Thursday, June 27, 2013

"Gidiyorum"

Eliyle işaret etti, küçücük bir işaretti ama kadın anladı. Ayakkabının çözülmüş bağını yerden kesecek kadar, şımarıkça,  kaldırdı  tek ayağını yukarı doğru, adam bağladı. Vapura bindiler, adam önden koşarak tırmandı merdivenleri, üst katta taa köşedeki koltuğa gitti oturdu. Saklanmaya çalışırdı önceden koşup giderek.  Ama istese de saklanamazdı; o kadar büyüktü, uzundu, kollarıyla dünyayı kucaklardı, gözleri yeşildi, duruydu, metrelerce öteden görülürdü… İstese de saklanamazdı, kalabalığın içinde hemen göze çarpan çocuk yüzüyle ya da kadına öyle gelirdi. Kadın gözleriyle onu buldu, gidip yanına oturdu. Karşıya Haydarpaşa’ya geçince,  trene binecekti kadın.  Adam buna inanmasa da, binip gidecekti işte.
Hiç inanmadı adam gideceğine. Sanıyordu ki, vapurdan inince kadın yine onun peşinden yürüyecek,  Ankara treninin durduğu istasyonda biraz duraksayacak ama her zamanki gibi treni boş verip, hızlı hızlı yürüyecek ve adama yetişecek. Adamın adımlarını hiç yavaşlatmadan ilerleyen gövdesine bakacak, cebinden çıkarıp geriye doğru uzattığı elini tutacak, yüzünü görmese de sevindiğini anlayacak. Hiçbir şey olmamış, az önceki tereddüt hiç yaşanmamış gibi, birlikte Gebze’ye giden banliyö trenine binecekler.
Kadın "gidiyorum" diye fısıldadı adamın gözlerine bakıp. Adam uzaklaşan bir takayı işaret etti sadece "bakalım" dedi.  Kadın kalktı aşağıya indi, aceleci yolcular hücum etmeden iskelenin atılacağı yere doğru ilerledi, yaslanıp denize, karşı kıyıya, şehirdeki anlamsız öte beriye baktı.  Adam hızla paldır küldür indi merdivenleri, kadının yanından geçip iskelenin yerleşeceği çıkışa dikildi.
Vapur kıyıya yanaşınca adam kalabalığa karışacak kaçar gibi… Kadın gözleriyle adamı izleyecek bir süre.  Geri dönüp bakmayacağını, beklemeyeceğini bile bile… Ankara treninin durduğu yere bakmadan geçecek adam Gebze gişelerinin olduğu yöne doğru. İki jeton alacak her zamanki gibi. Birini yol boyunca  parmaklarının arasında döndürüp duracak bu sefer.
N. Gün Uzun
Fotoğraf: Haluk Kalafat

Wednesday, June 26, 2013

Kadına Güvenmek Doğru mu?



O' Henry
 *
Jeff Peters:
·         Daha önce de söylediğim gibi kadınların dalaverecilikteki yeteneklerine hiçbir zaman inanmamışımdır. Kadına en masum dolandırıcılıkta bile ortak olarak güvenmek doğru değildir, dedi.
·         Bu iltifatı hak etmişlerdir. Namustan yana sağlam olduklarını söyleyebiliriz, yanıtını verdim.

Jeff:
·         Namuslu olmamalarına bir neden yok ki dedi. Erkekler neci oluyor? Kâh ölesiye çalışarak, kâh dolandırıcılık ederek kazandıkları kimin için? Kadınlar için! Ama ne de olsa kadınları işte hepten yabana atmamalı. Ancak saçlarının ve duygularının fazlaca okşanmasına izin verdiler mi kötüdür. Hiç bakmazlar. Evini toprağını tutuya koymuş, yorgun argın, kır bıyıklı bir koca ve beş çocuklu bir baba rolü adayını derhal hazır bulundurmalısınız.
Örneğin, Cairo’da Andy Tucher’le “evlendirme bürosu” adı altında kurduğumuz dolapta yardımcı olarak kullandığımız dul bayanı alalım:
Reklama yetecek kadar sermayeniz, öyle bir masa ağzını dolduracak kadar bir tomarınız oldu mu evlendirme bürolarında iyi para vardır. Altı bin dolarımız vardı. Bu tutarı iki ayda iki katına çıkarmayı umuyorduk. İki ay dedim. Çünkü tasarladığımız biçimde bir dolap yasal bir nitelik almadan en çok iki ay çalışabilir.
Şu biçimde bir duyuru hazırladık:”Nakit üç bin doları ve taşrada değerli emlakı bulunan güzel, sevimli, ev kadını bir dul evlenmek isteğindedir. Yoksul sınıfların genel olarak daha erdemli oldukları kanısında bulunduğundan, sevginin ne olduğunu daha çok bilen varlıksız erkekleri yeğlemektedir. Sadık, dürüst olmak, emlak yönetmeyi becerebilmek, parasal girişimlere para yatırmak konusunda uzman bulunmak koşuluyla isteklilerin yaşlı ve gösterişsiz olmalarına karşı çıkılmaz. İsteklilerin aşağıdaki adrese başvurmaları rica olunur…
Peters and Tucker eliyle
Kimsesiz dul
Cairo, İllinois”

İşin edebiyat yanını bitirdikten sonra:
·         İyi, dedim. Bunun yapacağı zarar bize yeter. Amma velakin kadını nerede bulacağız.
Bu sözüme Andy biraz sinirlendiyse de kendini tutarak :
·         Jeff ben seni mesleğinde gerçekçi olarak tanırım. Oysa sen gerçekçi düşüncelerini unutmuşa benziyorsun. Kadına ne gerek var? Wall Street’te su ve deniz tahvilleri satılırken deniz kızının sözünün geçtiği mi oluyor? Evlenme duyurusunda kadına ne gerek var? diye karşı çıktı.
Derhal işe el koydum.
·         Andy, beni biliyorsun. Yasanın basılı kurallarına aykırı olarak giriştiğim bütün işlerde her zaman uyguladığım ilke belli. Satılan mal var olmalı, gözle görülebilmeli, istek olduğunda sunulabilmeli. Bu ilkeyi savsaklamamak, tren tarifelerini akıldan çıkarmamak, değişik kentlerde yürürlükte olan yönetmelikleri iyice bellemek sayesindedir ki bir puroyla bir beş dolarlığın çözemeyeceği bütün işlerde polisle karşılaşmaktan kurtulabildim. Planımızı başarıyla uygulamaya koyabilmek için, söz konusu olan sevimli dulu, güzel veya çirkin, yurttaşlık yasası hükümlerine göre, gerektiğinde, yargıcın önüne çıkarabilmeliyiz.
Andy aklını başına alarak:
·         Hakkın var. Savcılık veya emniyet müdürlüğü soruşturmaya girişecek olursa, böyle bir kadının bulunması kuşkusuz bizim için daha iyi olur. Fakat, evlenmeyle ilgisi olmayan bir evlenme işine vaktini vermeye, para yatırmaya razı olacak kadını nereden bulmalı, diye yanıt verdi.
Andy’ye bu işi becerecek birini tanıdığımı söyledim.
Gezgin cambazhanelerde su satarak ve diş çekerek geçinen Zeke Trotter adındaki eski bir dostum, bir yıl önce sindirim zorluğuna karşı her zaman keyif çatarak aldığı sıvı yerine doktorun öğütlediği bir ilacı almış ve karısını dul bırakmıştı. Evlerinde çok kalmıştım. Kadıncağızı bu işte kullanabileceğimizi düşündüm.
Misis Trotter’in oturduğu kasabadan 60 mil uzaklıkta bulunuyorduk. Hemen trene atlayıp gittim. Kulübeyi olduğu yerde buldum. Yalakta aynı ayçiçeklerini, bahçede aynı horozları gördüm. Güzellik, yaş ve emlak dışında, Misis Trotter duyurudaki özelliklere aynen uyuyordu. Bununla birlikte göze de pek kötü görünmüyordu. Yenir yutulur gibiydi. Ona bu işi vermek Zeke’nin anısına saygı göstermek demekti..
Madam Trotter’e ne istediğimizi anlatınca:
·         Namuslu bir iş mi? diye sordu.
·         Misis Trotter, hiç merak etmeyin. Biz Andy ile hesapladık. Adalet nedir bilmeyen bu geniş ülkede, duyuruyu okuduktan sonra güzel elinize bir yüzük geçirerek paranıza ve mallarınıza konmak isteyecek en az üç bin kişi çıkacaktır. Tarafınızdan söz verilen şeylere karşılık her biri size tembel bir serseri iskeleti sunacaktır. Yaşamda yerini bulamamış, iğrenç bir servet avcısından, bir dolandırıcıdan artakalmış bir iskelet!
Andy ile toplumun bu asalaklarına iyi bir ders vermeyi kararlaştırdık. Geleneğe saygılı, sui ahlak (1) sahibi bir evlenme bürosu maskesi altında bir örgüt kurmaktan kendimizi zor aldık. Amacımızı anladınız değil mi?
Misis Trotter:
·         Anladım efendim, anladım, diye karşılık verdi. Sizin bereketli (2) olmayan bir işle uğraşmayacağınızı bilmeliydim. Peki, bana ne gibi bir görev düşüyor? Bu üç bin serseriyi birer birer mi, yoksa toptan mı geri çevireceğim?
·         Hiç merak etmeyin. Sizin işiniz kekâ! Sakin bir otelde kurulup keyfinize bakacaksınız. Yazışma ve işin ticari yanları Andy ile benim üzerimde olacak.
Şahsen, Ancak tren parasını elde edebilen en istekli adayların kendileri gelip sizinle evlenme isteklerini sözlü olarak bildireceklerdir. Siz de yalnızca bu gibilerin yüzlerine hayır yanıtı vermek zorunda olacaksınız. Size otel giderlerinden başka haftada 25 dolar ödeyeceğiz.
Misis Trotter:
·         Beş dakika izin verin. Gidip pudra kutumu alayım. Evin anahtarını komşuya bırakayım. Ondan sonra aylığım işlemeye başlasın, yanıtını verdi.
Böylece dul bayanı Cairo’ya götürdüm. Bürodan kuşku çekmeyecek kadar uzak, fakat aynı zamanda gerektiğinde kolayca ele geçecek kadar yakın bir aile oteline yerleştirdim. Andy’ye durumu bildirdim.
Andy:
·         Çok iyi, diye yanıtladı. Vicdanın artık rahat. Gözle görülebilir bir yem bulduk. Oltayı sarkıtalım. Gelirleri avlayalım.
Aynı duyuruyu ülkenin, uzak yakın, değişik yerlerinde çıkan birçok gazeteye verdik. Aynı duyuruyu diyorum. Başka duyurular kullanmaya kalksaydık çalıştırmak zorunda kalacağımız yazman ve öbür kişilerin çiklet şapırtısı savcılığın rahatını bozmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Bankaya Trotter hesabına 2 bin dolar yatırdık. Banka defterini de iyi niyetimizden kuşkulanacak olanlara gösterilmek üzere kendisine bıraktık. Esasen bizim eski dostun karısına güvenim tamdı.
Verdiğimiz duyuru hep aynıydı. Ama gelen mektuplara yanıt yetiştirebilmek için Andy ile günde 12 saat çalışmak zorunda kalıyorduk.
Günde yüze yakın başvuru oluyordu. Ülkede, çekici bir dulla evlenip parasını kullanmak sıkıntısına katlanacak bu kadar çok meteliksiz fakat gönlü bol insan olduğunu bilmiyordum doğrusu!
Büyük bir kısmı boş işler peşinden koşmaktan ve bıyık uzatmaktan başka bir şey yapmadıklarını kabul ediyor. Toplumun kendilerini anlayamadığını itiraf eyliyor, fakat aynı zamanda yüreklerinin sevgiyle taştığından emin olduklarını belirterek çekici dulun kendilerini hayat arkadaşı olarak seçmekle ömrünün en akıllı davranışında bulunmuş olacağını söylemek istiyorlardı.
Peters and Tucker kuruluşu her başvuruyu yanıtlıyor, gönderilen mektuptaki içten anlatımın dulun büyük ilgisini uyandırdığını ve üzerinde derin bir etki bıraktığını bildiriyor, daha ayrıntılı bir mektup yazmasını ve mümkünse içine fotoğrafını da koymasını rica ediyordu. Peters and Tucker, aynı zamanda gönderilen ikinci mektubun çekici müşterilerine teslim ücretinin iki dolar olduğunu ve bunun ikinci mektupla birlikte gönderilmesinin gerektiğini belirtiyordu.
Dolabın basit güzelliğini görüyor musunuz? Ev bark sahibi olmak isteyen bu soylu kişilerden yüzde doksanı, bir çaresini bulup iki dolar ediniyor ve bize gönderiyorlardı. Böylece konu kapanıyordu. Ancak tek bir yakınmamız vardı: İki doları alabilmek için zarfları kesip açmak zorunda kalıyorduk.
Birkaç müşteri kendileri geldiler. Kendilerini Misis Trotter’e gönderdik. Gerekeni o yaptı. Birkaçı yine gelerek yol parası istediler. Uzak yerlerden de ikinci mektuplar gelmeye başlayınca gündelik girdimiz 200 doları buldu.
Bir gün öğleden sonra en sıkı biçimde çalışmakta olduğumuz bir sırada -ben bir dolarlıklarla iki dolarlıkları ayırıyor ve ayrı ayrı iki puro kutusuna yerleştiriyordum, Andy de ıslıkla “senin için evlilik çanları çalmayacak” havasını tutturmuştu- ufak tefek fakat işini bilir biri belirdi. Duvarlara bakıyor, sanki ünlü Gainisborugh’nın yitik tablolarını arıyordu. Herife bakar bakmaz iftiharla göğsüm kabardı. Çünkü işimizi dört başı mamur görmüştük. Açık yanını bırakmamıştık.
Herif:
·         Maaşallah bugün posta bereketli, dedi. Kalkıp şapkamı aldım.
·         Buyur bakalım, sizi çoktandır bekliyorduk, gel sermayemizi gör. Washington’dan ayrıldığınız zaman cumhurbaşkanı dostumuz nasıldı? dedim.
Kendisini Riverview Oteli’ne götürdüm. Misis Trotter’le tanıştırdım. Banka hesabını gösterdim. Dulun hesabında iki bin dolar bulunduğunu gördü.
Sonunda:
·         Bu işte pek hile yok gibi görünüyor, dedi.
·         Ne sandındı, yanıtını verdim. Eğer evli değilsen kal, bayanla konuş, senden ücret almayız.
·         Teşekkürler ederim. Bekâr olsaydım kalırdım. Hoşça kalın Mister Peters, dedi.
Üç ay içinde beş bin dolar kazandıktan sonra artık işe son vermenin zamanı geldiğini düşündük. Birçok kişiden yakınmalar gelmişti. Misis Trotter de yavaş yavaş bıkıyordu. Kendisini görmeye gelen istekliler pek çoğaldığından işten hoşlanmamaya başlamıştı.
Dükkânı kapatmaya karar verdik. Misis Trotter’e son haftalığı ödemek ve verdiğimiz iki bin dolarlık çeki tahsil etmek üzere otele gittim.
Onu okula gitmek istemeyen bir çocuk gibi ağlar buldum.
·         Ne oluyor? Bir şeye mi canınız sıkıldı? Yoksa evinizi mi göreceğiniz geldi? diye sordum.
·         Hayır Mister Peters, diye başladı. Öyle bir şey yok. Bununla birlikte Zeke’nin dostu olduğunuz için derdimi size açmakta sakınca görmüyorum. Mister Peters, âşık oldum. O derece seviyorum ki onsuz yapamayacağım. Bu ana kadar düşlerimde yaşatmış olduğum erkek…
·         Evlenin. Sevginiz karşılıklıysa birleşin. Duygularınıza, anlattığınız biçimde o da yüreği acıyla dolu olarak karşılık veriyor mu?
·         Tabii. Fakat ne yazık ki beni şu sizin duyuru dolayısıyla görmeye gelenlerden biri. İki bin doları almadıkça evlenmekten kaçınıyor. Wilkinson adında bir bey, dedi. Ve adını söyler söylemez yeniden aşıkane kasılmalar içinde çırpınmaya başladı.
·         Misis Trotter, ben kadınların duygularına herkesten çok saygı gösteririm. Üstelik çok sevdiğim bir dostun hayat arkadaşlığını etmiş bulunuyorsunuz. Kararı yalnızca ben verecek olsam iki bin dolar sizin olsun. Bu işten beş bin dolar kazandığımıza göre size iki bin doları hibe edebiliriz. Fakat ortağım Andy Tucker’in görüşünü almam gerek. Andy iyi bir adamdır. Ama işini de pek bilir. Yarı yarıya ortağız. Onunla bir konuşayım. Bakalım bir şeyler yapmaya çalışırız, dedim.
Otele dönüp Andy’ye sorunu anlattım.
·         Bunu çoktandır bekliyordum zaten, duyguları ve seçme hakkı söz konusu olduğu zaman kadına kesinlikle güvenilemez, dedi.
·         Andyciğim, bir insan kalbini kırmaya neden olmak iyi bir şey değildir, yanıtını verdim.
·         Hakkın var Jeff. Esasen seni her zaman cömert, mert, yumuşak yürekli bir insan olarak tanımışımdır. Bense belki fazla katı yüreklilik etmiş; her şeyden, herkesten gereksiz yere kuşkulanmışımdır. Hiç olmazsa bu seferlik dediğini yapacağım! Git Misis Trotter’e söyle, iki bin doları bankadan alsın, sevdiği adama versin, dedi.
Yerimden fırlayıp Andy’nin eline sarıldım. Beş dakika elini bırakmadım. Sonra koşup Misis Trotter’e haber verdim. Kadıncağız üzüntüsünden nasıl ağladıysa, sevincinden de öyle ağlamaya başladı.
İki gün sonra Andy ile toplanıp yollanmaya hazırlandık.
·         Buradan ayrılmadan gidip Misis Trotter’e hoşça kal desek iyi olur. Seninle tanışmak ve teşekkürlerini bildirmek ister herhalde, dedim.
Andy;
·         Ne gerek var. Gitmesek daha iyi olur, acele edelim, treni kaçırmayalım, yanıtını verdi.
Hep yaptığımız üzere sermayemizi kuşağıma sarmak üzere çıkardım. Bunun üzerine Andy elini cebine atarak bana bir deste para uzattı:
·         Ötekilerinin üstüne koy, dedi.
·         Nereden bu? diye sordum.
·         Misis Trotter’in iki bin doları.
·         Sende ne geziyor?
·         Kendisi verdi. Bir aydan beri haftada üç gün onu görmeye gidiyorum.
·         Villiam Wilkinson sensin demek!
·         Elbet, dedi.

Sunday, June 23, 2013

Palavracı Sevgili (A Lickpenny Lover)




O' Henry
Dev mağazada 3.000 kız vardı, Massie de onlardan biriydi, 18 yaşındaydı ve erkek eldivenleri reyonunda tezgahtardı. Bu mağazada çalışırken, iki çeşit insan konusunda tecrübe kazanmıştı: eldivenlerini mağazalardan alan beyler ve başarısız erkekler için eldiven alan hanımlar...insan türü hakkındaki bu deneyiminin yanısıra, Massie başka şeyler de öğrenmişti, kalan 2.999 kızın beyan ettikleri görüşleri dinlemiş ve bunları bir kedininki gibi gizemli ve değişik beynine yerleştirmişti, belki de tabiat kıza akıl verenlerin pek fazla olmayacağını önceden görerek, ona güzellikle karışık bir hırçınlık vermişti, Allah vergisi sarışın, güzel bir kadındı, dükkanda tereyağlı kek yapan hanımlar kadar kendi halinde bir görünümü vardı, tezgahın arkasında dururdu ve eldiven için elinizin ölçüsüne bakmaya gelince, kızı sanki Yunan gençlik tanrıçası Hebe veya tanrıça Minevra sanırdınız..
Yönetici amir etrafta yokken, Massie tutti-frutti sakızlarından çiğnerdi, adamı görürse bir şey yokmuş gibi havalar bakar ve gülümserdi.. bu tam bir tezgahtar kız gülüşüydü, ve kalbiniz nasırlanarak güçlenmemiş ve Aşk tanrısı Cupid’in oyunlarına sempatiyle bakmıyorsanız, Massie’nin gülüşlerine kapılmamanızı tavsiye ederim. Amiriyse, koca burunlu, kızları süzen bir tefeciydi, elbette tüm mağaza amirleri böyle değildi, bir kaç gün önce gazetelerde 80 yaşında biriyle ilgili haberler çıkmıştı.
Bir gün, milyoner, ressam, gezgin, şair, Irvin Carter, mağazaya geldi, gelmeyi istememişti aslında, iş icabı gelmişti yani, annesi de o sırada bronz ve ‘tera cota’ heykellerine hayranlıkla bakıyordu..
Carter, eldivenlerini getirmeyi unutmuştu ve bir çift eldivene ihtiyacı vardı, eldiven satan tezgahtar kızlarla fingirdediği duyulmamıştı...kaderinin onu beklediği yere doğru ilerledi, üç, dört müşteri daha vardı, Massie, Carter’ı güney denizlerindeki buzdağlarının üzerine yansıyan güneş ışınları gibi parlayan hem soğuk, hem güzel ve sıcak mavi gözleriyle, soran bakışlarla karşıladı.
Ressam, milyoner vs. Irving Carter’ın aristokrat, soluk yüzünü ani bir sıcaklık kapladı...fakat bu sıcaklık utangaçlıktan değildi, entellektüelliğinden kaynaklanıyordu, hazır giyimden giyinen gençlerin diğer tezgahtar kızlarla kikirdeştiği kendi sınıfının altındaki bir ortamda bulunduğunu biliyordu, o sırada Aşk Tanrısı Eros, eldiven satan tezgahtar kıza bir iyilik yapmak istedi, artık milyoner adam onun için sıradan biriydi, o andan sonra artık milyoner beyefendi, tezgahın oradaki gençler hakkında daha mütevazi düşünüyordu ve gördüğü mükemmel yaratığa sahip olmak istiyordu.
Eldivenlerin parası ödendi ve paketlendikten sonra, Carter bir an durdu, Massie’nin yanağındaki gamzeler daha da çukurlaştı, Carter ilk defa uzman olmadığı bir durumla karşı karşıyaydı, bu kızla tanışmak için hiç şansı yoktu, vaktiyle tezgahtar kızlar hakkında duyduğu veya okuduğu şeyleri, onların alışkanlıklarını hatırlamaya çalıştı, nasıl olduysa onların tanışma kurallarına o kadar sıkı bağlı olmadıklarını hatırladı, kalbi çarpıyordu, ama yine de kendisine bir cesaret gelmişti..
Birkaç genel hoşbeş konudan sonra, kartvizitini tezgahın üzerine koydu.
·         Cüretimi bağışlayın ama, sizi tekrar görebilme zevkini bana bağışlar mısınız? İsmim kartta yazıyor, arkadaşınız olmak ayrıcalığına sahip olabilir miyim?

Massie, erkekleri tanıyordu, özellikle de eldiven alanları, duraksamadan adamın gözlerine net ve gülümseyerek baktı,
·         Tabii, olabilir, tanımadığım beylerle genellikle çıkmam ama ben tam bir hanımefendi sayılmam, beni tekrar ne zaman görmek istiyorsunuz?
·         Ne kadar çabuk olursa, eğer telefon etmeme izin verirseniz...

Massie, şarkı söyler gibi güldü, o, olmaz, kaldığım daireyi görseydiniz, üç odada beş kişi kalıyoruz, o odaya bir erkek arkadaşımı getirsem, annemin yüzünü görmek isterdim..
Carter,
·         O hale sizin için neresi müsaitse, orası olsun...

Massie, şeftali rengi yüzündeki parlak bir gülümseyişle,
·         Şeyy, sanırım Perşembe akşamı benim için uygun olur, akşam 7.30’da 48. Cadde ile 8. bulvarın köşesine gelin..yalnız saat 11.00’de evde olmam gerekir, annem 11’den sonra dışarıda kalmama asla izin vermez.

Carter nazikçe bu uyarıya uyacağını söyledi ve bronz bir Tanrıça Diana heykeli almak için kendisini bekleyen annesinin yanına gitti.
Küçük gözlü bir başka tezgahtar kız Massie’nin yanına geldi,
·         Büyük ikramiyeyi vurdun galiba?

Massie, havalı havalı, kartviziti yakasından içeri sokarken,
·         Beyefendi beni aramak için izin istedi.. dedi.
·         İzin mi? Valdorf’ta bir akşam yemeği ve sonra da arabasıyla tur atacak mısınız?
·         Ah, büyük bir balık ha? Sanmıyorum, sen her şeyi abartırsın, şu adam seni Çin lokantasına götürdü diye hep abartıyorsun..kartvizitte 5. Caddedeki bir yerin adresi var, ve akşam yemeğine gideceğimiz yerdeki garsonların fraklı olmadığına dair hayatıma bahse girerim...

Carter, annesiyle birlikte arabasına binip, süper marketten ayrılırken, kalbindeki sızıdan dudağını ısırıyordu, 29 yıldan sonra, ilk defa aşık olmuştu..kızı tanımıyordu, evinin küçücük bir oda mı, eşyalarla tıkabasa dolu bir yer mi olduğunu bilmiyordu, caddenin köşesi salonu, park yeri çalışma odası, bulvar da bahçesiydi..yine de nasıl olursa olsun, Carter için şahane döşenmiş bir evin hanımefendisi gibiydi...
İlk buluşmalarından iki hafta sonra, bir akşam üstü, kol kola, loş aydınlatılmış, küçük bir parka geldiler, ağaç altındaki bir kanepeye oturdular..
Kolunu ilk kez kıza doladı, kızın altın sarısı başını Carter’ın omuzuna yaslamıştı..
Massie, minnettar bir şekilde,
·         Bunu niye daha önce düşünmedin? diye sordu..
·         Massie, seni sevdiğimi biliyorsun, samimi olarak, senden benimle evlenmeni istiyorum, şimdiye kadar beni yeterince tanımış olmalısın, seni istiyorum, aramızdaki sosyal fark hiç umurumda değil...

Massie, kuşkuyla,
·         Ne farkı? diye sordu...
·         Şeyy, hiçbir fark yok, aptal insanların düşündüklerini saymazsak...sana lüks içinde bir hayat vermeye gücüm var, sosyal konumumu kimse tartışamaz bile, çok büyük bir işim var..

Massie,
·         Hep böyle söyler, böyle şakalar yaparlar, bence sen bir lokantada çalışıyorsun ya da at yarışlarıyla ilgileniyorsun, göründüğüm kadar saf değilim.. dedi..gülmeye başladı..
·         Sana istediğin her türlü kanıtı gösterebilirim, seni istiyorum Massie, seni ilk gördüğüm günden beri seviyorum...
·         Hep böyle yaparlar, ne zaman biriyle tanışsam, aynısın söyler..

Carter, lütfen böyle söyleme diye rica etti..
·         Bak hayatım, gözlerine baktığım andan beri, benim için bu dünyadaki tek kadın sen oldun...
·         Ah, şaka yapma, kimbilir daha önce kaç kıza bunları söylemişsindir?..

Ama Carter ısrarlıydı, tezgahtar kızın güzel göğsünün derinlerinde bir yerlerdeki, ince ruhuna, çarpan kalbine ulaşmıştı, adamın sözleri, kalbinin ince zırhını delmişti,
Carter’a anlayan bakışlarla baktı, serin yanağına bir sıcaklık yayıldı, Carter ondaki değişikliği sezdi ve fırsatı kaçırmadı:
·         Evlen benimle Massie, diye fısıldadı,
·         Bu çirkin şehirden daha güzellerine gidelim, işi, çalışmayı boşverelim, hayatımız uzun bir tatil olsun, seni nereye götüreceğimi biliyorum, daha önce de çok gittim, yazın hiç bitmediği bir kumsalı hayal et, dalgalar kıyıya vuruyor, insanlar çocuklar kadar mutlu, o kıyılara gideceğiz ve istediğimiz kadar kalacağız..bu uzak ülkelerin birinde güzel resimler, heykellerle dolu, kuleli saraylar var, şehrin caddeleri denizden...ve şeyler içinde geziyorsun..
·         Biliyorum gondollar...
Carter, evet diyerek, gülümsedi...
·         Ben de öyle düşünmüştüm..
·         Ve sonra, seninle seyahata çıkar, dünyada görmek istediğimiz ne varsa görürüz, Avrupa’dan sonra Hindistan’a gidip oradaki antik şehirleri gezeriz, fillere bineriz, Hindu’ların ve Brahman’ların muhteşem tapınaklarına ve Japon bahçelerine bakarız, ve İran’da atlı araba yarışları, deveyle yolculuklar...dünyadaki tüm ilginç şeyler...hoşuna gitmez miydi Massie?

Massie ayağa kalktı.
Soğuk bir şekilde,
·         Eve gitsem iyi olacak, geç oluyor ..dedi.

Carter dediğini yaptı, kızın değişken huylarına alışmıştı, onunla tartışmak faydasızdı, fakat kesin bir zafer kazandığını hissetti, kızı mitolojideki kanatlı peri Pysche’ye benzetiyordu, Aşk tanrısı Eros’un aşık olduğu kıza, Massie’nin ruhu da öyle yabaniydi...ama içindeki umutlar güçlüydü, kız ona kanatlarını açmıştı bir kere.
Ertesi gün büyük mağazada Massie’nin yakın arkadaşı, Lulu, tezgahın köşesinden aniden çıktı..
·         Kibar arkadaşınla işler yolunda mı?..

Massie, buklelerini düzeltirken, Ah, o mu? dedi..
·         Artık onunla işim yok, bil bakalım benden ne yapmamı istedi Lulu?.
·         Sahneye çıkmanı?...
·         Yok, ucuz bir palavracının teki! Güya onunla evlenip, balayı için Coney Adaları’na seyahata çıkacakmışız!..

Friday, June 21, 2013

Bir insan susarak kendini nasıl ifade edebilir?


Beyaz Mantolu Adam – Oğuz Atay (öykü)

cafrande.org
Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filân hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte, başkaları adına sevap işleyemezdi; ayrıca, ne kırmızı cüppeli bir müneccime benzeyen ihtiyar gibi tekerlekli ve meşin duvarlı ve öğle tatilinde ön duvarı bir kepenk olup sahibini kapatıveren kulübede yaşıyordu, ne de şişman kötürüm gibi nazar boncuklarını ve tespihlerini ve çakmak taşlarını artık satamadığı anda gaz pedalına basıp motosikletli tezgâhıyla oradan hemen uzaklaşabilirdi. Sermayesi ve görünür bir sakatlığı yoktu.
Belki, yoldan geçen birini durdurup, hastaneden yeni çıktığını ve hemşerisi inşaat çavuşuna gidecek parası olmadığını söyleyerek köylü taklidi yapabilirdi; fakat, konuşmadığı için, bu bakımdan da basan kazanması oldukça güçtü. Caminin duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz avucunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen cinsel ve dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran ve ağaç gövdelerine sarılan gazetelerin ve makbuz mukabili iyilik işleriyle uğraşanların yoğunlaştığı sırada, onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir kadın, bu gönülsüz dilencinin avucunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdığı için paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı için avucunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, günün ilk hayırseveri biraz uzaklaştıktan sonra olmuştu. Kadın onun yüzüne bakarken, bilerek ya da bilmeyerek hiç oynatmamıştı gözbebeklerini. Bu yüzden ilk müşterisi onu kör sanmıştı. Avucuna düşen başka bir paranın sesiyle kendine gelir gibi oldu: Kendisi gibi elbisesi yırtık, sakalı uzamış bir adam gördü başını kaldırınca. Sonra, eski bir halıdan yapılmış torbasını sinirli hareketlerle karıştırarak bozuk para çantasını arayan genç kız çıktı karşısına; büyük bir para elini ağırlaştırdı, öteki bütün paraları kapadı.
Kucağındaki kundak çocuğuyla karanlık bir kadın çömeldi yanına. Bir süre, iki leke gibi, duvara dayalı durdular. Sonra, açık leke avlunun ortasına doğru yürüdü. Kırmızı cüppeli ihtiyarın kulübesinden bir baston uzandı bacaklarına; neredeyse düşecekti. “Beni gölgeye götür delikanlı,” diye söylendi ihtiyar, aksi bir sesle. Kulübesi, tekerleklerin doğrultusunda itilince, “Oraya değil,” diye tepindi kırmızılı müneccim ve dışarı çıktı; istediği yöne çevirdiler tekerlekleri.
İhtiyar, kulübesinin açık yanını hırsla örttü; başka bir duvarından küçük bir pencere açtı. Oradan öfkeyle baktı avluya.
Gölgede bıraktı ihtiyarı; gitti duvara yaslandı ve paralarını seyretti.
“Sağlam adamsın; utanmıyor musun dilenmeye?” Şişman bir adam duruyordu yanı başında: “Bir iş verilse çalışmazsın.” Şişmanın yerde duran bavuluna baktı, iki eliyle tutup kaldırmaya çalıştı yükü; başaramadı. Sonra bir hamal gördü uzakta, becerikli. Onun gibi yaptı: Çömelerek sırtını bavula dayadı, sapı kavradı; olmadı. Şişman adamın da yardımıyla yüklendi sonunda.
Yolda, “iki buçuk liradan fazla vermem,” dedi ince sesiyle şişman. Yan yana yürüdüler. Rıhtıma yaklaşınca sırtındaki yükle birlikte yere çöktü. Bavul sahibi durdu ve bir süre kararsız kaldı; sonra uzattı parayı. Galiba ona biraz acımıştı. Vapura da girebilirdi ayrı bir ücretle; fakat, hamallar örgütünün duvarını yaramadı. Sonra, vapur iskelesinin duvarında dilendi biraz. Yeniden yük taşıma ihtimali belirince caddeye doğru itildi. Biraz hırpalanmıştı, hafifçe sallanıyordu olduğu yerde. Onu, günün bu saatinde sarhoş olmakla suçlayanlar çıktı; gene de oldukça iyi iş yaptı. Sonra gene bavul, sandık filân (rıhtıma kadar). Onu sağlam sananlarla sakat sananlar arasında gitti geldi. Belki daha çalışacaktı. Fakat, iyi giyimli bir bay, ona para vermek için tam elini cebine soktuğu sırada, yanlarından geçen bir kadının kucağındaki çocuk bu kılıksız adama, bakarak ağlamaya başlayınca parayı beklemeden yürüdü; hemen karşı kaldırıma geçti.
Cami avlusuna gelince bir kemerin altına girdi, loş ve serin duvarın dibinde parasını saydı; sonra karşı duvardaki simitçiye bütünletti, biraz da bozuk para kaldı. Yürüdü, kalabalık bir sokağa çıktı; insanların arasına karıştı yeniden. Yorgun ve terli iki hamalın ortasında duran oymalı, yaldızlı büyük bir boy aynasında kendini seyretti: Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan gömleğinin parçalarını üst üste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve çorapsız ayaklarına geçirmiş olduğu lastikleri seyredemedi. Yavaş yavaş yürüdü; dar ve kalabalık sokaklardan, dar ve kalabalık sokaklara geçti. Yürüyen insanların gürültüsüne sokak satıcılarının sesleri katıldı. Sonra satıcılar, belirli ve sabit yerler almaya başladılar kaldırımlarda: Önce kısa ayaklı tezgâhlar göründü; tezgâhlar yükseldi, sırıklar ve tentelerle donandı. Güneş ve binaların üst katları kayboldu; sıcak azaldı ve sokakların üzerinde yürüyecek yer kalmadı. Nereye asıldıkları belli olmayan elbiselerin ve kumaşların arasına sıkıştı; durmak zorunda kaldı. Rüzgârın ya da gelip geçenlerin salladığı beyaz bir manto süründü yüzüne. Uzun ve aydınlık bir manto. Kloş etekli, kocaman düğmeli bir hayalet; geniş yakalı, serin.
Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: “Ne o? Satın mı alacaksın?” Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yarı kurnaz, yarı ilgisiz bir ifade vardı. Önce satıcıya, sonra tekrar mantoya baktı, elini cebine soktu. “Dur bakalım, bir giydirelim hele.” Çevresine bakındı satıcı, oyuna katılacak birilerini aradı. Karşı kaldırımdaki küçük meyhaneden bir adam izliyordu onları; dirsekleri tezgâha dayalı, elinde birası, gülmeye hazır bekliyordu. Başka ilgilenen yoktu.
Manto vücuduna yapıştı. Satıcı hızla çevirdi onu; etekler dönerek açıldı. Meyhanedeki adam bu kadarını beklemiyordu; birden gülmek zorunda kaldığı için ağzındaki bütün birayı ileri püskürttü. Satıcı kendine geldi: “Kadın mantosu bu, hemşerim; sana olmaz.” Mantoyu aceleyle çıkarmak istedi müşterinin üstünden. Satıcının elini itti yavaşça; mantonun içinde, telâşla pantolonunun cebini aradı. “Çok pahalı, sen alamazsın,” dedi satıcı son bir çabayla. Yüz elli lira. Kadın mantosu. Deli misin sen?” Satıcıyı dinlemiyordu. Bütün parasını uzattı bir top halinde. Satıcı yığını açtı istemeden; önce içindeki bozuk paraları ayırdı, sonra kâğıt paraları saydı.
“Kırk beş lira,” dedi sevinçle. “Dünyada olmaz. Çıkar mantoyu.” Çıkarmadı.
“Yüz yirmi beş lira maliyeti var,” diye tepindi satıcı. İlgilenmiyordu satıcıyla. Eteklerinin nereye kadar indiğine bakıyordu: Ayak bileklerine geliyordu neredeyse.
“Gülünç olursun,” diye diretti satıcı. “Yüz liraya verdik diyelim. Nerede para?” Meyhanedeki adam kendine gelmişti. Göğsündeki sancı geçmişti. Fakat gülmek de gittikçe zorlaşıyordu. Bununla birlikle, satıcıyı tuttuğunu belirten gözlerle izliyordu olayı. Satıcının neşesi kaçmıştı; sadece, durdurulması güç inadı kalmıştı ortada. “Otuz lira daha ver öyleyse,” dedi. “Başına geleceklere de karışmam.”
Beyaz mantosuyla topuklarının çevresinde döndü; ilk defa gülümsedi çevresine bakarak. Sonra, sanki bir daha hiç gülümsemeyecekmiş gibi mahzunlaştı birden. Meyhanedeki müşteri, olaya sırtını çevirdi. Satıcı yalnız kalmıştı. “Allah belânı versin,” dedi. “Al şu pis bozukluklarını da.” Mantonun cebindeki eli çıkardı dışarı ve madeni paraları bir bir içine koydu. “Şimdi artık inanmazsın ama, bu sabah ihtiyar bir kadın getirmişti; vallahi tam otuz beş lira verdim bu mantoya. Kadın eşyası bu, kolay satılmaz ki.” Sesi öfkeliydi.
Beyaz mantosuyla kalabalığa karıştı. Tentelerin bittiği yerde gökyüzüne baktı. Yerdeki bir su birikintisinden güneşle birlikte yansıdı. Sonra su birikintisi kalabalıklaştı; lekesiz görüntüsünü, irili ufaklı gölgeler çevirdi. Mantosunu seyretmek için eğilince, henüz şaşkınlığı geçmemiş ve onu nasıl karşılamak gerekliğini bilemeyen topluluğu gördü suyun içinde. Mantosunun eteklerini kirletmemek için su birikintisinin çevresinden dolaştı. Onu doğrudan doğruya izlemek isteyenler suyu geçmeye çalışırken ıslanarak yarı yolda kaldılar.
Arkasına bakmıyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Konuşulmuyordu; fakat ne de olsa topluluğa katılanlar gittikçe arttığı için hafif bir uğultu geliyordu peşinden. Yüksek duvarlarla çevrili küçük bir cami avlusunu geçtiler. Meydandaki kahvenin gölgesinde serinlemek için kalanlar olduysa da, çaylarını çoktan bitirerek ne yapacağını bilemeyenler onların yerini aldı. Çok kalabalık sayılmazlardı; gene de, avlunun kemerli kapısını geçerken hafif bir itişme oldu. Sonra, karşılarına çıkan beklenmedik birkaç basamaktan inilirken yaşlıca bir adam, iki çocuğun üstüne düştü. Küçük bir karışıklık çıktı. Bazıları da duvarlardaki, işçi arayan yüzlerce ilana kapıldı bir süre. Kısa bir duraklama dönemi geçirildi. İki duvar arasına sıkışmış basamaklardan kurtularak genişledikleri zaman biraz ferahladılar doğrusu; fakat, mantolu adamı bulamadılar. Gitmişti. Bazı küçük tartışmalar çıktı; iş arayanlara ve henüz, düştüğü basamaktan kalkma fırsatını bulamayan ihtiyara çatıldı. Bir sonuç alınamadığı için kalabalık dağıldı.
Yakıcı bir güneş vardı. Adımlarını yavaşlattığı halde, alnından kayan ter damlaları sakalını ıslatıyordu. Büyük bir köprünün üstünde parmaklıklara yaslanarak bir tarak satıcısının gölgesine sığındı. Mantosuyla, sakalıyla ve gelip geçenlerin üzerinden aşan bakışlarıyla satıcıya yararı dokundu; işsiz güçsüz takımından, onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar, tam orada dinlenmeyi uygun buldular. Birkaç tarak satıldı bu arada. Hareketsiz, ifadesiz, öylece durduğu için önce yanına yaklaşamadılar. En çok konuşulan yabancı dilden bildikleri birkaç kelimeyi onun üstünde deneyenler çıktı. “Bu adam turist değil,” dedi birisi. “Kendini yutturmaya çalışıyor.” Bir başkası da yabancı dilden bir küfürle yokladı onu. Karşılık alınamadı. Cebinden Amerikan sigaraları görünen bir tombalacı, “Yok yahu, bu herif İngiliz,” dedi. O dilden de küfür edildi. Sonra ona dokundular, mantosunun eteklerini çekiştirdiler, canlı olduğu anlaşıldı. Yürüdü, oradan uzaklaştı.
Köprü uzundu; başka satıcıların yanında da dikildi bir süre. Hattâ bir tanesi, filtreli sigaralar satan kasketli bir genç, kendi yerine bıraktı onu, çişe giderken. O kısa süre içinde beş paket sigara, üç kibrit satıldı. Satıcı dönünce de birer filtreli sigara yaktılar kendi tezgâhlarından; parmaklıklara dayanıp, balık tutanları seyrettiler konuşmadan. Mantosunun üst iki düğmesini çözdü, gene de serinleyemedi. Alnına biriken terleri mantosunun geniş yakasıyla sildi. Köprünün ucuna çevirdi gözlerini; karanlık sokaklar vardı orada. Mantosunu ilikledi, eliyle belirsiz bir hareket yaptı satıcıya ve ayrıldı oradan.
Yüksek binaların koruduğu dar bir sokakla bir vitrinin önünde durdu. Kendini seyretti. Kumaşların, elbiselerin ve satıcıların dükkânlardan taştığı bir sokaktaydı. Müşterilerin yolu kesiliyordu. Bir süre sonra, vitrinin gerisinden gözetlendiğini sezdi. Şişman dükkân sahibi, düşünceli küçük gözleriyle onu süzüyordu. Sonra, geniş bir gülümseme kapladı yuvarlak yüzü; gözler kısıldı, kayboldu. “Baksana sen buraya,” diye seslendi, şişman gövdesiyle kapıyı tutarak. “Nereden buldun o mantoyu?” Baktı; karşılık vermedi. Başka birisi yaklaştı o sırada yanma, kolundan tuttu. “Hey mister!” dedi. Anlamadığı dilden bir şeyler anlattı. Olmadı. Sözlerini elleriyle destekledi; ayrıca, kollarıyla da açıklamaya çalıştı ne istediğini. Olmadı. Yerde duran bavulunu açtı, saydam kâğıtlara sarılı gömlekler çıkardı içinden ve mantolu adamın eline tutuşturdu. Parmağını mantonun büyük düğmelerinden birine dayadı, “Sen turist,” dedi. “Sen getirmek gömlek Fransa Almanya. Yok para. Satmak.” Gene de anlaşıldığından kuşkuluydu. Onu vitrinin önünde öylece bıraktı, sokağın köşesine gitti. Şişman adam, dükkânının kapısında sonucu bekliyordu. Biraz sonra kırmızı pantolonlu, göğsünün kılları gömleğinin çiçekleri arasından kara bir çalı gibi fışkıran bir genç durdu önünde; gömleklere baktı: “How much?” dedi. Genç adamın yüzüne bakıldı sadece. Sokağın köşesindeki asıl satıcı hırsla ayağını yere vurdu. “Herif esrarkeş,” diye homurdandı. Kıllı genç müşteriyi kaçırmamak için yanına yaklaşarak, “Sağırdır,” dedi telâşla. “Yüz liraya veriyor.” “Pahalı,” dedi kırmızı pantolonlu genç. Asıl satıcı, mantolu adamın yüzüne öfkeyle baktı; kararsız durdu bir süre, sonra kulağını onun ağzına dayadı. “Seksen liraya indi,” dedi aceleyle. “Ben dilinden anlarım.” Mantolu adam, satıcının aracılığıyla sessiz bir pazarlık yaptı. Altmış liraya satmış oldu gömleği sonunda. Bir saatten az bir süre içinde bitti gömlekler. Mantonun cebine on lira konuldu ve “Goodbye,” denildi, uzatmadığı eli sıkılarak. “Çok şahane!” diye bağırdı şişman dükkâncı. “İçeri gelsene biraz.” Durdu, düşündü: “Öyle ya, anlamaz.” Bavullu satıcının yolunu denedi: “Sen gelmek dükkân burada,” dedi ve daha fazla beklemeden onu kolundan tutup içeri çekti. Tezgâhtarla birlikle bir süre çevresinde dolaşarak ondan ne yapabileceklerini düşündüler. “Herif de manken gibi duruyor ortada. Eline kumaş topunu verip sattıramam ya!” Bir süre daha çevresinde dönüldü. “Manken,” dedi şişman dükkâncı gene, başka söz bulamadığı için. Bir süre de tezgâhtarla birlikte söylendiler “Manken, manken,” diye ve çok sonra akıl ettiler onu manken olarak kullanmayı. Bir süre de “Canlı manken!” diye bağırdılar sevinçle. Sonra onu vitrine doğru ittiler, orada durması için (ona başka türlü söz dinletilemiyordu ki). Tam vitrinin çıkıntısına doğru adımını attıracakları sırada, “Ayakları çok kirli, pantolonu da öyle,” diyerek patronunu uyardı tezgâhtar. Onu durdurdular. Ayakkabılarının üstüne ve pantolonunun alt tarafına biraz beyaz bez sarıldı. Mantonun örtemediği kısımlarıyla müzedeki bir mumyaya benzer gibi oldu. Kollarından tutup vitrine çıkardılar. “Böyle put gibi durmasın,” dedi tezgâhtar. “Güzel bir poz verelim ona.” Gene düşündüler. “Kollarını açalım,” dedi patron. “Vitrini doldursun.” “Yorulur, kollarını oynatıp durur.” Naylon iplerle tavana asmaya karar verdiler sonunda kolları. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi vitrinin üstündeki bir çiviye tut¬turdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları bir rafa yerleştirdiler. Onların çalışmasını seyretmeye başladı birkaç kişi. Sonra, vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. “Cansız bu, kukla,” diyenler çıktı. Tezgâhtar, kapının önünde bağırıyordu: “Canlı manken mağazasına buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün. İşte, büyük fedakârlıklarla Kuzey Kutbu’ndan getirtmiş bulunduğumuz Canlı İsveç Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. İşte, koca manto, onu terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı ve en gerçek reklamı yapmaktadır. Saran Kumaşları yalnız mağazamızda. Mallarımızın ve mankenlerimizin taklitlerinden sakınınız. Israrla arayınız!”
Önce, onu yakından görmek isteyenler içeri girdi. Bir kadın, ağlayan çocuğunu omzuna çıkararak kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Sonra kumaşlara da baktılar. Genç kadınlar onun mantosunu da tuttular, aynı kumaştan olup olmadığını anlamak için. Mantonun etekleri açıldı, pantolonun yırtık dizleri göründü. Tezgâhtar, müşterinin az olduğu bir sırada onun iki bacağına bir kumaş daha sardı. Patron da kloş etekleri açarak ona yardım etti. Eteklerin bu durumu ikisinin de hoşuna gitti ve yelpaze gibi açılmış uçları iğneyle oraya buraya tutturdular. Mantolu adam bütün vitrini kaplamıştı. Ondan başka hiçbir şey görünmüyordu. Bunun üzerine, omzundan, kollarından biraz kumaş sarkıttılar.
O gün öğle tatiline kadar iyi iş yapıldı. Tezgâhta yemek için oturup sefertaslarını açtıkları zaman, “Ona da bir şeyler vermeli,” dedi patron. “Yığılır kalır sonra.” Vitrine gitti, onu çözdü, serbest bıraktı. Altına bir tabure çektiler tezgâhın önünde. Sefertasının kapağına kuru fasulyeden ve makarnadan biraz koydular; iki küçük parça ekmeği çatal gibi kullanarak yemeğini yedi. Dükkânın arkasındaki lavabodan, musluğa elini uzatarak biraz su içti. Yere oturdu, sırtını tezgaha dayadı; ona bir sigara verdiler. Biraz saygı uyandırmış olmalı ki, patron yaktı sigarasını. Sonra omzuna vurdu ve tezgâhtara döndü, “İşimize yaradı, değil mi?” diyerek güldü. “Yoruldun mu?” dedi tezgâhtar, patrona bakarak. Karşılık vermediği için onunla konuşmak zor oluyordu. Sigarasını bitirdi, bir süre daha oturdu. Sonra yavaşça doğrularak kalktı, kapıya yöneldi. “Nereye gidiyorsun?” diye bağırdı patron. “Fena mı, para kazanıyorsun işte.” Durmadı. Arkasından koştular, cebine biraz para sıkıştırdılar. Patronun, mantonun üstünde unuttuğu iğnelerle ve kollarından sarkan iplerle, beyaz bezler sarılı ayakkabılarını sürükleyerek yürüdü gitti. Omzunda kalan küçük bir kumaş parçası da sokağın köşesini dönerken yere düştü.
Dik bir yokuşun başına gelince durdu. Kaldırımın kenarına oturdu. Elinin tersiyle alnına biriken terleri sildi. Çevresine baktı: İlerde, bir elektrik direğine tutturulmuş otobüs durağı levhasına takıldı gözleri. Ayağa kalktı, bir iki adım attı, gene durdu. Tezgâhtarın ayağına sardığı bezler çözülmeye başlamıştı. Belindeki ipi çıkardı, yere koydu. Kaldırımın kenarında duran bir taşla ipi ortasından ezerek ikiye ayırdı, sargıların üstüne bağladı. Durağa doğru yürürken, mantosunun üstünden pantolonunu çekiştirdi durdu. Bir yoğurtçu geçti yanından; durağın arkasındaki eski bir evin kapısından girerken ona çarptı. Mantolu adam sendeledi, kapıya baktı; karanlık bir avluda kayboldu yoğurtçu. Sonra esmer, kara gözlüklü, dökülmüş siyah saçları yağdan birbirine yapışmış bir baş çıkmaya başladı kaldırımın içinden. Mantolu adam baktı; Birkaç basamakla inilen bir boşluk gördü yerin altında. Gözlüklü kafa büyüdü, yükseldi; bir adam oldu. Kolunda bir sürü kemer taşıyan eskimiş bir adam. Koyu renkli bir kemere uzattı elini mantolu dilenci. Mantosunun düğmelerini çözdü; fakat, kemeri geçirecek bir yer bulamadı pantolonunun belinde. Biraz yukarı çekiştirmek istedi pantolonunu; alt taraftaki sargılar, ipler izin vermedi. Ümitsizlikle kemerciye baktı; sonra da kemere baktılar birlikle. Kemerci, çıktığı deliğe yöneldi, bir süre kayboldu. Kocaman çengelli iğnelerden yapılmış bir zinciri tutarak çıktı ortaya. Pantolonunun beli mantonun iç kısmına bu iğnelerle tutturuldu. “Üstüne takarsın kemeri artık,” dedi gülerek. “Daha fiyakalı olur.” Öyle yaptılar. Mantosunun cebinden çıkardığı kâğıt paralardan birini uzattı. Kemerci paraya baktı, sonra aldı ve yandaki bakkala girdi. Paranın üstü, bir şişe ucuz şarap ve küçük bir kutu domates salçasıyla çıktı dışarı. Paranın üstünü verdi, şarabıyla salçasını deliğinin yanına koydu; birkaç yudum içtikten sonra mantolu adama uzattı şişeyi. Onun almadığını görünce, tekrar yerin altında kayboldu. İçerken insanın ağzını kesmesin diye kenarları düzeltilmiş boş bir konserve kutusuyla döndü. Teneke, şarapla dolduruldu mantolu adam için. Deliğe inen merdivenin duvarına oturdular, ayaklarını aşağı sarkıttılar, birlikte içtiler. Bu arada bir otobüs kaçırıldı; ikinci otobüs gelmeden de şarap bitti. Otobüse birlikte bindiler. Paraları kemerci verdi ve yokuşun üst başında, mantolu adamdan iki durak önce indi.
Arka sahanlıkta yalnız kalınca ileri yürüdü. Şoförün yanına varmak üzereyken bir fren sırasında ön koltuklardan birine oturdu istemeden. Karşı sırada oturan bir adam gülümsüyordu. Önce aldırmadı gülümseyen adama. Fakat gülümseme bitmedi. Telâşlandı, kemerini düzeltti. Gülümseme bir türlü durmuyordu. Yakasına, eteklerine, sargıların üzerindeki iplere baktı; Hayır, çözülmemişti. Uygunsuz bir durumu yoktu kılığının, biraz ferahladı. Gülümseyen adama tatlı gözlerle baktı. Kendisine bakılmadan gülümsendiğini anladı sonunda. Cebindeki küçük bir radyonun ince bir telle sol kulağına taşıdığı ve otobüste kendisinden başka kimsenin bilmediği bir müziğe gülümsüyordu adam.
Geniş bir meydanda otobüsten indi. Küçük bir boyacı, sandığını koydu yanına. “Tozunu alalım mı abi?” dedi. Ayağını özenle koydu sandığın üstüne; sargıların arasında¬ki kirler, beyaz bir fırçayla özenilerek temizlendi. Sonra, güvercinler için mısır aldı; kollarını iki yana açarak serpti kuşlara. Parkın girişindeki duvarın üstünde oturan kasketli bir genç, yanındakine, “Put gibi olmuş, şuna bak,” dedi. “Çarmıh,” diye düzeltti öteki. Güldüler.
Parkın kapısında ‘Otuz iki dişe, keman çaldıran’ bir şişe gazoz içti. Gölgedeki banklardan birine oturdu. Bir ihtiyarın, dişleri olmadığı için, pek anlaşılmayan dertlerini dinledi. Derli toplu insanlar, dinlenmek için başka yerlere gittiklerinden kimseye garip görünmedi kılığı, kimsenin gözüne çarpmadı. Sonunda, ihtiyarın isteği üzerine, onu durağa götürdü koluna girerek. Parktan çıkarken gene peşine takıldılar. Önce çocuklar. Durağa oldukça kalabalık geldiler. “Allah belasını versin bu pis yabancıların,” dedi birisi; gömleğini pantolonunun üstüne çıkarmış, bütün yüzü bıyık içinde kara bir adam. “Bedava yaşıyorlar bu ülkede.” Arabasının kapısına dayanmış, müşteri beklerken, yağlı, kıymalı bir şeyler yiyen şoför de bu düşünceye hak verdi; “Paramızın değeri de bu yüzden düşüyor abi.” İhtiyar, mantolu adamın kolunu çekti, “Beni karşıya geçirin,” dedi. Bir taksi geçerken onlara hafifçe dokundu, durdukları halde. Dönüp baktılar. “Ne bakıyorsun?” dedi, pencereden uzanan kafa. Geri çekildiler, onları izleyen kalabalığa çarptılar. İhtiyar, mantoyu çekiştirip duruyordu. Hızla geçen arabalar yüzünden bir türlü ulaşamadılar karşıya. Bir iki atılıştan sonra kaldırımın kenarına sığındılar. “Hepsi de esrarkeş bunların. Ezersin başına belâ.” Şoförle bıyıklı birer sigara yaktılar. “Adama bak,” dedi bir kadın kocasına. Baktılar. “Çocuklar kâğıttan kuyruk takmışlar arkasına.” Güldüler. Çocuklarla arabaların arasına sıkışıp kalmıştı; ihtiyar adamı bulamadı. Kalabalık arttı. “Ayakları sargı içinde.” “Cüzzamlı olmasın.” İtişerek çekildiler. Hiçbir şeyden korkmayan çocuklar, yani çocukların hepsi, eleklerini tutarak çevirdiler onu. “Karnına çengelli iğneler takmış.” “Kollarına ipler bağlı.” “Sakın tımarhaneden kaçmış olmasın.” “Deli bu, mantonun üstüne taktığı kemere bakın.” “Manto mu?” “Kadın mı?” “Ne kadını? Kafadan manyak.” “Polis çağırın ” Gözlerden kurtulmak için başını kaldırdı. İlerde, köprünün üstünde bir adam onun filmini çekiyordu. “Abi bunlar filim çeviriyorlar.” Bütün gözler köprüye çevrildi. Bu kısa süreden yararlandı, sırtını köprüye döndü, adımlarını hızlandırdı. Sonra koşmaya başladı. Uzaktan hızla geçen bir trene doğru koştu; bir duvardan atlarken düştü, bir tel örgü elini kanattı. Demiryoluna ulaştı sonunda. Hat boyunca ilerledi. İstasyona vardığı zaman soluk soluğa ve ter içinde yığıldı yere. Kalkarken etekleri dolaştı ayağına, düştü. Sonra, geri geri giderek uzaklaştı istasyondan. Kadınlar helasının duvarına dayandı. Bir iki tren geçti, istasyon tenhalaştı. O zaman gişeye yürüdü. Gişedeki memur onun suratına baktı ve bu konuşmayan adama ikinci mevki bir bilet verdi. Trende, sarı tahtaların üstünde, kendisi gibi kirli, kendisi gibi yorgun, kendisi gibi çevreye ilgisiz insanlarla birlikte yolculuk etti. Yasak levhasına rağmen onlarla birlikte, onların ikram ettiği sigarayı içti. Pencereden denizin göründüğü bir istasyonda da trenden indi. Üzerinde ‘Halk Plajı’ yazılı bir kapıdan girdi. Kumların üstünde bir süre dolaştıktan sonra, yün ören ihtiyar bir kadının boş bıraktığı sandalyeye oturdu. Önce, kumda top oynayan gençlerin ilgisini çekti. Birbirlerini iterek onu işaret ettiler. Kafasına bir iki top attılar. Bir toptan kaçmak isterken sandalyesiyle birlikte yere yıkıldı. Çevresine toplandılar. Çıplak bacakların duvarından ürktü, gözlerini kapadı. “Sarası var,” dedi öndeki gençlerden biri. “Ayakları da sargılı. Kötü bir hastalığı olmalı,” diyerek geri çekildi yassı burunlu bir genç kız. Kalabalık büyüdü, arka sıralara düşenler onu görmek için iliştiler; çevresindeki çember daraldı. Ayağa kalkmadı artık. Üçüncü sırada duran uzun bıyıklı bir genç, kalabalığı yardı. “Ne bunaltıyorsunuz hasta ada¬mı,” diyerek ön sıradakileri itti. Onların yerini hemen başkaları aldı. Kalabalık, bir bütün olarak, yere çakılmış gibi hiç kımıldamadı. Konuşmadılar da. Sadece seyrettiler onu. “Bacaklarını havaya kaldırın,” diye bağırdı arkadan biri. “Suları aksın.” Bu sözleri duyan bir görevli, duruma el koymanın zamanı geldiğini düşünerek, boğulmakla olan adama gerekli müdahaleyi yapmak üzere ön safa geçti. Kızgın kumlar ve manto ve kemer ve sargılar yerdeki adamı yakı¬yordu; kalabalık da hava almasını engelliyordu; artık, yüzünden akan terleri silmiyordu. Onun uygunsuz durumunu tespit eden görevli, mantolu adamı uyardı: “Bu kılıkla bulunamazsın burada.” “Mantosunu çıkarsın!” diye bağırdı ön sıradan biri, vücudu kumlarla sıvanmış gibi kıllı bir karaltı. “Belki de içinde bir şey yoktur,” dedi mahzun görünüşlü bir genç, yanındakine. “Ben buna benzer bir şey okumuştum bir yerde.” “Burayı hemen terk edin,” diye diretti görevli. “Halkın huzurunu ihlâl etmeye hakkınız yok.” Uzun bıyıklı genç onu savundu: “Elbiseyle oturabilir. Buna bir engel yok.” “Kadın mantosu!” “Sapık herif” diye bağıranlar oldu. “Dışarı!” diyerek kolundan tutup yerdeki adamı kaldırmaya çalıştı görevli. “Kendi gider,” dedi bıyıklı genç. “Bırak adamın kolunu.” Beyaz mantolu adam doğruldu, kalabalığın üstüne yürüdü; hemen açıldılar, geçebileceği kadar bir boşluk bıraktılar halkada. Gözleri yanıyordu terden; yüzü kıpkırmızı olmuştu. Yürürken sargılar çözülüyordu bacaklarından. “Denize değil!” diye bağırarak peşinden koştu görevli; bıyıklı genç tarafından yolu kesildi. Arkalarından koşan kalabalığın içinde kayboldular.
Su, bileklerini geçince mantosunun eteklerini topladı. Kalabalıktan kurtulmuş olan görevli, elbisesiyle daha ileri gidemedi. Mantonun etekleri önce suyun üstünde açıldı sonra ağırlaşıp battı. “Dur!” diye bağırdı uzun bıyıklı genç. “Boşver abi,” dediler. “Fazla ileri gitmez.” Deniz sığdı; bütün manto suyun içinde kaybolduğu zaman kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Fazla ileri gitmişti. Yanılmışlardı.
Bıyıklı genç de çok geç kalmıştı. Beyaz mantolu adamın, boyunu geçen yere kadar yürüyeceğini aklına getirmemişti. Yerinden fırladı birden; fakat yetişemedi. Böyle bir olayla daha önce hiç karşılaşmamıştı. Sonra başka gönüllüler de çıktı. Aramalar bir sonuç vermedi. Uzun bıyıklı genç kıyıya çıkınca soluk soluğa kumlara oturdu, elini ağzına siper ederek yere tükürdü, “Amma da hikâye,” dedi.

Oğuz ATAY

Korkuyu Beklerken Oğuz Atay’ın hikâyelerini yayınladığı eseridir. Kitaba adını veren “Korkuyu Beklerken” ve “Beyaz Mantolu Adam” adlı hikâyeleri bu derlemede önemli yer tutar. İlk baskısı Sinan Yayınları tarafından 1973′te, son baskısı da İletişim Yayınlarının Oğuz Atay Bütün Eserleri Dizisi kapsamında yapılmıştır.