Monday, August 5, 2013

Bilge Karasu – Acı Kök Yağmuru Tadında


ACI KÖK YAĞMURU TADINDA
Bilge Karasu’nun 1952 ile 1957 yılları arasında yazdığı öykülerin yer aldığı Troya’da Ölüm Vardı, 1963 yılında yayımlanır. Kitapta on üç öykü vardır. Bu öykülerin dokuz tanesi konu bakımından birbirlerine bağlıdır. Diğer dört öykü ise farklı kişileri ya da olayları anlatmakla beraber benzer temaların ele alınması bakımından diğer öykülerle benzerlik gösterir.
“Doğum” adlı öyküyle başlayan kitap, “Sarıkum’a Giriş” ile devam eder. “Sarıkum’a Giriş”te, hem öykülerin geçeceği mekânı hem de öykü kişilerini az da olsa tanımaya başlarız. “Şarkısız Gecelerin İlki”, “Beşinci Gün”, “Odalardan Biri”, “Kavruk”, “Çatal”, “Nereden de Andım Şimdi”, “Anahtar”, “Acı Kök Yağmuru Tadında” adlı öykülerde Sarıkum ve buranın sakinleri anlatılır.
Bizim bu yazıda ele alacağımız “Acı Kök Yağmuru Tadında”nın baş kişisi de Sarıkum’un sakinlerinden Müşfik’tir. Öyküde Müşfik’in yanı sıra annesi Dilâver Hanım, Sadun – Râna ile Talha – Lerzan çifti ve Talha ile Lerzan’ın çocukları Gülay da yer alır. Bu öykü kişileri başlarından geçenleri ya da düşündüklerini kendi ağızlarından aktarırlar.
Daha önce de söylediğimiz gibi “Acı Kök Yağmuru Tadında”nın ana kişisi Müşfik’tir. Öykü, Müşfik’in etrafındaki insanlarla olan ilişkilerine göre şekillenir. Öyküde bu ilişkilerin evrelerinin yanı sıra ilişkinin taraflarının ilişki üzerine düşüncelerine de yer verilir. Bu öyküde öncelikle Müşfik ve annesi Dilâver Hanım arasındaki ilişki üzerinde durmak gerekir. Müşfik’in annesi ile olan ilişkisi, onun diğer kişilerle olan ilişkilerini de etkilemesi bakımından önemlidir. Anne – oğlun “Kavruk”, “Çatal”, “Nereden de Andım Şimdi” ve “Anahtar” öykülerinde dile getirilen ilişkileri “Acı Kök Yağmuru Tadında” ile daha ayrıntılı bir şekilde gözler önüne serilir. Bu ilişkide ilk göze çarpan unsurun annenin oğluna olan düşkünlüğü ve onu mutlu etme isteği olduğunu görürüz. Anne, oğluna sitem etmekle beraber onu el üstünde tutmaktadır. Oğluna “senin için katlanıyorum bütün bunlara” diyen anne bu sözleriyle oğlunu kendine karşı borçlu hissettirmek ister.
Anne – oğul arasındaki en büyük sorunun kıskançlık olduğunu söyleyebiliriz. Annenin, oğluna olan kıskançlığı ilk olarak “Nereden de Andım Şimdi” adlı öyküde karşımıza çıkar. Dilâver Hanım’ın “sevdiği insanları artık gelip bana anlatmıyor, artık kıskanmadığımı sanıyor da onun için olacak, yaptıklarını teker teker kafama vurmuyor artık, bir zamanlar öyle yapardı ya, artık kıskanmaktan vazgeçtiğimi sanıyor, oysa ben ben ben hâlâ kıskanıyorum onu, dostlarından, sevdiklerinden benim sevgimi paylaşanlardan nasıl kıskanmam onu, ama kıskandığımı ona ne zaman belli ettim ki” sözlerini göz önünde bulundurursak Müşfik’in annesini kıskançlıkla suçlamasının nedenlerini daha iyi anlayabiliriz. Annenin bu kıskançlığının temelinde oğlunun onunla bir şeyler paylaşmamaya özen göstermesi olduğu söylenebilir. Anne, bütün hayatını oğluna adadığını söylemekte ve şimdi de aynısını oğlundan beklemektedir. Oğlu gelmeden yemek yemeyen, sürekli onun yolunu gözleyen, onunla bir şeyler paylaşan herkesi kıskanan anne, oğlunun kalbindeki en özel yere sahip olmak ister.
Öykünün öne çıkan ilişkilerinden biri de Müşfik ve Sadun arasındaki ilişkidir. Bu ilişkiye Sadun’un karısı Rânâ da dâhil olur. Hatta bu ilişkinin Müşfik ve Rânâ odaklı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zira Sadun, bu ilişkide son derece pasif bir konumdadır. Sadun, bu ilişkideki yerini “susan karımla alay eden arkadaşımın arasında benim yerim her zamanki gibi belirsiz bir yerdi, bir boşluktu” sözleriyle dile getirir. Kocası ile Müşfik’in arasındaki ilişkiyi kabullenemeyen Rânâ; “kandırıcı rahatlığımıza inanmanın rahatlığı içinde kaygısızdık sözleriyle nitelendirdiği evliliği için Müşfik’i bir tehdit unsuru olarak görür. Rânâ’nın Müşfik’i evliliğinden uzak tutmak istemesinin bir diğer nedeni de kendisinin de Müşfik’e karşı bir şeyler hissediyor olmasıdır. Rânâ, bu hislerini; “Müşfik’i sevdiğimi anladım, onu istediğimi duydum. Bana yüz vermiyordu. Yok, yüz vermek adî bir lakırdı, yüz vermek değil, beni sayıyordu, onun için bir ablaydım, bir ne bileyim bir insan herhangi bir insandım, bana hiçbir başka türlü duygu beslemedi, belki de besleyemeyeceğindendi ama olsun” sözleri ile dile getirir.
Daha önce de söylediğimiz gibi Müşfik’i mutlu evliliği için bir tehdit olarak gören Rânâ, ondan kurtulmanın yollarını arar. Rânâ’nın bu yolda bulduğu ilk çözüm, Müşfik’in bazı açıklarını yakalamak olur. Öncelikle Müşfik’in bir aileyi yıktığından bahseden Rânâ, Müşfik’i aile yıkmaktan çekinmeyecek biri olmakla suçlar. Daha sonra da Müşfik’i doğurganlığıyla alt etmeye çalışır. Sadun, Rânâ’nın bu planını “yangın söndü artık, karnı kımıltıda, ikiliği büyüyor, bundan böyle herkes görebilecek. İstediği oldu. Yeryüzünden silinmeyecek (o büyük tutkusu doyuruldu artık bu dünyada iz bırakacak kadının yüceliğine erdi artık) ona saygı gösterecek herkes (kısır dediklerini duymayacak yüzlerine baktıkça, kısır diyerek kendisini çiğnemek isteyen dünyaya karşı duracak alnı açık) hem de benden olacak bu çocuk, bağlayacak beni, yanından ayırmayacak. Hoş çocukların bile bir adamı karısının yanında tutmağa yetmeyebileceğini gördü. Gördü de döndü dolaştı Müşfik’i oradan vurmaya kalktı” sözleriyle anlatır. Rânâ’nın özellikle erkek çocuk istemesi de onun üstünlük kurma arzusuyla açıklanabilir. Rânâ, böylece kendi sağlayamadığı üstünlüğü oğlu üzerinden sağlamak ister. Rânâ’nın bir çocuk istemesini de kişinin “kendi yarattığının kendi malı olabileceği” düşüncesi ile açıklayabiliriz. Bu açıdan Rânâ ile Dilâver Hanım arasında bir benzerlik kurmak da mümkündür. Müşfik ise Rânâ’nın bu davranışlarını “tekelci, kıskanç bir sevgi” olarak nitelendirir. Müşfik’in “böylesine kıskançlık seni hiçbir sonuca götürmez Rânâ, bundan vazgeçmelisin. Bir erkeğin hayatındaki tek insan olmayı isteyebilirsin ama başaramazsın bunu…”, “bir kadınsın ama bir erkeğin bir kadından başkasına da ihtiyacı var” sözleri de bu açıdan son derece dikkat çekicidir. Müşfik, Rânâ’ya söylediği bu sözlerle hem Rânâ’yı hem Dilâver Hanım’ı, hem de toplumdaki kadın – erkek ve anne – oğul ilişkilerini eleştirir.
Öykünün en dikkat çekici ilişkisi ise Müşfik ve Talha arasındaki ilişkidir. Dilâver Hanım’ın “sevdiği demenin hiçliğini, güçsüzlüğünü ben de biliyorum ben de biliyorum belki arkadaşı desem dostu desem onun dediği gibi dost desem dost sözünün içine onun sığdırdıklarından çok onun düşündüklerinden az şeyler sığıştırmadan dost demeliyim, yıllar boyunca onların yüzü değişti ama Müşfik’in onlar da aradığı onlarda bulduğu değişmedi galiba, bir de benim böyle şeylere ne akıl ne gönül erdirebildiğimi söyler, dostu geldi demeliyim” sözleri de Müşfik ve Talha arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından son derece önemlidir. Dilâver Hanım’ın Müşfik’in çok arkadaşını gördüğünü fakat hiçbirinin Talha gibi olmadığını söylemesi de bu ilişkinin diğerlerinden çok daha ayrı olduğunu gösterir. Dilâver Hanım bile açıkça söylememekle beraber bu ilişkiyi onaylar gibi bir tavır takınmıştır. Fakat yine de Talha’yı kıskanmaktan kendini alamaz. Müşfik uyurken odasına giren Dilâver Hanım’ın “girip üstünü örtmek istedim kedi koltuğunun altına çöreklenmişti onu kaldırdım ama üstünü kendi örtmüştü bana hiç pay bırakmamıştı, kapısını örttüm, neden sonra Talha geldi”, “örtünün kayan bir köşesini düzeltti, ben düzeltememiştim” sözleri onun kıskançlığını açığa çıkarması bakımından önemlidir. Dilâver Hanım, her ne kadar oğlunun hayatına dâhil olmak isterse de oğlunun ördüğü duvarları geçemez. Fakat bu duvarların başkası tarafından özellikle de Talha tarafından geçilmesi onu kıskançlığa sürükler.
Lerzan’ın, kocası ile Müşfik arasındaki ilişkiye bakışı ise diğer kadın karakterlerin bakışından ayrılır. Lerzan, Talha’yı kıskandığını itiraf etmekle beraber, Müşfik’in herhangi bir tehlike unsuru taşımadığını hatta bir güvenlik görevi gördüğünü söyler. Lerzan’ın “Talha’yı güneş gibi severim, toprak gibi, ağaç, su gibi. Onu kıskanmağa hakkım yok, birbirimize bağlıyız çünkü. Her şeyimiz birbirine bağlı. Ben onsuz o bensiz edemeyiz. Alınyazımız kenetlenmiş. Neden, bilmiyorum, yahut da öylesine biliyorum ki unuttum artık. Suladığım çiçek gibi. Korkmak boş. Bir gece Müşfik’in tehlike değil güvenlik olduğunu duydum” sözleri de onun sevgi anlayışının diğer kadın karakterlerden farklı olduğunu gösterir. Lerzan, ilişkiyi bir üstünlük veya hâkimiyet kurma çabası olarak görmez. Lerzan’ın ilişki kavramının daha doğal ve sevgiye bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Lerzan’ın, “kadın ne denli genç olsa, ana olduktan sonra bir sürü şeyleri anlıyor. Ama Müşfik’in dediği gibi, bir yerde anlayışsız, kıskanç, dar kafalı olacağımdan korkuyorum, oğlum daha büyüdüğü, on yedi yaşını açtığı zaman…”sözleri de onun diğer kadınlardan ne kadar farklı olduğunu gösterir.
İnsanlar arasındaki sevgi ilişkilerinin ele alındığı bu öyküde, özellikle de Müşfik’in bu ilişkilerle ilgili düşünceleri dikkat çeker. Müşfik’in “Rânâ’nın kocası kimseyi sevemez miydi ömrü boyunca? Birinin varlığından hoşlanamaz mıydı? Her anı karısının mı olmalıydı (zaten öyleydi ama Rânâ daha fazlasını istiyordu besbelli), karısınınkinden başka bir hayat karıştırmamalı mıydı hayatına” demesi, Talha’nın Müşfik’le ilişkilerini anlatırken “sevdiğim insan bir şeyi ister yahut severse o şeyi ben de ister ve ben de severim demiştim de hemen atılmış öyle olmamalı” dediğini hatırlaması, onun daha özgür bir ilişki anlayışına sahip olduğunu gösterir. Müşfik, belli kalıplara bağlı kalınarak yaşanan, bir tarafın diğer tarafı sahiplenmeye ya da kendine muhtaç etmeye çalıştığı ilişkilere karşı çıkar. Müşfik’in bu ilişkilerde karşı çıktığı şeylerin ise hep kadınlar tarafından gerçekleştirildiğini görürüz. Yazarın “Oda Oda Dünya”da “erkek dünyasının katı yalnızlığı”18ndan bahsetmesi ya da “Dönenen Bir”de “yalnızlık vardı erkeklerin içinde. Dumanın ardından. Kadınlar yalnız değil. Kadınlar yalnız olmaz” demesi de bu bakımdan anlam kazanır.
Troya’da Ölüm Vardı’da yer alan öykülerde erkeklerin daha pasif ve yalnız oldukları kadınlarınsa daha baskın, sahiplenici ve hükmedici oldukları görülür. Troya’da sevgilerin hep yarım kaldığını söyleyen Füsun Akatlı da Troya’da ölümün belki de bu yüzden olduğunu ve bu kitapta sevginin bir yük değil bir yüküm olduğu, olması gerektiğinin anlatıldığını söyler.1
1. Füsun Akatlı, “Bilge Karasu”, Bir Pencereden, Adam Yayınları, İstanbul, 1983, s. 262.