprağı altın olmasa da oldukça paha ediyordu.
“Ben zenginleri severim” diyen Özal, orta direği genişletmek için hiçbir tapu kaydı ya da resmi belgesi olmayan gecekondulara af çıkarınca, yoksulluğun simgesi olarak addedilen gecekondular da çok geçmeden apartmanlara dönüşüverdi.
Yeşilçam’da da bir dönem gecekondu figürü çok sık kullanıldı. Derdim Dünyadan Büyük filminde, ruhsatsız olduğu için yıkıma gelen dozerin önüne oturan Orhan Gencebay’ın söylediği parça hala kulaklardadır:
Yılların günahı kaderde mi kalacak
Elbet bir gün insanlık sizden hesap soracak
Biz görmesek de görecekler var
O mutlu yarınları

Bu parça çalarken Orhan Gencebay’ın yanına bir bir gelerek dozerin önüne oturan mahalleli, dozere izin vermez, mahalle yıkımdan kurtulur. Kurtulur kurtulmasına da yıllar sonra aynı Orhan Gencebay kondu mahallerinin bu kez “kentsel dönüşüm” adı altında yıkılarak yerine yapılacak olan biçimsiz sitelerden birinin televizyon reklamında oynar. O da bu topraklardan beslenir!
Hatta hep köyden indim şehire filmlerinde İstanbul’a ilk varış noktası olan Haydarpaşa Garı da bu dönüşümden “nasibini” alacak gibi. Artık kimse burada “seni yeneceğim İstanbul” diyemeyecek. Yenen hep başkası olacak bundan sonra.
Bugünlerde üçüncü köprü, toprak bedellerini daha da arttırmış durumda. İşsizlik rakamları açıklananın çok çok üzerinde. Yoksulluk sınırının altında yaşamak zorunda kalanların sayısı oldukça fazla. Aslında pek çok kişinin de geldiklerine pişman olarak memleketlerine geri döndüğü de bir gerçek. Şehirde iş bulamayıp elinde avucunda ne varsa yitirenler başta olmak üzere, eski komşuluk ilişkilerini özleyenler ya da şehir kültürüne uyum sağlayamayanlar bir bir geriye dönüyorlar. Bugün hala büyükşehirlere iş ve dolayısıyla ekmek bulma ümidiyle göçenler olsa da, memleketlerine geri dönenler, eskilerden beri söylenen taşı toprağı altın masalına ne derecede inanırlar bilinmez. Bir başka bilinmez ise, rant üzerine rant sağlayarak pek çok zengin oluşturmayı sürdüren büyükşehirlerin buna ne kadar daha dayanabileceği. Çünkü başta İstanbul olmak üzere pek çok büyükşehir, doğal sınırlarının çok ötesinde yerleşime açılmış durumda ve bu durumun, kendi kendini yok etmeye götüreceği senaryoları her geçen gün daha da gerçeğe yaklaşıyor.
Gürşat Özdamar
gozdamar@meydangazetesi.org

Saturday, August 17, 2013

İlk Aşk – Cesare Pavese



“O gün biz de anlayacağız hem yaşam olduğunu senin, hem hiçbir şey”
Nino ile tanışmadan önce, sokakta oynadığım ve barıştığım çocukların ne kadar pis olduklarını, üstlerinin başlarının ne kadar sefil olduğunu hiç fark etmemiştim. Üstelik yalınayak gezdikleri ve içlerinden bazıları canlarını acıtmadan topuklarıyla anızları bile ezebildiği için onları kıskanıyordum. Benim kentli ve solgun ayaklarım çakılların üzerine bastığım zaman bile büzüşüp sızlıyordu.
Nino, onlardan öğrendiğim pek çok şey arasında, küfürlerle ilgileniyordu. Nino köyün çıkışındaki bir villada oturuyordu ve beni korkutan pek çok ablası vardı. Ben alçak duvarın altında durur, parmaklıklar arasından bakarak Nino’nun bahçe merdiveninden inmeye başladığını umardım; geç kalırsa bir yılan taklidi yaparak ıslık çalar ve köpek havlayana dek adım adım içeriye süzülürdüm. Nino koşarak yanıma gelirdi, çünkü köpekten o da korkardı.

“Babam da eve ancak akşam olunca geliyordu”

Nino’ya ayakkabılarını çıkartmasını ya da başkalarıyla oynamasını söylemek olanaksızdı. Bu konudan hiç söz etmemiş bile olsak birkaç buluşmadan sonra onunla birlikteyken öteki arkadaşlarımdan utandığımı fark ettim, işin güzeli, sözlerinden çıkarttığım kadarıyla sanki onların hepsini tanır, oyunlarını bilir, konuşmalarını anlar gibiydi: Benimkilerden bile daha temiz bir gömlek ve pantolon giymesi dışında, bizlerden biri gibiydi; ellerini cebine sokup sapa sokaklarda ıslık çalarak dolaşıyor, gelip geçenin arkasından bakıyor, bazen de yüzünü buruşturuyordu.
On üç belki de on dört yaşındaydık, ve gerçekten de o yaz birdenbire o hırpani tiplerin bana keyif vermediğini hissettim: Eğer bizim yaşımızdaysalar aptal ve sersem tiplerdi, eğer bizler gibi zayıf ve neşeli görünmelerine karşın on sekiz yaşındaysalar da artık onlarla anlaşamıyorduk.
İlk günlerde Nino ile nelerden söz ettiğimizi anımsamıyordum. Bir kez kaç ablası olduğunu sordum. Hiç yok, diye yanıtladı beni. Nasıl, bütün o kızlar senin ablan değil mi? Hepsi annem gibi, dedi bana her zaman yaptığı gibi yüzünü bir yana eğerek. Gerçek ablam sayılacak biri yok içlerinde.
Ona bir kez izne gelmiş bir askerle çıktığım avdan söz ediyordum; bunu evire çevire birkaç kez anlattıktan sonra günün birinde Nino bana şöyle dedi: Bum.

Ne var, diye sordum. Ben de ava çıkıyorum, çıkamaz mıyım?

Onu da bazı arkadaşlarımın sabahları suya ve çamura bata çıka sepetlerle balık tuttukları yere götürmeyi denedim. Nino aramıza karışmıyor, sudan onun gözlerini ve onayını yakalamaya çalıştığımda aramızda değilmişçesine gülümseyerek duruyordu; bir kez demircinin oğlu, sular süzülen sepeti tutmasını söyleyerek ona doğru fırlattığında bile kenara çekildi ve sepeti almadı. Bunun üzerine ona ‘ayaklı ölü’adını taktılar, ben de giysisi yeni olduğu için böyle bir ad taktıkları gerekçesini uydurmaya yeltendim. Ama Nino onlara hiddetlenmişti bir kez ve bizlere çamur atmaya başladıklarında onlara kimin haddini bildireceğini iyi bildiğini haykırdı öfkeyle.
Nino sabahlarını evinde, odadan odaya dolaşarak geçiriyordu; onu aramak için ilk kez gittiğimde boynumu onun penceresine doğru uzattım. Bahçeye doğru bakan uzun boylu, güzel bir kadın bana yaklaşmamı işaret etti. Ben görmemiş gibi yaparak oradan sıvıştım. Nino sonradan bana bu konuyu açar diye korktuysam da, hiçbir şey olmadı.
O günden sonra zamanımı ikiye böldüm. Neredeyse her sabah eski çocuklarla gizlice keçi otlağına gidiyordum ve onları kente ait öykülerimle şaşırtıyorum. Kent denen yer, bir süre sonra tramvaylarında ve asansörlerinde tuhaf olaylar olan bana ait bir çiftlik olarak anlaşılmaya başlandı. Arada sırada sözüme ara verip ben de keçi kovalıyor, bir dal soyuyor ya da çekirge avlıyordum. Öğleden sonra, bir zamanlar samanlıkta ya da ahırda geçirdiğim o sıcak saatlerde Nino’yu almaya gidiyordum; sanki zaman yitiriyormuşum, sıkılıyormuşum gibi geliyordu, ama gene de her gün soluğu onda alıyordum. Kiliseye doğru tırmanmak, tarlalar boyunca yürümek gibi yorucu bir gezintiden sonra geriye döndüğümüz zaman, onunla içeriye girebilmek, hasır koltuklara oturmak, ablalar tarafından sorgulanmak için can atıyordum. Ama Nino beni içeriye davet ettiği ilk gün cesaret edemedim.
Deniz kenarındaki serüvenden dönüşte, ailesini bizim işlerimize karıştırmamasını öğütledim. Nino dişlerinin arasından sırıttı ve evdeki kadınların benim o hırpanileri öğrenmesinde hiçbir sakınca olmadığını söyledi. Onun asıl arkadaşı bambaşka biriydi.
Bir gün öğleden sonra gübreci dükkanının arkasından geçerken Nino’nun gülüşü çalındı kulağıma. Daracık yolda daha önceden de görmüş olduğum alçak bir otomobil park etmişti. Deponun kapısı aralıktı ve içeride pek çok kişinin alçak sesle konuşulduğu işitiliyordu; derken güçlü bir kahkaha tüm sesleri bastırdı, arkasından başka boğuk kahkahalar duyuldu. Ağır kükürt ve gübre arasında Nino ortaya çıktı ve şöyle dedi: “Şimdi çıkıyor.” Kapıdan çıkan yaşlı bir işçi bize göz kırptı; sonra kapıyı arkasına kadar açtı ve seslendi: “At!..”
Havada uçan büyük bir çuvalı kapan yaşlı adam bunu arabaya koydu. Sonra havada ikinci ve üçüncü çuval uçtu. Nino eşiği atladı ve içeride yok oldu. Ben, içeride kımıldayan gölgelerin kimlere ait olduğunu kestirmeye çalışarak otomobilin yanında kaldım.
Otomobil neredeyse dolmuştu ve ben çuvalları yerleştirmekte yaşlı adama yardım ediyordum ki, eşikte Nino ile birlikte kıvırcık saçlı, boynuna mendil bağlamış, kırmızı bir kemer takmış ve çizmeler giymiş bir adam belirdi. Gömleğinin kollarını kıvırmıştı ve bedeni tüm kapıyı kaplıyordu. Nino’nun boyu onun dirseğine geliyordu.
Neşeli bir sesle Nino ve benimle konuşmaya başladı: Arkadaş oldunuz ha? Bana göz kırpıp bir elimi tuttu; bense ondan kurtulmaya çalışıyordum. Kolumu güçlü bir şekilde bir-iki kere kıvırıp büktükten sonra şöyle dedi: Nino, kendini bu çocuğa dövdürme sakın, senden daha güçlü. Sonra yeniden ayağa kalktı, tüm çevreyi gözden geçirdi ve “Bitti mi?” diye sordu.
Bir sigara çıkarıp yaktı. Otomobile bindi, bize hoşça kalın, dedi ve yola koyuldu.
O akşam Nino benimle konuşurken pek coştu: Tünediğimiz duvarın üstünde yerinde duramıyordu ve o her zamanki kaygılı bakışları yok olmuştu. Sorularım karşında heyecanlanıyordu. Şoför olan Bruno, Nino için gerçek bir dost idi. Geldikleri gün onları istasyondan karşılamıştı ve tepeyi tırmanarak villaya çıkarken hep onunla konuşmuştu; bir şeyler sorduklarında annesine ve ablasına da kısa yanıtlar vermişti, ama her şeyi Nino’ya açıklamıştı. Şimdi hala konuşurlarken ona ablası olacak danaların nasıl olduklarını sorardı ve böyle diyerek kızların danalar kadar aptal olduklarını ima ederdi. Bruno, ablaları bir tek nedenden seviyordu: Nino becerebildikçe ablalardan kutusuyla sigara getiriyordu ona, kutuları sigaraların en gösterişli kısmıydı.
Nino o akşam her şeyden söz etti; evin, kırlardan daha güzel kokan banyosundan, aslında temiz ama marifetli adam kokusunu üzerinden atması için Bruna’yu o banyoya sokmak istemesinden dem vurdu; en büyük hayali Bruno’nun onunla beni arabayla tepelerde ve çevre köylerde gezdirmesiydi,biz de böylelikle hem eğlenir hem de araba kullanmayı öğrenebilirdik.
Aslında Bruno ona bu konuda söz vermişti, ama bir türlü fırsat bulamıyordu. Bruno herkese eziyet ederdi ve gene de herkesin kendinden güçlü olduğunu söylemekten hoşlanırdı. Bir keresinde bana neredeyse derimi yırtacak bir cimdik atıp geriye kaçtı. Bakalım sen benden daha güçlü müsün, diye bağırdı heyecanla ve yerden bir taş kaptı.
Ayrılmadan önce villanının demir kapısı önünde suskun suskun durduğumuz akşamlardan biri olsaydı Nino’ya, “Bunu neden yapıyorsun?” diye sorardım. Ama eğer o anlardan bana kötücül bir söz söylemek için neden konuşmanın keyfini kaçırdığını bir türlü anlayamıyordum. Ben onun gibi güzel bir küvette yıkanmıyordum, ama daha güçlü olmak da beni üzüyordu.
Nino elindeki taşı yere atar ve kötücül gözlerle bana yaklaşarak: Herkese onların daha güçlü olduklarını söylüyor, dedi.
Ona aynı sırıtmayla yanıt vermeye cesaret edemedim. “Sen de Bruno’dan hoşlanıyorsun, değil mi,” diye sürdürdü konuşmayı Nino. “Dikkat et, o sadece danalardan hoşlanır. Kız kardeşlerimden.”
·         Hepsinden mi, diye bağırdım.
·         Hepsinden, dedi Nino.
·         iyi ama erkekler sadece birini seçerler, dedim.
·         Ne kadar aptalsın, dedi Nino. Hepsiyle evlenemez ya.
·         İyi ama sadece seninle konuştuğunu sen söylemiştin.
·         Kızlar ona yanıt vermiyorlar da ondan. Onlar aptaldırlar.

Eve döndüğümde keyfim kaçmıştı, babamın bıyıklarından ve akşam yemeğini üzerinde yediğimiz şarap lekesi dolu muşamba örtüden utanıyordum. Kız kardeşim avaz avaz ağlıyordu. Hiç otomobile binmemişti, Nino ve Bruno ile bir otomobile binsek ne hoş olurdu diye düşünüyordum; ama Nino’nun kız kardeşlerinin aptallığı ve oğlanın fesatlığı da beni üzüyordu. Neyse ki bir gece o kızları rüyamda gördüğümü ona anlatmamıştım.
Ertesi sabah her zamanki çocuklarla otlağa çıkmaya niyetlenmeme karşın, evde kalıp zamanımı Nino gibi değerlendirmeye karar verdim: Kahvaltı ettim, yıkandım, evin içinde dolaştım; öğlene dek onun gibi oyalanma hevesindeydim. Ne var ki saat on olduğunda çoktan bahçeye çıkmıştım ve ne yapacağımı bilemiyordum.
Aşağıda köyün girişinde bodur elma ağaçlarını ezbere tanıyordum. Geçen seneden kalma odun yığınlarının durduğu sundurmanın altında gezinirken, elinde bir kovayla çiftliğin ortağının karısı geçti. Kır saçlarını sarı bir eşarpla örtmüş, giysinin kollarını sıvamıştı. O anda Nino’nun bütün sabah oynamadan zamanını nasıl geçirdiğini anlayıverdim: Bahçesinde ablaları dolaşıyordu, sürücünün bile hoşuna gidiyorsa, onlarla birlikte yaşamak çok güzel olmalıydı. Benim annem ve çiftçiler gibi didindiğini hizmetçisinden başka kimsem yoktu ve babam da eve ancak akşam olunca geliyordu.
Ortağın karısı ahıra koştu, ineğin ağlarmışçasına, öfkeyle bağırdığını işittim. Kapıya yanaştım. Kadın beni fark edince telaşlandı. “Git git,” dedi ve bir şeyleri görmeyeyim diye önüme dikildi. “Senin bakmaman gerekir. Şimdi git ve Pietro’yu çağır; zamanın geldiğini söyle ona. Anladın mı?” Pietro evin arkasındaki tarlanın alt köşesini çapalıyordu. Onun peşine takıldım, adam önce eve uğrayıp şişeden bir yudum içti; sonra ahıra koştuk. İhtiyar kadın beni yine iteledi. Pietro arkasını döndü ve homurdandı: “Git, annene dananın doğmakta olduğunu böyle,” dedi. Serin havada yankılanan hayvan böğürtüleri ile irkilsem de oralarda dolanmayı sürdürdüm; zavallı inek can çekişircesine inliyordu. Sonra içeriden rahatlama sesleri geldi; çiftçinin karısı bağırıp duruyordu ve sonunda su sesleri ile bir zincir şakırtısı duydum. Ben ineğin önceki günlerde gördüğüm o biçimsiz karnını düşünüyordum.
Birdenbire aklıma Nino geldi ve zamanında yetişebilmek için deli gibi koşmaya başladım. Tam villanın önüne geldiğimde ablaların biri dışarıya çıkmak üzereydi; sarışın ve beyaz tenli olup bisikletle gezerken seyretmekten pek hoşlandığım bir kızdı bu. Bir elini başıma koydu ve gülerek neyim olduğunu sordu. Nino’yu arıyordum. “Neden?” diye ısrar etti. “Bir dana doğdu,” diye kekeledim kızararak. Genç kız bana bakıyordu ve elini başımdan çekerek kahkahalarla gülmeye başladı.
·         Sevimli mi, diye sordu. Ben ne diyeceğimi bilemedim. O gene güldü ve geriye dönüp seslendi: Nino! Birileri yanıt verdi. Bunun üzerine eliyle beni çağırdı, şöyle bir baktı, sonra güneşe karşı şemsiyesini açarak yürüdü gitti.

Nino geldiğinde köpek havlıyor ve zincirini zorlayarak ileriye atılıyordu onu ahıra götürme hevesim geçmişti. Evin önündeki avlunun pisliğini anımsayıp utanmıştım yeniden. Sadece şöyle dedim: Gelmek ister misin?
O sabah kıyıya gittik, çamaşır yıkayan kadınlar gelmişti. Her ikimiz de susuyorduk.
·         Sen daha önce bir dananın doğumunu gördün mü, deyiverdim ansızın. Ben bu sabah bir doğum seyrettim. Korku vericiydi.

Nino, bağırıyor muydu, diye sordu.
·         Hayır, annesi bağırıyordu, dedim. inek yani.
·         Neden çağırmadın beni?

Bir önceki günkü gibi, alıngan bir yüz ifadesi takındım.
·         Aptal, dedi. Nino, müthiş heyecanla. Bebeklerin de nasıl doğmuş olduklarını öğrenirdik. Gerçekten nasıl olduğunu gördün mü?
·         Sen hiç bebek doğumu görmedin mi, dedim ciddi bir pozla.

Nino sustu ve yere baktı. Çamaşır yıkayan kadınlar, çamaşırları taşlara vuruyorlardı. Hele aralarında şişman bir tanesi vardı ki, kollarını omzuna dek sıvamıştı ve koltuk altlarını göstere göstere hem bir arkadaşıyla gülüşüyor hem de çamaşırları müthiş güçlü darbelerle dövüyordu. iç eteklerini altına toplayıp çömelmişti ve vurdukça, bütün bedeni sarsılıyordu.
·         Bir atın kaka yapmasını görmek gibi bir şey, dedim güvensiz bir sesle. Sadece bu daha büyük bir şey.
·         Sahiden gördün mü?
·         Elbette, diye yanıtladım onu.
·         Sen de öyle doğdun, dedi Nino öfkeyle.
·         Tabii, ben de öyle doğdum, dedim sakin sakin.

Bunun üzerine Nino, kendi yüzüne bir yumruk attı ve yere yuvarlandı. Yanında ayakta dikiliyor, utançla onu bakıyordum. Gerçeği itiraf etmek için yanına oturdum, ama o anda gülmeye başladı.
Ne var ki öfkeyle gülüyordu. Eğer otomobille bizle gelmek istiyorsan, bana nasıl olduğunu anlat.
Dikkatle Nino’ya baktım, gözleri ve dudakları kıpkırmızıydı. Alçak bir sesle kekeledi: “Kendi anneni gördün mü?”
Şaşkınlıkla baktım ona ve şöyle dedim: “Amma aptalsın.”
·         Peki, kimi gördüğünü söyle.
·         Danayı gördüm.
·         Kadınları görmedin yani?
·         Hayır ve gözlerimi yere diktim.

Nino’nun sesi kulağımın dibinde patladı: “O halde nasıl yaptıklarını bilmiyorsan demek ki.”
Ona dananın doğumunu bile görmediğimi itiraf ettim.
Bunun üzerine Nino, otlarda yuvarlandı ve ayağa fırladı. “Ben nasıl yaptıklarını biliyorum, dedi. Kan çıkıyor ve birisi bebeği çekip alıyor.”
·         Her zaman kan çıkmaz, dedim, dinle ve ona henüz bir yavru doğurmuş olan ineği gördüğümü anlattım; ortalıkta hiç kan yoktu, sadece dana biraz nemliydi.
·         Kadınlarınki kanlı olur, diye ayak diredi Nino. Senin bir şey bildiğin yok. Kısık bir sesle bana kadınların nasıl doğum yaptıklarını anlattı. Onun sözünü kesmedim, ama gözlerimi de yerdeki otlardan ayıramıyordum.
·         Senin kız kardeşlerin de mi, dedim sonunda.
·         Onlar da.

O gün öğleden sonra, Bruno beklenmedik bir biçimde köye gelip bizi otomobile bindirdi; istasyona bir damacana götürecekti ve arabada bize de yer vardı. Bizi damacanayı tutmamız için arka koltuğa oturttu, hareket ettik. Bütün yol boyunca yüreğim ağzımdaydı; sanki, hem biz,hem de yol kenarındaki sınır taşlar, ağaçları ve insanlar uçuyor gibiydi. Güneşten gözlerimi kısıyor, Bruno’nun kırmızı mendil bağladığı kımıltısız ensesini ve direksiyona dayadığı kolunun devinimlerini seyrediyordum. Durursak, damacananın düşeceğinden korkuyordum.
Oysa her şey yolunda gitti ve yere basınca sersemleyip yere düşen ben oldum. Bruno seslenerek, damacanayı depoya taşıdı; sonra bizi istasyonun lokantasına götürdü. Serin ve gölgelik bahçede çekinerek oturdum, herkesin yüzüne bakıp Bruno ile gülüşen Nino’ya öykünerek, başımı kaldırıp onu seyrettim.
Bruno içecek bir şeyler ısmarladı. Nino da bol buzlu bir meyve suyu istedi.
Ağzımızı henüz ıslatmıştık ki, Nino, yutkundu ve sinsi bir edayla şöyle dedi: “Berto, Bruno’ya bebeğin doğumunu seyrettiğini anlatsana.”
Bruno bana tek gözüyle ters ters baktı. Dudaklarını büzerek, bardağını masaya bıraktı.
·         Şendin ya, diye atıldım vahşice.

Bruno, terini sildi. Nino’ya döndü: “Ona önce erkek olmayı öğrenmesini söyle. Sizin yaşınızda buna gereksinmeniz var. Gerisini kadınlar düşünsün.”
·         Bir dana doğdu, dedi Nino.
·         İki de eşek doğdu, diye onun sözünü kesti Bruno. Konuşacak başka sözünüz yok mu sizin?

Bir kez tahta kuruladı tenini. Canı sıkılmış gibiydi, biz de gözlerimizi masaya dikmiş susuyorduk. Nino, başını eğmiş, buzunu emiyordu.
·         Nino, Clara sana sigara verdi mi?

Clara sarışın ablaydı. “Onları sakladı,” dedi Nino.
Bruno kayıtsız bir sesle, “Yarın Robiniler’e gelmek ister misiniz?” diye sorarak sigarasını sarmaya koyuldu. “Öğlene döneriz. Sen de gelir misin Berto?”
Nino, “Bana bir sigara versene,” dedi.
Bruno’nun sigara saran kocaman elini seyrettim, bir sigara da ben istemeye cesaret edemedim. “Nino, yarın gidiyor musun?” dedim onun yerine. Nino Bruno’ya kaçamak bir bakış fırlattıktan sonra, alçak sesle, duvarda oturacak mıyız, diye sordu. Bruno, evet diyerek ona bir sigara uzattı. Nino’nun bu solgun yüzüne bir anlam veremiyordum. Bruno ile karşılıklı bir sigara yaktığını ve ellerinin titrediğini gördüm.
·         Şarap iç, dedi Bruno. Buzlu meyva suyu hastalar içindir. Nino’nun kırmızı şaraptan tiksindiğini biliyordum, ama gene de bir bardak alışını ve dudaklarına götürüşünü seyrettim. Bütün bardağı bir kerede içti.
·         Neşelen, dedi Bruno. Kışın kente gidince içeçek iyi şarap bulamayacaksınız. Kentte sıska sıska büyüyeceksiniz. Berto, senin sevgilin var mı?

Utana sıkıla, “Zamanım yok ki; kışın okula gidiyoruz,” dedim.
·         Neden, yazın var mı sanki?
·         Benim hayır…

Bruno açık açık gülmeye başladı. Aferin, siz kışın Nino ile görüşüyor musunuz? Bu yıl da görüşüceğiz, dedi Nino ansızın.
·         Dikkatli ol, nino eskrim dersi alıyor, seni şişlemesin, dedi Bruno göz kırparak.

Nino konuşmuyordu. Bir bardak daha şarap içti, beni de yarım kulak dinliyordu. Gözleriyle Bruno’nun neredeyse kare biçimindeki bileğine takılı olan deri bileziği izliyordu, Birdenbire bunun ne işe yaradığını sordu.
·         Kendini beğenmişlerin yüzünü dağıtmaya, diye açıkladı Bruno. Şöyle elinin tersiyle yandan bir yumruk atarsın, hem parmakların acımaz, hem de bu boks eldiveni etkisi yapar. Bir gece Spigno’da otomobilimin yanından biri geçti istasyonda park etmiştim ve arabamın içine tükürdü. Tükürdü ve geri çekildi. Bir tükürüğü asla hoş görmemek gerekir, çünkü tüküren kişi korkuyor demektir. Üzerine uçtuğum gibi yüzünü paraladım, işte böyle. Anladınız mı neye yarıyor?

Nino, sigaradan sonra öksürdü, ama gözlerini Bruno’nun övünç dolu yüzünden ayıramıyordu. Kilisenin arkasında sigara içtiğimiz başka seferlerde olduğu gibi, sigaraya iyi dayanıyordu. Bu kez, şarap onu etkilemiş olmalıydı. Belki de Bruno ile iş çevirdiği için kafası karışmıştı. Bruno, onun ablalarını neden adlarıyla anıyordu?
·         Annen ve ablanlar söz ettikleri o Acqui gezisini yaptıkları zaman, sana kızgın bir köpeği ağzına bu deriyi sokarak durdurduğun alanı gösteririm. Bakın, köpeğin diş izlerini görüyor musunuz?
·         Ben Acqui’ye sizinle gelmeyeceğim, dedi Nino.

Bruno gülmeye başladı. “Berto, sen bardağındakini bitir. O zaman yarın görüşürüz.”
Robini’ye gittik ve hızla aştığımız tüm yol boyunca, Bruno, her dönemeçten sonra bana bakarak ıslık çalıyordu. Nino, birisinden dayak yemiş gibi çenesini göğsüne yapıştırmış. Bruno’nun yanında oturuyordu. Sadece bir iki kez gözlerini tepelere, gökyüzüne çevirdi; sanki uyuyakalmıştı da arada bir uyanır gibiydi.
·         Tarlalar kurudu bu yıl, dedim babama özgü o duruma boyun eğmiş ses tonumla.

Bruno bana kulak asmadı, bunun yerine mimozaların arasına tırmanan yan yola saptı. Beş dakikalık yol boyunca dalların yaprakları yüzümüzü yaladıktan sonra, tepede şimdi kurumuş olan bir nehrin üzerine yapılmış olan minik bir köprünün yanı başında durduk. Bruno arabadan atladı ve bize şöyle dedi: “Biraz bekleyin. Arabaya göz kulak olun.” Motoru kapattı ve anahtarı aldı. “Sakın kurcalamayın, nasıl olsa çalıştıramazsınız. Haydi neşelen, Nino.” ikimize de birer sigara verdi ve bunları yaktı. “Eğer yoldan tırmanan olursa, kim olursa olsun, korna çalın. Anladınız mı? Eğer her şey yolunda giderse, Nino, sonra senin de biraz kullanmana izin veririm. Sana da Berto; kim geçerse geçsin, dikkatli olun, tamam mı.” Sonra yamaca giden yola girdi ve mimozaların arasında gözden yitti.
Güneş alabildiğine ısıtmaya başlamıştı, biz mimozaların gölgesinde oturmuş, dik yokuşa tepeden bakan yolu gözlüyorduk. Anayoldan buraya sapan kimsenin bizim gözümüzden kaçmasına olanak yoktu. Hiç bu kadar tepeye tırmanmamıştım.
Elbette Nino daha önce buraya çıkmıştı. Direksiyona oturmuş, çevresine bakmadan sigarasını tüttürüyordu ve göstergenin işaretleriyle bile ilgilenmiyordu. Bir erkek gibi, kesik kesik, ama hiç bakmadan sigarasını içiyordu.
·         Bruno çok oyalanır mı, diye sordum.

Nino beni yanıtlamadı. Arabadan indim ve çevresinde bir tur attım; farlara ve tozlu tekerleklere baktım. Duvardan aşağı eğilip kuru nehir yatağına baktım; burası, sadece sonbahar yağmurlarında suyla dolup, köpürüyordu herhalde. Toprağın hemen yüzeyinde düğümlü kökler görünüyordu, oraya inmeye heves ediyor, ama yılanlardan korkuyordum. Sigaramın izmaritini attım, sonra da tüküre tüküre söndürmeye uğraştım. Nino, yerinden kımıldamıyordu bile.
·         Bırak biraz da ben oturayım, dedim ona dönüp.

Nino, kısık ve düşmanlık dolu gözlerle baktı bana.
·         Onun nereye gittiğini biliyor musun, dedi.

Bilmiyorum dercesine silktim omuzlarımı. O anda, pek de uzakta olmayan bir köpek, havlamaya başladı.
·         işte, dedi Nino, şimdi kadın da geldi. Bruno, Martino’nun karısı ya da kızıyla buluşmaya gidiyor; onlar onu bekliyorlar, köpeği bağlıyorlar, sonra da birlikte yatağa giriyorlar.
·         Böyle güpegündüz mü, dedim.

Bu kez Nino, omuz silkti. “Yatağa yatıveriyorlar,” diye sürdürdü konuşmayı. “Böylece işi çabucak bitiriyorlar. Ama bazen bir saat kalır, dedi ve güldü, elbette, kimseler gelmezse.”
·         Peki ya Martino nerede?
·         Martino, istasyona gitti. Dün duydum.
·         Ya geliverirse?
·         Gelirse, korna çalmak için biz buradayız ya.

Söylediklerine aklım yatmamıştı. “Bunu sana Bruno mu söyledi?”

Nino bana ters ters baktı ve sigarasını fırlattı.
·         Hayır, sana inanmıyorum, dedim yeniden. “Bu iş çok uzun zaman gerekir. Bruno’nun başka işleri vardır. Hem sonra otomobil kullanacak.”
·         Eee, ne olmuş?
·         Çok yorgun olurdu, dedim duraksayarak.
·         Bruno güçlüdür, dedi Nino öfkeyle. Ama göreceksin.
·         Neyi?
·         Göreceksin.

Güneş altında parlayan yol bomboştu ve sıcaktan, gözlerimin önündeki yapraklar titreşiyordu. Ya da hızlı hızlı atan kalbimdi ve köyüm, evim, bu düşüncelerle, bu yalnızlıkta öylesine uzak görünüyorlardı ki bana. Bir de Nino şu düşmanca tavrı takınmasaydı. Şu anda villada olan ve bizim ne yaptığımız hakkında hiçbir düşüncesi olmayan Clara geldi aklıma. O da bir kadındı. Yüreğim sıkışarak, otomobilin kaportasının üstüne oturdum.
·         Sana inanmıyorum, dedim birdenbire. Martine hep kiliseye gider.
·         Bütün kadınlar kiliseye giderler. Kilisede evlendiklerini bilmiyor musun? Ve birlikte yatağa girmek için kilisede evlenirler, değil mi?
·         Buna inanamıyorum, dedim. Bruno da bizim gibi bir erkek.
·         Ona ne yapacağım biliyor musun?
·         Ne?

Otomobile bindim ve beni gizliden gizliye süzen Nino’nun yanına oturdum. Bir yandan da tek başına ıslık çalıyordu.
·         Şimdi öpüşüyorlardı, dedi kilitli dişlerinin arasından.
·         Nino, deyiverdim. Ya Martino dönerse, ne yapacağız? Bunu evde anlatır…
·         Dönmeyecek ki, dedi Nino. Var mı gelen giden? Arkasını dönüp patikayı, anayolu ve tüm ovayı gözden geçirdi. Kulaklarımızı diktik. Kimseler yoktu.
·         Artık soyunmuşlardır, diye sürdürdü konuşmayı yüzü solgunlaşan Nino.
·         Yok artık… diye kekeledim.
·         O halde, hazır ol bakalım, diye bağırdı Nino ve kornaya bastı.

Önce havlayarak köpekler yanıt verdi. Bir an sonra tüm orman çınlamaya başladı gibi geldi. Nino’nun elini tutmayı denedim, ama kornanın boğazlanmakta olan bir adamı andıran boğuk sesi yankılanmayı sürdürüyordu.
Nino, beni peşinden sürüklemiş ve Bruno hoplaya zıplaya patikanın ucunda göründüğü zaman çoktan ağaç gövdelerinin arkasındaki otların üzerinde çömelmiştik. Bruno elindeki kırmızı kemeri bir çevresine, bir yola baktı. Bir yandan pantolonunu bağlarken bir yandan da çevresine bakınmayı sürdürüyordu ve sonra alçak sesle seslendi: “Nino!” Nino, kolumu sıktı.
Bruno otomobile binmiş ve dudaklarını oynatarak aşağıya doğru uzanan yola bakıyordu. Saçı başı karmakarışıktı ve yüzü de tulumbanın altından çıkmış gibiydi. Sonra otomobilden inip ağaçlara doğru yürüdü. Sırtını bize döndü, bacaklarını açtı ve az sonra işediğini işittim. Nino gülmesini zor bastırdı.
Derken Bruno, bir yandan düğmesini ilikleyerek, bir yandan da havalara bakarak bizden yana geldi. Ansızın eğildi ve dalların ortasına zıpladı. Kaçmaya yeltenen Nino’yu bir bacağından yakalayıp yere devirdi. Ben ayağa fırlamıştım, onları görebiliyordum. Bruno, hiç konuşmadan Nino’nun iki bileğini yumruğunun içine aldı ve onu bir tavşan gibi havaya kaldırdı. Sızlanarak tekmeler savurduğundan oğlanı kendinden uzakta tutuyor ve elinin kenarıyla onu pataklıyordu, her vuruşta kendi de kükremeye benzer sesler çıkartıyor ve sonra dudaklarını kilitliyordu. Bir an, bana baktı ama görmedi; ben de bunun üzerine anayola doğru kaçtım. Bir iki tokat sesi işitmiştim ki, Bruno kolunun altında Nino ile ortalığa çıktı ve oğlanı otomobilin içine fırlattı. Kaba bir sesle bana bağırdı: “Çabuk bin, gidiyoruz.”
Bütün yol boyunca Nino, Bruno’nun yanma büzüşmüş olarak oturdu ve ağzını bile açmadı. Ben sanki ateşim varmışçasına yüzüme çarpan rüzgarın serinliğini hissediyordum. Villanın önüne geldiğimizde Bruno durdu. İnmemi seyrederken, bir açan için gülüyormuş gibi geldi bana. Nino, yüzünü kaldırdı, benim kolumu itti ve kararsızca indi arabadan. Toprağa tükürdü, sonra topallayarak, bahçede gözden kayboldu.
Ertesi gün Nino’yu çağırmaya cesaret edemedim, çünkü demir parmaklığa yaklaştığımda kumral olan iki abladan birinin bacaklarını güneşe uzatmış, ötekinin kitap okuyarak bahçede oturduklarını gördüm.
Akşama doğru ne yapacağımı bilemez bir edayla oralarda dolaşırken, gene Clara bisikletle arkamda bitiverdi ve yere indi.
·         Dün nereye gittiniz, diye sordu.
·         Bruno Nino’ya ne yaptı? Neredeydiniz, diye sürdürdü sormayı.
·         Konuşsana. Zaten biliyordum olanları. Nino bugün yatakta. Ne yaptınız Bruno’ya?
·         Bruno nerede, diye sordum.

Bunun üzerine Clara beni dikkatle süzdü ve bisikletini iterek, parmaklıklı kapıya doğru yürümeye başladı.
·         Bruno’nun nerede olduğundan haberim yok. Ben onu tanımam. Ama siz ona bir şey yapmamışsınız ve Nino bana ne olduğunu söylemiyor. Robini’ye mi gittiniz?
·         Araba devrildi, dedim.
·         Ne yapıyordunuz oralarda?
·         Hiç, otomobil kullanmayı öğreniyorduk.

Bahçenin ortasına kadar gelmiştik. Büyük güneş şemsiyesinin altındaki hasır koltuklar boştu. Çakıl taşları ayaklarımızın altında çıtırdıyordu.
·         Oraya birisini görmeye mi gittiniz?
·         Ah, hayır.

Clara ciddi bir ses tonuyla: “Nino yatıyor. Onu görmek ister misin,” diye sordu.
·         Hayır, yarın onu almak için uğrarım. Şimdi geç oldu, dedim olduğum yerde durarak.

Clara gülümsedi. “Dana nasıl?”

·         Hangi dana?
·         Hani geçen gün doğan. Senin mi o?

Bir baş hareketiyle yanıtladım onu. Clara bisikletini duvara dayadı ve merdivenleri çıktı. Hoşça kal, minik dana, diye bağırdı arkasına dönerek. Oldukça uzun boylu olduğunu ayrımsadım.
Nino, birkaç gün çıkmadı, ben birilerini görürüm umuduyla villanın önünden geçmeyi sürdürdüm. Köyde yapacak hiçbir şey yoktu ağustosun ilk günleriydi elmalar ve ilk erik temmuzda toplanmışlardı ve eylül olmadan üzümler olmazdı. Nino’yu beklerken, ötekilerle arkadaşlık etmezdi, ben de arka sokaklarda dolaşıyordum. Ne var ki yalnız başına olmak birkaç dakika için; hani insanın aklına bir şey gelince, ya da bahçenin parmaklıkları arasından Clara’yı görünce iyiydi de, bütün gün sıkılıyordu.
Anımsıyorum, o öğleden sonraların birinde dehşetli bir fırtına koptu, dolu yağmadıysa da havuz buz gibi soğudu ve ortalık kapkara oldu. Bu durum annemi ve ahırdaki hayvanları çok korkuttuysa da, beni fazla etkilemedi çünkü akşam hava serinledi ve ertesi gün yerler su birikintileri ve kat kat yaprakla doldu. O zaman da Clara’yı ve kardeşlerini düşündüm: Acaba yıldırımlar onları korkutmuş muydu?
Nino, yeniden ortaya çıktığında pek konuşmadı ve bir iki kez duvara otururken, canı yanmasın diye dikkat edince gülmem tuttu. O, bana kaçamak ve kızgın bakışlar fırlatıyordu; birlikte suskun suskun dolaşırken, ilk günlere geri döndük sanıyordum. Bir gün güzel kokan ve beni sersemleten sigaralarla dolu ve üzeri Arapça yazılı bir sigara paketiyle çıkageldi. Bir sabah, kıyıya gittiğimde Nino’nun ürkek adımlarla, ceketini omzuna atmış geldiğini gördüm. Kenardaki sete oturdu ve sigara içmeye koyuldu. Hepimiz hemen çevresini sardık; iki-üç sigara dağıttı ve suya tükürdü. Sonra da gönülsüzce şöyle dedi:
·         Kara Evler’in şoförünü göreniniz var mı?

Nino, Değirmenciler’in, istasyonda hamallık yapan bir kardeşi olan sarışın oğluyla konuştu ve daha önce almasa da Bruno’nun, ağustosta Meryem Ana Yortusu’nda un taşımak için köye geleceğine karar verdi.
Nino, daha sonra son derece sakin bir tavırla şöyle dedi: “Martino, derisini yüzmek için onu arıyor.”
Demircinin oğlu bu sigaraların bal koktuğunu ama sert olduğunu söyledi. Biz dört çocuk eve dönmek için yola koyulduk. (Demircinin uzun, çıplak bileklerine dek uzanan pantolonları vardı ve gömleğinin altından göğsünü kaşıyıp duruyordu.) İki üç gün sonra Nino onlarla arkadaş olmuştu ve gülüşerek, birbirlerini dirsekleyerek konuşup duruyorlardı.

Günün birinde Nino bana şöyle dedi: O gün, Bruno sana hiçbir şey yapmadı mı?

·         Kornayı kim çaldı ki, dedim.

Nino o günlerde gözlerini benden kaçırır olmuştu bir yandan yürüyerek, bana kaçamak bir bakış fırlattı.
·         Berto, sen çok safsın.

Çoktandır bazı öğleden sonraları ortalıktan yok oluyordu. Başka birileri ile dolaşıyordu; hatta balık tutmaya bile gidiyorlardı ve aldığım haberlere göre, Nino, bir gün, sigaraların yanı sıra, onlara bir kavanoz şeftali kompostosu da götürmüştü. O zaman ona şöyle dedim: “Dikkat et, onlar seni sevmiyorlar ve seninle sadece getirdiklerin için konuşuyorlar.” Ama Nino, bana bunu da bildiğini söyledi.
Meryem Ana Yortusu akşamı şenlik ateşleri yandığında, Nino ortalıkta yoktu; ablaları da tepeleri aydınlatan ateşlere bakmak için bahçeye bile çıkmadılar. Bu bayramı ilk kez yalnız başıma ve tedirgin geçiriyordum. Ertesi gün, oğlanların birinden öğrendiğime göre, Nino, ötekilerle birlikte şenlik ateşi yakmak için Değirmenler Alanı’na çıkmış ve beklenmedik bir anda, demircinin oğlunu bir vuruşta ateşe itmişti. Ne var ki sonra eve kaçmıştı ve o çocuk da şimdi öldürmek için Nino’yu arıyordu.
Bu kez Nino bana bahçıvanla haber gönderdi ve Bruno’ya gidip onu çağırmam için bana yalvardı. Kara Evler uzaktı; gene de oraya gittim ve garaja Bruno’nun villadan çağrıldığı mesajını bıraktım. Tam villanın bahçesine giriyordum ki, sırtıma taş ve toprak yağmaya başladı: demircinin oğlu ve arkadaşları parmaklığa yapışmışlar, Nino’nun çıkmasını bekliyorlardı.
Birkaç saat sonra Bruno, telaş içinde geldi; boynuna bağladığı mendili ve çizmelerinden acele ettiği anlaşılıyordu. Öteki çocuklar kaçar umuduyla onu parmaklıkların orada durdurduk. Bruno bu çağrının Acqui’ye yapılacak o gezi için olduğunu sanmıştı ve bu nedenle Nino’ya bir tokat patlattı. Oğlan biraz kızgın, biraz soğuk gene ona yanaştı ve barışmak isteyip istemediğini sordu. Bruno yumuşamamıştı ve bahçenin dibine doğru bakıyordu. Sonra bir kahkaha patlattı ve “Tamam ne istiyorsun, söyle,” dedi.
O anda Nino, sırtına bir toprak topağı yedi ve kenara sıçradı. Bruno’nun yumruğunu sıktı ve ona: “Şu serserileri dövsene,” dedi. Bruno onların kim olduğunu ve ne istediklerini öğrenince şöyle bir dönüp arkasına baktı ve bize yüksek sesle şöyle dedi: “Siz kadınlardan da betersiniz, sizler de şu aşağıdakiler de üzülmesinler, herkese yetecek kadar gücüm var.” O anda Clara piyasaya çıkıverdi, ikisi birbirini tanıdı ve Acqui gezisinden söz etmeye başladılar. Nino, bir şey göstermek için beni çiçek tarhının oraya çağırdı, ben bahçeye girince parmaklıklara dayanmış, Bruno’yu dinleyen Clara’ya bakmak için başımı çevirdim.
Az sonra koca bir taş Bruno’nun yüzünde patladı ve Clara bir çığlık attı; biz de onların yanına koştuk: Bruno biri demircinin oğlu olmak üzere çeteden iki çocuğu tekmelemeye başlamıştı bile. Ben parmaklıkların dibinde Clara’nın yanı başında yumruklarımı sıkmış, sarsıla sarsıla titriyordum; bu tipler daha fazlasını da istiyorlarsa, ben hazırdım.
Bruno gülerek döndü ve Clara’ya yanaşarak, Nino’ya bir şamar daha arttı. Hepimiz çok heyecanlıydık.
Bu yaşananlardan sonra ağustosun güzel günlerinin tadını çıkarttık. Nino, gezintilerden dönüşte beni sık sık bahçeye çağırıyordu Köpek villanın arkasında bağlı oluyordu. Bir kez büyük şemsiyenin altında oturup ekmek ve marmelat yiyerek ikindi kahvaltısı yaptık; Nino koltuğa uzanmış durumda, bana kentte de hep marmelat yediğini anlattı ve bu kış onunla eskrim dersine gitmemi sağlayacağını, bunun ne güzel bir şey olduğunu göreceğimi söyledi. Bir sonraki yıl gene temmuzda deniz kenarına gideceğini, ben de onunla gidersem, birlikte tekneyle açılabileceğimizi anlattı. Bana tek kürekle yönetilen ince kayıklardan söz etti, ama bunlara binmek için önce yüzme öğrenmem gerektiğini de ekledi.
·         Senin ablaların evlenmiyorlar mı, diye sordum.
·         Biri evli, dedi, o burada değil. Geçen yıl Clara da evlenecekti ama kavga ettiler.
·         Ya annen?

Annesi, benim abla sandığım esmerlerden biriydi. Buna inanmak istemiyordum.
·         Bizim evde kadından başka bir şey yok, diyordu Nino. Hiç olmazsa Clara gitseydi.

Nino ile böyle birlikte olmak hoştu. Artık bana kötü sözler söylemiyordu. Bruno ile yakındaki köye bir otomobil gezisi daha yapıldı, ama bu kez kavga çıkmadı. Clara bizim aracılığımızla ona sigara gönderdi, adam da bunları gülerek cebe indirdi.
Sadece demircinin oğlu bizi kaygılandırıyordu: Saçları hala yanıktı ve uzaktan bize ağzını buruştura buruştura, öfkeyle bakıyordu.
Ne var ki bir kez kilisenin önündeki alanda gezinirken, sinsice karşımızda beliriverdi. Nino’dan bir sigara istedi. Nino, omuzlarını silkti. Bunun üzerine şöyle dedi: “Eğer bana bir tane verirsen, sana öyle bir şey söylerim ki, bir paket sigara armağan edersin.”
·         Versene, diye fısıldadım Nino’ya. Böylece barışmış olursunuz.

Ama Nino’nun yanında sigara yoktu, öteki gülüp duruyordu. “Olsun. Benimle Orto’ya gelin, size dünyaya değecek bir şey göstereceğim.”
Nino: “Sen bizi aptal yerine mi koyuyorsun?” dedi.
Bunun üzerine demircinin oğlu, sarı dişlerini Nino’nun kulağına yaklaştırdı ve üfleye üfleye bir şeyler fısıldadı. Nino’nun beti benzi attı, bir adım geriye sıçradı, bana baktı, ona baktı ve kekeleye kekeleye şöyle dedi: Söz mü?
·         Ne var, diye sordum.
·         Gidelim, dedi Nino.

Orto, tepenin eteğinde, villanın arkasına düşen bir çiftliğin adıydı. Villa ile ilk yar arasında büyük bir bağ uzanıyordu; neredeyse dümdüz bir alan olan bağ kamışlar ve ardıçlar çevrelenmişti. Kamışların oraya gittik, iplerin arasından sızıp içeriye atladık. Ben, demircinin oğlunun bize bir tuzak kuruyor olması olasılığına karşın yerden sessizce düğümlü bir dal aldım.
·         Bruno’yu bugün gördün mü? Hem Nino, hem de öteki oğlan anlasın diye ansızın soruvermiştim bu soruyu.

Nino’nun dudakları titriyordu ama beni yanıtlamadı. Kızıl Kulübe’ye doğru yürüyorlardı, burası bağ sırasının altında, terk edilmiş bir barakaydı ve ağaçlarla kaplanmıştı. Geçen yıl, buranın bir kale olduğunu düşünerek askercilik oynardım.
·         Yavaş, diye fısıldadı Nino, yaklaştığımızda. Durun. Sen, Berto, şunu tut. Biraz daha ilerledi ve açık alanda durdu. Tahta kapı kapalıydı. Nino, köşeyi sessizce döndü ve parmaklarının ucunda yükselerek pencereden içeriye baktı. Arkadaşım sessiz sessiz gülüyordu. “Ne var?” “Gel bak.”

Bizler de ilerledik ve pencerenin dibinde basamakta duran ve kırık camdan içeriyi seyrederken Nino’ya yaklaştık. Ben içeriye bir bakış attım, ama gözlerim güneşten kamaştığından hiçbir şey göremedim. Ne var ki gölgede bir şeylerin kımıldadığı belliydi.
Sonra yerde beyaz bir şeklin uzandığını ve boynunda kırmızı mendil bağlı bir erkeğin onun üzerinden kalktığını gördüm. Bu Bruno’ydu. Ve kadın da Clara idi; çıplak karnında altın renginde bir leke göze çarpıyordu. Tozlu pencere sahneyi bir sis gibi örtüyordu.
·         Bembeyaz, diye fısıldadı demircinin oğlu.

Nino, geriye sıçradı. “Gelin,” dedi dişlerinin arasından yavaşça. “Haydi gelin.”
Tırnaklarının sırtımı tırmaladığını hissettim. Demircinin oğlu ona arkadan bir tekme attı. “Gelmezsen, Bruno’yu çağırırım,” dedi Nino öfkeyle. Bunun üzerine oğlan yapıştığı pencereden ayrıldı ve fesat bir bakış ve sırıtışla geriledi. Birbirlerini bir an süzdüler ve sonra Nino onun üzerine atıldı. Oğlan kaçmayı başardı.
Ben de elimdeki dalı sıkı sıkı tutarak umutsuzca koşmaya başladım. Neredeyse sınırdaki kamışların orada, bir bağ kütüğünün dibinde, Nino oğlanı yakaladı ve yere yatırdı. Yerde yuvarlanarak birbirlerini dişliyorlardı. Ben de düğüm olmuş oğlanların üzerine atladım ve o yamalı pantolona, o kirli gömleğe, sarı dişlere yumruklar atmaya başladım. Onu döverken bir yandan da Clara’nın beni böyle görmesini düşünüyordum.
Demircinin oğlu ağlayıp bağırmaya başlayınca, ben ayrıldım ve Nino’yu da çektim. Düşmanımızı o çukurda bırakıp kaçtık.
Sanırım Nino da benimle aynı şeyi düşünüyordu, çünkü ne denli bitkin ve perişan olursak olalım, benden ayrılmak için bir at gibi koşuyordu. Ansızın ben de durup benden uzaklaşmasını bekledim. Böylelikle konuşmak zorunda kalmadık.
Uzaktan villanın köşesini döndüğünü gördüm ve anayola yığılmış olan çakıl yığınının üstünde tek başıma kaldım. Sadece kendi evime yaklaştığımda boynumun kan içinde olduğunu ayrımsadım ama bunun hiç önemi yoktu; avlu kapısından girdim ve kendimi samanların içine attım. Her yanım ağrıyarak kalktığımda ortalık kararmıştı; yanağımda gözyaşı gibi kuruyan kanları elimle kazırken, bütün ablaların Clara gibi olup olmadıklarını düşündüm.
Nino’nun bir kolunun kırıldığını ertesi gün öğrendim ve birlikte olduğumuzu öğrenmiş olduklarından korkarak, villadakilere görünmeye cesaret edemedim.
Uzun geceler boyunca saatlerce gözlerimi yumarak ve yastığımı sıkarak uykusuz kaldım. Gökte aynı parladığı gecelerin birinde korkmasaydım kalkacak, bir iz kalıp kalmadığını anlamak için barakaya gidecektim. Ertesi sabah oraya indim, ama bağda bir çiftçi dolaştığından içeriye girmeye yeltenmedim.
Kendi avlumuzdan ender olarak çıkıyordum, çünkü oğlanların beni taşa tutacaklarından ya da bir tuzak kuracaklarından korkuyordum, ama oğlanlar ağıma gereksinme duyduklarından balık tutmaya giderlerken beni de çağırdılar. Nino’nun tek kolu kırık olduğunda, demircinin oğlu ağzını bile açamadı. Ama Demirciler’in sarışın oğluyla samanlığa gizlenip birtakım konuşmalar yaptığımız bir gün, oğlan bana Nino’nun ablasının sarışın olup olmadığını sordu. Sonradan utandım, ama o anda çenemi tutmayı bilemedim. Ne var ki konuşurken de yüreğim ağzımdaydı ve ansızın umutsuzluğa kapıldım; bu duyguyu çocukken, mutfak iskemlesine çırılçıplak oturup banyo suyumun hazırlanmasını seyrederken de yaşardım. Bunun üzerine sustum, sarışın oğlan da susmuştu.
Sonunda bir sabah söğüdün altına oturmuş bir dalı yontarken bisikletle geçen Bruno beni gördü ve durup yanma çağırdı. Boynuna bu kez kara bir mendil bağlamıştı ve cepli bir gömlek giymişti.
·         Nino ile kavga mı ettin, diye sordu.

Nino, bir önceki gün ona beni bulmasını ve göndermesini söylemişti. Benimle dövüşmüş müydü? Ona anlattığım kutu ağaç masalı tutmamıştı. Yüzündeki tırnak izlerinin bir çocuğa ait olduğu belliydi. Hatta sizi tanımasam bunlar bir kıza ait sanabilirdim, diye bitirdi sözlerini.
İnanmayan gözlerle bakıyordum ona.
Sen de git gör onu: Erkekler arasında asla savaş olmamalıdır. Git, Nino, seni istiyor. Birbirinize bebeklerin nasıl doğduğunu anlatırsınız.
·         İyi ama sen gidip gördün mü onu, diye sordum duraksayarak.
·         Elbette. Biz arkadaşız, değil mi? O, iyi bir çocuktur, iki haftadır bir kolu kırık ve benimle otomobil gezintisi yapmak istiyor.
·         Bruno bir sigara çıkartıp yaktı. Dumanını üfledi ve bisikletini dik duruma getirdi.

Ablaları ne diyor, diye sordum.
·         Ah, onların umuru değil, dedi Bruno, başını çevirerek. “Hele anneleri hepsinden umursamaz. Oğlanla bir tek sarışın abla ilgileniyor.” Bunları söyledikten sonra, ben onun sersemlemiş ama eninde sonunda mutlu bakışlarla izlerken anayolda uzaklaşıp gitti.

İlk Aşk
Cesare Pavese

“Sıkılgan Katillerdir Intihar Edenler” diyen Cesare Pavese, 26 Ağustos 1950 günü küçük bir otelde uyku hapları alarak “Yaşama Uğraşı“na son verdi.