Saturday, March 23, 2013

LAWRENCE FERLINGHETTI


‘Gözlerim öyleydi. Her şeyi gördüler, her şeyi görmüşlerdi, hiçbir şey anlamadılar…’ – LAWRENCE FERLINGHETTI
 lawrence-2
‘Elim ona ulaşmıyordu. Elime bir şey olmuştu. Çok kirliydi. Dünya kirliydi herhalde. Tırnaklarım uzamıştı. Kök rengindeydiler. Köktüler. Birisi beni ekmişti. Toprakta büyüyordum. İlk kez ayaklarımı gördüm. Ayakkabılarımın uçlarından  tırnaklarım fırlamıştı ve dışarı doğru büyüyorlardı, ve kök rengindeydiler. Tüm bedenim büyüyordu. Yüzüme dokundum. O da büyüyordu. Başka bir yüz halini alıyordu. Seine rıhtımı boyunca, Malaquais rıhtımı boyunca rüzgar beni soluk alıp veren patlamalarla, suya kadar süpürdü. Suyun terinde yüzümü tanıyabiliyordum. Bir sürü küçük, akıcı kırışıklıkla kaplıydı, her yönde küçük çatlaklar, gözlerin köşelerinden kulaklara, ağzın köşelerinden buruna, burnun köşelerinden yanaklara, yanakların altlarından çenemin altına kadar. Alın kırışıktı, çünkü birisi çok küçük bir sabanla toprağın yüzeyini sürüyordu, ve yüzümde başka çatlaklar vardı, düzenli yarıklar, camcıyla değiş tokuş ettiğim fena halde çatlamış aynadaki gibi. Sulara geri döndü, çatlaklar yüzeydeki kırıklar, kayıyor, değişiyor, her şey hala büyüyor. Gözlerime dokundum. Ya da aslında yuvalarına. Gözler artık hiç de yerlerindeymiş gibi değildiler. Hayır, oradaydılar, sadece gözbebekleri dağılmış, gözlerin  boş görünmesine yol açıyorlardı. Yalnızca çok net oldukları için boş görünüyorlardı. Küçük köylerde belediyeye ait heykellerin gözleri gibi, yosunların yeşil cüzamı sarıyordu onları. Gözlerim öyleydi. Her şeyi gördüler, her şeyi görmüşlerdi, hiçbir şey anlamadılar. Ama artık onlarla göremiyordum. Arada bir şey vardı. Ah, gözyaşlarıydı. Gözlerim ağlıyordu, akılsız yaratıklar. Suyun sel olmuş çığlığını duydum, nehir bahar yağmurlarıyla taştı, hızla aktı ve çalkalandı. Bir köprüdeydim, bir korkuluk duvarının üzerinde, suya doğru sarkmıştım, su gözlerimden boşalıyordu, her şeyi görebilen ve hiçbir şey anlamayan gözlerim ve şimdi su yüzünden göremiyordu. Ruhumdan gelen bir vücut kokusuna sahiptim, ve su beni aşağıya deniz seviyesinin altına sürüklemek için hızla aktı. İçinde soğuk görüntüler. Su denize ulaştı, her şey suda son buldu, deniz dünyayı sele boğdu, parçalandı ve altınkayalı sahillerde çığlığını savurdu, denizin çarptığı kuleler yıkıldı, tükenen sahiller bozuldu, ve deniz girebildiği her yere hızla doldu. Her şey ufalandı ama gözlerimde tekrar hayata döndüler. Bir kök filizlendi, bir gözümün ucundan bir kök filizlenmişti. Bir karganın eğri ayağına dönüştü ama uzadı, daha çok boynuza benzedi, dokunaçları çıktı, dalları, ve bir kök halini aldı. Bir karganın üzerindeki bir kök, bir karganın büyüyen. Karganın pençesi yeni kökler halinde gelişip yüzüme, boynumdan, bedenimden aşağıya yayılan diğer karga ayakları arasında, gözümün köşesine tutundu. Bedenimin merkezinden filizlenen büyük dev bir asma vardı, göğsümden büyüyen ikiz çalılar vardı, kasığımdan filizlenen tek köklü bir ağaç. Bedenimin ortasındaki dev asma göbeğimden çıkıyordu. Göbek bağı her şeye rağmen çözülmüştü. Birisi onu çözmüştü, ve o doğum öncesindeki gibi tekrar büyüyordu. Ne yapması gerektiğini açıkça bilen birisi. Her olasılığa karşı, Birisi’ni büyük B ile söylemek daha iyiydi. Asla bilemezdiniz. Birisi o asmayı tekrar çekiyordu. Başka birisine bağlanmıştı yine. İçinde olduğum dev bir beden. Hayır, henüz içinde değilim. Beni doğuracak olan kadın hala bakireydi. Hala bana gebe kalması gerekiyordu ama sonunda doğuracaktı beni. Gündoğumu süt gibi koyulaşıyordu. Bir bedende. Süt bir bedende oluşuyor, henüz gebe kalacak hamile bir bedenin göğüslerinde. Sütten bir ırmak hızla akıyor, köprülerin altından, sonsuz, sel gibi, bir bebek gibi ağlayarak. Daha büyük, daha ayrıntılı bir şey haline geliyordum. Yüzüm, başka bir yüz olurken, daha da şişmanlaşıyordu. Bir yüzün kalıbı gibi oldu, yontucuların bir yüzü oluşturmak için kullandıkları türden. Benim için yeni bir yüz biçimlendiriliyordu, ama şu ana kadar yalnızca kalıbı vardı ortada. Yüzümde küflenme başladı, Rodin Müzesi’nin bahçelerindeki bronz heykellere musallat olan yeşil cüzam gibi. Artık küflenme yüzümün tamamını kaplamıştı, ve tamamen kaplandığında, yüzde gözenekler oluşturmaya hazır hale geleceklerdi. Yo, yüz zaten gözeneklenmiş ve çiçek bozuğu olmuş ve çillenmişti. Onu dökmeye hazır olacaklardı aslında, oluşmakta olan yeni kalıba, bir düşünce kalıbı. Yeni beyin dökülmeden önce beynin tamamı için yeniden bir kalıp oluşturulmak zorundaydı…’
 LAWRENCE FERLINGHETTI
(‘Onun’, Çeviri: OLCAY BOYNUDELİK, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, Nisan 1997…)  

Tuesday, March 12, 2013

Dudaklarımı dikerek gömün


 A. REZAK GÜLMEZ*

Bir kaç askerin köylüyü sürüklediklerini seyretti. Boş, yıkık damı eğik titrek yıkıntısı güneş ışığı altında bükülen evin arkasına sürükledikleri köylü şimdi yerdeydi. Elleri etrafına dağınık ölüyor gibiydi. Başı yana eğik, saçları karmakarışık, ölmüş ama daha onun ayırdına varamamış bir hayvan gibi boşluğa bakıyordu.
Hava o kadar ağırdı ki, kanatlar gövdelerini taşımayı reddediyordu. Üstüne abandığı beden diz çökünce öfkesi hafifledi. Kocaman elleriyle çökmüş bedenin başını ayaklarının dibine doğru; balçık, hayvan ve insan pisliklerinin içine eğdi. Başı bastırdıkça bastırdı. Yüz balçığın içinde kalıbını aldı. O, başı bastırırken postallar bedeni eziyordu. Bedenin elleri ayakları boşluğu dövdü derken hırıltılar duyuldu ve ağız pislikle doldu. Burun kanatları kocaman açıldı. Dudaklar seyirdi; dili gırtlağına akıyor gibiydi ve yine hırıltılar duyuldu sonra bedenin hareketleri sıyrıldı. Sanki öldü. Başını bastıran eller gevşeyince bir bacağı dağınık yatıyorken diğeri durgunluğu tekmeledi. O, bacağını hissetmedi; nefes de almıyordu. Gözleri kapalıyken karanlığa ansızın uyandı. Uyandı mı? Uyanıklıktan ziyade rüyadakine benzeyen tuhaf bir sanrısal bilinç haline çekilmişti. Ama sıkışan kalbini bildi. Neden sonra nefes almadığını anladı. Dili boğazına akıyordu dehşetle yataktan doğruldu. Uyuk hali henüz yırtılmamıştı. Güçlü bir ses yalpalı vuruşlarla içini dövdü. İşittiği sesin içinden mi, dışından mı geldiğini bir an için ayırt edemedi. Rüyayla uyanıklık arası dağınıklıkta dilini kustuğunda kaç zamandır uykusunu bölen o mahut rüyayı gördüğünün ayırdına vardı.
O bir asker eskisi... Gecelerine nasıl karıştığını bilmediği bir zamandan beri hep aynı rüyayı görüyor; gündeliğin akarında onu hep bir şekilde silmeyi başarıyordu. Şimdi görev arkadaşlarıyla arada bir eskilerden konuşmak, anıları tazelemek için toplandıkları bir akşam yemeğinde, iki diken bir çekirdek halde, ağzı kulaklarında, neşesi yerlere dökülüyor asker eskisinin. Sofrayı neredeyse tümüyle kaplamış iç pilav doldurularak çevrilip kızartılmış bütün bir kuzu henüz bitti. Tatlılar bekleniyorken biri: "Ne günlerdi'' diyor. Derken uzak, sis içinde hiç bir yerdeki eski havadislerden konuşuyorlar. Biri, içerideki ve dışarıdaki düşmanlardan söz ediyor; biri, vatanın bağrında yuvarlanıp kanını emenlerden; biri şehit kanıyla sulanmış vatanın bölünmez bütünlüğünden ve vatan için nasıl can verilmesi gerektiğinden... Söz bu uzayıp arşa yükselirken, biri eski günlerden kesitlerin bir karabasan gibi gelip rüyalarının oralarına buralarına aktıklarından dem vuruyor. İnsansızlaştırılan köylerin döllediği, adını bilmediği yaratıkların doğuşunu yüzünde korkuya benzeyen bir ifadeyle anlatıyor ve yanmış bir köyün girişinde diyor, ''Vahşileşmiş bir kediyle karşılaştım. Kedinin baktığı yere baktım: Mezarından ölü kadınlar kalkıyordu, gördüm; ay ışığında inci gibi parlayan bebeklerin gözyaşlarını topluyorlardı. Biri ''Benim rüyalarım çok kalabalık'' diyor; ''Ucu başı belli olmayan korkunç bir kalabalıkla geliyorlar. En önde saçları yanmış, memeleri entarilerini parçalayarak dışarı çıkmış kadınlar yürüyor. Kadınların elleri mor, yeşil damarlı... Avuçları hep göğe açık; başları hep bana dönük... Ayakları ters dönmüş, uçları arkada, topukları ise önde. Boyunları kolları kadar incecik. Arkalarında sayısızca insan gelip karanlığa karışıyor, üstüme üstüme geliyorlar.'' Biri...
Ve asker eskisi ağzı doluyken rüyasını hatırlıyor. Hatırlamasıyla kollarını boşalması, bacaklarının titremesi bir oluyor. Boğuluyor gibi. Bağırmak, çığlık atmak istiyor ama yapamıyor. Bedeni kasılarak sarsılıyor. Bir nefes alıyor, belki bir daha... Derken fal taşı gibi açılmış gözleri, bir cesetten bile solgun halde odanın ortasında ayakta duran köylüyü buluyor karşısında. Asker eskisi titriyor, ürkmüş bakışlarını köylünün üstünde sabitliyor. Köylünün ağzından akan irin yerlerce dökülüyor, irin askerin beline doğru yavaşça ilerliyor, boğulacak. Köylü hiç kımıldamıyor. Ayakta dikiliyor. Ayakları üstüne kurulmuş bir ağaç gibi. Bakışları hala artık boğazına derin irin batmış askerin üstünde. Askerin bakışları köylünün korku, yılgı dolu gözleri takılıyor. Onlarda yüzünün aksini görüyor. Bu yuvasında fırlamış gözler ona bir ölünün katiline dair sakladığı son imgenin gözbebeklerine kazındığını hatırlatıyor. Korkum onu ele geçiriyor. Köylünün onun irisindeki görüntüsü yavaşça gözkapaklarının ardında kaybolurken sanrıdan sıyrılıyor; ama yaşattığı gerçeğe boca edilmiş başka bir sanrıya akıyor. Başını pisliğe bastırmadan önce köylünün göz çukurunun korkuyla dolmasını, orada kendini tamamlayan korkunun taşarak yanaktan süzülmesini, o yerde hiç uyanmamış dünyanın kendi hafifliğinde beklemesini ve çekilen avuçları, seğiren dudakları, korkudan yok olan gözleri ve yaşama isteğinin çoğalarak yüzünde anlamsız bekleyişini anımsıyor: çünkü bir insan... köylünün o hırıltısı şimdi onda biteviye bir uğultu, ilelebet peşini bırakmayacak bir kulak çınlaması gibi delirtici kalbini oyan, ruhunu sarsan, aklını oynatan bir etkiye yol açıyor. Sanki şimdi belleğinde bir bellek; gözlerinde bir göz daha var.
Ve, doluyken birden ağzını farkediyor. Dili bulamacın içinde kıpırtısını duruyor. Dudakları sanki ardı irin dolu bir yaranın ölmeyen dudakları... Birbirinden uzak iki yaratık gibi öylece bekliyorlar. Onun değil, ağzında başka bir ağız var, söz geçiremediği. Dudaklarını bir daha açmamak için sıkıca kapatıyor ve ağzının içindekini zorlukla yutuyor. O günden sonra asker eskisi uyanıkken ağzını açmıyor hiç. Yemiyor içmiyor; tek bir söz dahi söylemiyor, yalnızca belli aralıklarla yutkunuyor. Çevresi önce olana anlam veremiyor. Sonra bilindik bütün çarelere başvuruyorlar ne ki, ağzını açmayı, dudaklarını aralamayı reddediyor. Biçimsiz ağzının içinde rüyasına karışan  köylünün ağzını; dişlerinin dibinde ise, karanlık bir pislik çukurunun olduğunu sanıyor. Bedeni kendiyle tiksiniyor ve onun ruhsal dramı sürüyor. Günler akarken bilinci dehşet acıkmış bir insanın bildik bilinmedik bütün yemeklerini özlüyor, korkularını, tatlarını imliyor bu gözlerini döndürüyor; ama bedeni onları yadsıyor. Uyurken ağzı hep açık uyuyor; uykudayken kötü canlı yoktur. Ama o bir ağız görüyor uykulu uyanık hep: İğrenç bir sıvı geliyor kocaman açılmış yüzdeki o yanıktan içeri giriyor. Sıvı işitimsiz sağır dehlizlerden geçerek yüzünü pisliğe batırdığı, elinden kurtulurken son çığlığını öğün yaptığı o ağızın gelip kendi ağzının içine kurulduğuna artık çok emin.
Askeri hastanede yatışının üstünde günler geçiyor. Gün gün eriyor. Önce kürek kemikleri belirmeye başlıyor, derken leğen kemikleri... Yüzü o kadar çok küçülüyor ki, gür saçları başında pösteki gibi duruyor. Artık neredeyse yatağa yapışmış bedenine tiksintiyle bakıyor. Artık susuzluktan böbrekleri büzülmüş, açlıktan midesi sırtına yapışmış, sessizlikten dudakları uçuk içinde kalmış. Bu hastane odasının her bir köşesine sinmiş ölü hücre kokusunun yarattığı ruhani huzmeyi kanıksadığı epey oluyor. Havada asılı duran keşif ilaç kokusu olmazsa ölümünü daha kolay yaşayacak. Şimdi gözleri hergün bir ton solan duvarın beyazında. Odasına hemşirelerin biri giriyor biri çıkıyor. Hemşire onun koluna, muhtemelen son devirdaimlerini yaparken, yakaladığı damardan serumu vermeye çabalarken, öncekiler gibi boşuna uğraştığını biliyor.
Asker eskisi hareketsiz yatıyor. Kızı eti çekilmiş ellerini avuçları içinde tutuyor, kendi canını onunkine katıyor. Uzun uzun bakıyor, göz göze geldiği kızına ve dudakları oynuyor. Kanlı çizgiler oluşuyor yarılmış dudaklarının kıyısında. Alt ve üst dudağının sınırları iyice belirginleşiyor. Ağzını açmayalı ne çok olmuş! Başını oynatıyor. Belli ki bir söyleyeceği var. Elini tutan kızının gözlerinin içine mutlak bir ifadesizlikle bakarak: "Ölüyorum kızım'' diyor, "beni'' diyor, "Dudaklarımı dikerek gömün..." 
* Bolu F Tipi Cezaevi

Saturday, March 9, 2013

'Bedel ödemekten korkmayacaksın'



'Eğer bir yazar, toplumunun kanunlarının ya da inançlarının artık geçerli olmadığı sonucuna ulaşmışsa konuşmak onun görevidir'

Necip Mahfuz'un Nobel Edebiyat Ödülü'nü almasından hemen sonra Paris Review'da yayımlanan röportajdan bir bölüm...

Yazar olmanıza neden olan nedir?

El-Manfalouti, Taha Hussein ve El-Aqqad gibi çağdaş yazarlardan etkilenerek okuldayken yazmaya başladım. Bana yazma tutkusunu aşıladılar, öyle ki ikinci sınıfın sonunda fen bölümünden edebiyat bölümüne geçtim.

Yazmaya ne zaman başladınız?

1929'da. Bütün hikâyelerim reddedildi. Salama Musa -Majalla'nın editörü- bana şöyle derdi: "Sende büyük potansiyel var ama henüz orada değilsin." 1939'un Eylül ayında, tarihi hatırlıyorum çünkü İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcıydı, Hitler Polonya'ya saldırıyordu, öykülerimden 'Abath al-Aqdar', Majalla'nın bana yaptığı bir sürpriz olarak yayımlandı. Hayatımın en önemli olaylarından biriydi.

Bu olaydan sonra yazılarınızın yayımlanması daha kolay oldu mu?

Hayır... Gerçi ilk öykünün yayımlanmasının ardından, yazar bir arkadaşım ağabeyinin sahibi olduğu yayın şirketinden bahsetti. Orta karar başarısı olan bir yayın komitesi kurmuşlardı, onlara katıldım. 1943 yılında düzenli olarak çeşitli eserleri yayımlamaya başladık. Her yıl benim öykülerimden birini de yayımlıyorduk.

Ama geçiminizi hiçbir zaman yazmaya dayandırmadınız?

Hayır. Her zaman memurdum. Tam tersine, edebiyata para harcadım. Uzun süre yazdıklarımdan para kazanmadım. Yaklaşık seksen hikâyemi bedavaya yayımlattım. Hatta kurduğumuz yayın komitesine yardımı olsun diye ilk romanlarım için bile para almadım.

Yazdıklarınızdan ne zaman para kazanmaya başladınız?

Kısa öykülerim İngilizce, Fransızca ve Almancaya çevrildiğinde. Özellikle 'Zabalavi' büyük başarı elde etti ve bana diğer bütün hikâyelerimden daha fazla para kazandırdı. Başka bir dile çevrilen ilk romanım Midak Sokağı'ydı. Yayıncı bizi dolandırdığı için ne ben ne de çevirmen paramızı aldık.

Genç Mısırlı yazarlarla temasınız var mı?

Her cuma akşamı Casino Kasr el-Nil'de genç yazarların davetli oldukları toplantılara katılıyorum. Şairler, yazarlar, edebiyatla ilgilenenler... 1971'de hükümet için çalışmayı bıraktığımdan beri arkadaşlarım için daha fazla zamanım var.

1952'yi getiren politik sürecin hayatınızda ne gibi etkileri oldu?

1919 devrimi olduğunda yedi yaşındaydım. Etkilenmiştim, amaçları beni büyülemişti. Tanıdığım herkes Wafd partisi üyesiydi, özgürlük adına kolonileşmeden kurtulmayı savunuyordu. Sonraları politikada daha aktif bir rol oynamaya başladım, Zaghlul Paşha Saad'ın açık bir takipçisi oldum. Ama hiçbir zaman politik bir partinin üyesi olmadım ya da resmi bir komitenin parçası haline gelmedim. Wafd taraftarı olmama karşın parti üyesi olmayı hiç düşünmedim çünkü bir yazar olarak bir parti üyesinin asla sahip olamayacağı mutlak özgürlüğe sahip olmayı istiyordum.

Ya 1952?

Devrim nedeniyle mutluydum. Ne yazık ki demokrasi konusunda fazla bir yararı olmadı.

Nasır döneminden bu yana demokrasi yönünde ilerleme olduğuna inanıyor musunuz?

Evet, elbette, bu konu şüphe götürmez. Nasır zamanında insan duvarlardan bile korkardı. Herkes korkuyordu. Kahvelerde, konuşmaya korkarak otururduk. Evde oturduğumuzda da konuşmaya korkardık. Çocuklarımla devrimden önceki olaylar hakkında konuşmaya korkardım -okula gidip yanlış anlaşılabilecek bir şey söylemelerini istemezdim. Sedat dönemi bize kendimizi biraz daha güvende hissettirdi. Hüsnü Mübarek? Anayasa demokratik olmasa da kendisi demokratikti. Artık düşüncelerimizi dile getirebiliyoruz. Basın özgür. Evde oturup İngiltere'deymiş gibi yüksek sesle konuşabiliriz. Ama anayasanın elden geçirilmeye ihtiyacı var.

Sizce Mısır halkı demokrasiye hazır mı? Nasıl işlediğini anlıyorlar mı?

Bugün Mısır'da insanlar nasıl yiyecek ekmek bulacaklarını düşünüyorlar. Sadece eğitimli olanlar demokrasinin nasıl işlediğini anlıyor. Ailesi olanların bu konuyu tartışmaya ayıracak boş tek bir dakikaları yok, çocuklarına bakabilmek için çalışmak zorundalar.

Bir yazar mutlak özgürlüğe mi sahip olmalı?

Size tam olarak ne düşündüğümü söyleyeyim: Her toplumun korumaya çalıştığı gelenekleri, kanunları ve dini inançları vardır. Zaman zaman değişim isteyen bireyler ortaya çıkar. Toplumun kendini savunmaya hakkı olduğuna inandığım kadar bireyin de karşı çıkmaya hakkı olduğuna inanıyorum. Eğer bir yazar, toplumunun kanunlarının ya da inançlarının artık geçerli olmadığı sonucuna ulaşmışsa konuşmak onun görevidir. Ama bu açıksözlülüğün bedelini ödemeye de hazır olmalıdır. Eğer bedeli ödemek istemiyorsa sessiz kalmayı tercih edebilir. Tarih, düşüncelerini açıkladıkları için hapse giren ya da yakılan insanlarla dolu. Ben her iki tarafı da savunuyorum, ifade özgürlüğünü de, toplumun kendini savunma hakkını da. İşlerin doğal akışı budur.

Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığınızı öğrendiğinizde ne hissettiniz?

Şaşkınlıkla karışmış bir mutluluk hissettim. Ödülü kazanmayı kesinlikle beklemiyordum. Benim zamanımda Anatole France, Bernard Shaw, Ernest Hemingway ve William Faulkner gibi büyük kalibreli yazarlar bu ödüle aday gösterilirlerdi. Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi isimler.. Bir gün bir arap yazarın da bu ödülü kazanabileceğinin söylendiğini duyardım ama olacağından şüpheliydim.

Ama Arap yazar Abbas Mahmoud El-Aqqad sizin kazanmanızdan yirmi yıl önce sizi bu ödüle aday göstermemiş miydi? Televizyonda bir röportajda sizin Nobel'i hak ettiğinize inandığını söylemişti.

El-Aqqad her zaman cesur düşünceleri olan bir adam olmuştur.

Nobel'i kazanmak yaşantınızı ve üzerindeki çalıştığınız eserleri etkiledi mi?

Yazmaya devam etmem için beni cesaretlendirdi. Ne yazık ki hayatımın oldukça geç bir döneminde ödülü kazandım. Kişisel yaşantımdaysa Nobel'i kazanmak alışkın olmadığım ve tercih etmeyeceğim bir hayat tarzını bana dayattı. Birçok röportajı ve toplantıyı kabul etmek zorunda kaldım oysa huzur içinde çalışmayı sürdürmeyi tercih ederdim.

Nobel'i kazandığınızdan bu yana hayatınızda olan en önemli olay ne?

1994'te yediğim dayak. (Bir gencin boğazına bıçak dayayarak Mahfuz'un hayatına kastettiği olay. Bu cinayet teşebbüsünden sonra yazarın sağ eli uzun süre felçli kalmıştı.) Olayın korkunçluğunu bir tarafa bırakırsak insanların ilgileri ve desteklerinden çok etkilenmiştim.

Yapıtlarınızın Arap edebiyatına etkisi nasıl oldu?

Bu soruya ancak eleştirmenler yanıt verebilir. Benim eserlerimin Arap edebiyatını etkileyip etkilemediğini tartışmak onların işi. Ama Nobel Ödülü'nü kazanmamın diğer bir etkisi de daha fazla Arap eserinin dünya dillerine çevrilmesi oldu. Bunu özellikle Mısır'da ziyaretime gelen Ruslar'dan ve Frankfurt Kitap Fuarı'na çağırmak için gelen Almanlar'dan duydum. http://dipnotkitap.net/ROMAN/Necib_Mahfuz.htm