Saturday, August 17, 2013

İlk Aşk – Cesare Pavese



“O gün biz de anlayacağız hem yaşam olduğunu senin, hem hiçbir şey”
Nino ile tanışmadan önce, sokakta oynadığım ve barıştığım çocukların ne kadar pis olduklarını, üstlerinin başlarının ne kadar sefil olduğunu hiç fark etmemiştim. Üstelik yalınayak gezdikleri ve içlerinden bazıları canlarını acıtmadan topuklarıyla anızları bile ezebildiği için onları kıskanıyordum. Benim kentli ve solgun ayaklarım çakılların üzerine bastığım zaman bile büzüşüp sızlıyordu.
Nino, onlardan öğrendiğim pek çok şey arasında, küfürlerle ilgileniyordu. Nino köyün çıkışındaki bir villada oturuyordu ve beni korkutan pek çok ablası vardı. Ben alçak duvarın altında durur, parmaklıklar arasından bakarak Nino’nun bahçe merdiveninden inmeye başladığını umardım; geç kalırsa bir yılan taklidi yaparak ıslık çalar ve köpek havlayana dek adım adım içeriye süzülürdüm. Nino koşarak yanıma gelirdi, çünkü köpekten o da korkardı.

“Babam da eve ancak akşam olunca geliyordu”

Nino’ya ayakkabılarını çıkartmasını ya da başkalarıyla oynamasını söylemek olanaksızdı. Bu konudan hiç söz etmemiş bile olsak birkaç buluşmadan sonra onunla birlikteyken öteki arkadaşlarımdan utandığımı fark ettim, işin güzeli, sözlerinden çıkarttığım kadarıyla sanki onların hepsini tanır, oyunlarını bilir, konuşmalarını anlar gibiydi: Benimkilerden bile daha temiz bir gömlek ve pantolon giymesi dışında, bizlerden biri gibiydi; ellerini cebine sokup sapa sokaklarda ıslık çalarak dolaşıyor, gelip geçenin arkasından bakıyor, bazen de yüzünü buruşturuyordu.
On üç belki de on dört yaşındaydık, ve gerçekten de o yaz birdenbire o hırpani tiplerin bana keyif vermediğini hissettim: Eğer bizim yaşımızdaysalar aptal ve sersem tiplerdi, eğer bizler gibi zayıf ve neşeli görünmelerine karşın on sekiz yaşındaysalar da artık onlarla anlaşamıyorduk.
İlk günlerde Nino ile nelerden söz ettiğimizi anımsamıyordum. Bir kez kaç ablası olduğunu sordum. Hiç yok, diye yanıtladı beni. Nasıl, bütün o kızlar senin ablan değil mi? Hepsi annem gibi, dedi bana her zaman yaptığı gibi yüzünü bir yana eğerek. Gerçek ablam sayılacak biri yok içlerinde.
Ona bir kez izne gelmiş bir askerle çıktığım avdan söz ediyordum; bunu evire çevire birkaç kez anlattıktan sonra günün birinde Nino bana şöyle dedi: Bum.

Ne var, diye sordum. Ben de ava çıkıyorum, çıkamaz mıyım?

Onu da bazı arkadaşlarımın sabahları suya ve çamura bata çıka sepetlerle balık tuttukları yere götürmeyi denedim. Nino aramıza karışmıyor, sudan onun gözlerini ve onayını yakalamaya çalıştığımda aramızda değilmişçesine gülümseyerek duruyordu; bir kez demircinin oğlu, sular süzülen sepeti tutmasını söyleyerek ona doğru fırlattığında bile kenara çekildi ve sepeti almadı. Bunun üzerine ona ‘ayaklı ölü’adını taktılar, ben de giysisi yeni olduğu için böyle bir ad taktıkları gerekçesini uydurmaya yeltendim. Ama Nino onlara hiddetlenmişti bir kez ve bizlere çamur atmaya başladıklarında onlara kimin haddini bildireceğini iyi bildiğini haykırdı öfkeyle.
Nino sabahlarını evinde, odadan odaya dolaşarak geçiriyordu; onu aramak için ilk kez gittiğimde boynumu onun penceresine doğru uzattım. Bahçeye doğru bakan uzun boylu, güzel bir kadın bana yaklaşmamı işaret etti. Ben görmemiş gibi yaparak oradan sıvıştım. Nino sonradan bana bu konuyu açar diye korktuysam da, hiçbir şey olmadı.
O günden sonra zamanımı ikiye böldüm. Neredeyse her sabah eski çocuklarla gizlice keçi otlağına gidiyordum ve onları kente ait öykülerimle şaşırtıyorum. Kent denen yer, bir süre sonra tramvaylarında ve asansörlerinde tuhaf olaylar olan bana ait bir çiftlik olarak anlaşılmaya başlandı. Arada sırada sözüme ara verip ben de keçi kovalıyor, bir dal soyuyor ya da çekirge avlıyordum. Öğleden sonra, bir zamanlar samanlıkta ya da ahırda geçirdiğim o sıcak saatlerde Nino’yu almaya gidiyordum; sanki zaman yitiriyormuşum, sıkılıyormuşum gibi geliyordu, ama gene de her gün soluğu onda alıyordum. Kiliseye doğru tırmanmak, tarlalar boyunca yürümek gibi yorucu bir gezintiden sonra geriye döndüğümüz zaman, onunla içeriye girebilmek, hasır koltuklara oturmak, ablalar tarafından sorgulanmak için can atıyordum. Ama Nino beni içeriye davet ettiği ilk gün cesaret edemedim.
Deniz kenarındaki serüvenden dönüşte, ailesini bizim işlerimize karıştırmamasını öğütledim. Nino dişlerinin arasından sırıttı ve evdeki kadınların benim o hırpanileri öğrenmesinde hiçbir sakınca olmadığını söyledi. Onun asıl arkadaşı bambaşka biriydi.
Bir gün öğleden sonra gübreci dükkanının arkasından geçerken Nino’nun gülüşü çalındı kulağıma. Daracık yolda daha önceden de görmüş olduğum alçak bir otomobil park etmişti. Deponun kapısı aralıktı ve içeride pek çok kişinin alçak sesle konuşulduğu işitiliyordu; derken güçlü bir kahkaha tüm sesleri bastırdı, arkasından başka boğuk kahkahalar duyuldu. Ağır kükürt ve gübre arasında Nino ortaya çıktı ve şöyle dedi: “Şimdi çıkıyor.” Kapıdan çıkan yaşlı bir işçi bize göz kırptı; sonra kapıyı arkasına kadar açtı ve seslendi: “At!..”
Havada uçan büyük bir çuvalı kapan yaşlı adam bunu arabaya koydu. Sonra havada ikinci ve üçüncü çuval uçtu. Nino eşiği atladı ve içeride yok oldu. Ben, içeride kımıldayan gölgelerin kimlere ait olduğunu kestirmeye çalışarak otomobilin yanında kaldım.
Otomobil neredeyse dolmuştu ve ben çuvalları yerleştirmekte yaşlı adama yardım ediyordum ki, eşikte Nino ile birlikte kıvırcık saçlı, boynuna mendil bağlamış, kırmızı bir kemer takmış ve çizmeler giymiş bir adam belirdi. Gömleğinin kollarını kıvırmıştı ve bedeni tüm kapıyı kaplıyordu. Nino’nun boyu onun dirseğine geliyordu.
Neşeli bir sesle Nino ve benimle konuşmaya başladı: Arkadaş oldunuz ha? Bana göz kırpıp bir elimi tuttu; bense ondan kurtulmaya çalışıyordum. Kolumu güçlü bir şekilde bir-iki kere kıvırıp büktükten sonra şöyle dedi: Nino, kendini bu çocuğa dövdürme sakın, senden daha güçlü. Sonra yeniden ayağa kalktı, tüm çevreyi gözden geçirdi ve “Bitti mi?” diye sordu.
Bir sigara çıkarıp yaktı. Otomobile bindi, bize hoşça kalın, dedi ve yola koyuldu.
O akşam Nino benimle konuşurken pek coştu: Tünediğimiz duvarın üstünde yerinde duramıyordu ve o her zamanki kaygılı bakışları yok olmuştu. Sorularım karşında heyecanlanıyordu. Şoför olan Bruno, Nino için gerçek bir dost idi. Geldikleri gün onları istasyondan karşılamıştı ve tepeyi tırmanarak villaya çıkarken hep onunla konuşmuştu; bir şeyler sorduklarında annesine ve ablasına da kısa yanıtlar vermişti, ama her şeyi Nino’ya açıklamıştı. Şimdi hala konuşurlarken ona ablası olacak danaların nasıl olduklarını sorardı ve böyle diyerek kızların danalar kadar aptal olduklarını ima ederdi. Bruno, ablaları bir tek nedenden seviyordu: Nino becerebildikçe ablalardan kutusuyla sigara getiriyordu ona, kutuları sigaraların en gösterişli kısmıydı.
Nino o akşam her şeyden söz etti; evin, kırlardan daha güzel kokan banyosundan, aslında temiz ama marifetli adam kokusunu üzerinden atması için Bruna’yu o banyoya sokmak istemesinden dem vurdu; en büyük hayali Bruno’nun onunla beni arabayla tepelerde ve çevre köylerde gezdirmesiydi,biz de böylelikle hem eğlenir hem de araba kullanmayı öğrenebilirdik.
Aslında Bruno ona bu konuda söz vermişti, ama bir türlü fırsat bulamıyordu. Bruno herkese eziyet ederdi ve gene de herkesin kendinden güçlü olduğunu söylemekten hoşlanırdı. Bir keresinde bana neredeyse derimi yırtacak bir cimdik atıp geriye kaçtı. Bakalım sen benden daha güçlü müsün, diye bağırdı heyecanla ve yerden bir taş kaptı.
Ayrılmadan önce villanının demir kapısı önünde suskun suskun durduğumuz akşamlardan biri olsaydı Nino’ya, “Bunu neden yapıyorsun?” diye sorardım. Ama eğer o anlardan bana kötücül bir söz söylemek için neden konuşmanın keyfini kaçırdığını bir türlü anlayamıyordum. Ben onun gibi güzel bir küvette yıkanmıyordum, ama daha güçlü olmak da beni üzüyordu.
Nino elindeki taşı yere atar ve kötücül gözlerle bana yaklaşarak: Herkese onların daha güçlü olduklarını söylüyor, dedi.
Ona aynı sırıtmayla yanıt vermeye cesaret edemedim. “Sen de Bruno’dan hoşlanıyorsun, değil mi,” diye sürdürdü konuşmayı Nino. “Dikkat et, o sadece danalardan hoşlanır. Kız kardeşlerimden.”
·         Hepsinden mi, diye bağırdım.
·         Hepsinden, dedi Nino.
·         iyi ama erkekler sadece birini seçerler, dedim.
·         Ne kadar aptalsın, dedi Nino. Hepsiyle evlenemez ya.
·         İyi ama sadece seninle konuştuğunu sen söylemiştin.
·         Kızlar ona yanıt vermiyorlar da ondan. Onlar aptaldırlar.

Eve döndüğümde keyfim kaçmıştı, babamın bıyıklarından ve akşam yemeğini üzerinde yediğimiz şarap lekesi dolu muşamba örtüden utanıyordum. Kız kardeşim avaz avaz ağlıyordu. Hiç otomobile binmemişti, Nino ve Bruno ile bir otomobile binsek ne hoş olurdu diye düşünüyordum; ama Nino’nun kız kardeşlerinin aptallığı ve oğlanın fesatlığı da beni üzüyordu. Neyse ki bir gece o kızları rüyamda gördüğümü ona anlatmamıştım.
Ertesi sabah her zamanki çocuklarla otlağa çıkmaya niyetlenmeme karşın, evde kalıp zamanımı Nino gibi değerlendirmeye karar verdim: Kahvaltı ettim, yıkandım, evin içinde dolaştım; öğlene dek onun gibi oyalanma hevesindeydim. Ne var ki saat on olduğunda çoktan bahçeye çıkmıştım ve ne yapacağımı bilemiyordum.
Aşağıda köyün girişinde bodur elma ağaçlarını ezbere tanıyordum. Geçen seneden kalma odun yığınlarının durduğu sundurmanın altında gezinirken, elinde bir kovayla çiftliğin ortağının karısı geçti. Kır saçlarını sarı bir eşarpla örtmüş, giysinin kollarını sıvamıştı. O anda Nino’nun bütün sabah oynamadan zamanını nasıl geçirdiğini anlayıverdim: Bahçesinde ablaları dolaşıyordu, sürücünün bile hoşuna gidiyorsa, onlarla birlikte yaşamak çok güzel olmalıydı. Benim annem ve çiftçiler gibi didindiğini hizmetçisinden başka kimsem yoktu ve babam da eve ancak akşam olunca geliyordu.
Ortağın karısı ahıra koştu, ineğin ağlarmışçasına, öfkeyle bağırdığını işittim. Kapıya yanaştım. Kadın beni fark edince telaşlandı. “Git git,” dedi ve bir şeyleri görmeyeyim diye önüme dikildi. “Senin bakmaman gerekir. Şimdi git ve Pietro’yu çağır; zamanın geldiğini söyle ona. Anladın mı?” Pietro evin arkasındaki tarlanın alt köşesini çapalıyordu. Onun peşine takıldım, adam önce eve uğrayıp şişeden bir yudum içti; sonra ahıra koştuk. İhtiyar kadın beni yine iteledi. Pietro arkasını döndü ve homurdandı: “Git, annene dananın doğmakta olduğunu böyle,” dedi. Serin havada yankılanan hayvan böğürtüleri ile irkilsem de oralarda dolanmayı sürdürdüm; zavallı inek can çekişircesine inliyordu. Sonra içeriden rahatlama sesleri geldi; çiftçinin karısı bağırıp duruyordu ve sonunda su sesleri ile bir zincir şakırtısı duydum. Ben ineğin önceki günlerde gördüğüm o biçimsiz karnını düşünüyordum.
Birdenbire aklıma Nino geldi ve zamanında yetişebilmek için deli gibi koşmaya başladım. Tam villanın önüne geldiğimde ablaların biri dışarıya çıkmak üzereydi; sarışın ve beyaz tenli olup bisikletle gezerken seyretmekten pek hoşlandığım bir kızdı bu. Bir elini başıma koydu ve gülerek neyim olduğunu sordu. Nino’yu arıyordum. “Neden?” diye ısrar etti. “Bir dana doğdu,” diye kekeledim kızararak. Genç kız bana bakıyordu ve elini başımdan çekerek kahkahalarla gülmeye başladı.
·         Sevimli mi, diye sordu. Ben ne diyeceğimi bilemedim. O gene güldü ve geriye dönüp seslendi: Nino! Birileri yanıt verdi. Bunun üzerine eliyle beni çağırdı, şöyle bir baktı, sonra güneşe karşı şemsiyesini açarak yürüdü gitti.

Nino geldiğinde köpek havlıyor ve zincirini zorlayarak ileriye atılıyordu onu ahıra götürme hevesim geçmişti. Evin önündeki avlunun pisliğini anımsayıp utanmıştım yeniden. Sadece şöyle dedim: Gelmek ister misin?
O sabah kıyıya gittik, çamaşır yıkayan kadınlar gelmişti. Her ikimiz de susuyorduk.
·         Sen daha önce bir dananın doğumunu gördün mü, deyiverdim ansızın. Ben bu sabah bir doğum seyrettim. Korku vericiydi.

Nino, bağırıyor muydu, diye sordu.
·         Hayır, annesi bağırıyordu, dedim. inek yani.
·         Neden çağırmadın beni?

Bir önceki günkü gibi, alıngan bir yüz ifadesi takındım.
·         Aptal, dedi. Nino, müthiş heyecanla. Bebeklerin de nasıl doğmuş olduklarını öğrenirdik. Gerçekten nasıl olduğunu gördün mü?
·         Sen hiç bebek doğumu görmedin mi, dedim ciddi bir pozla.

Nino sustu ve yere baktı. Çamaşır yıkayan kadınlar, çamaşırları taşlara vuruyorlardı. Hele aralarında şişman bir tanesi vardı ki, kollarını omzuna dek sıvamıştı ve koltuk altlarını göstere göstere hem bir arkadaşıyla gülüşüyor hem de çamaşırları müthiş güçlü darbelerle dövüyordu. iç eteklerini altına toplayıp çömelmişti ve vurdukça, bütün bedeni sarsılıyordu.
·         Bir atın kaka yapmasını görmek gibi bir şey, dedim güvensiz bir sesle. Sadece bu daha büyük bir şey.
·         Sahiden gördün mü?
·         Elbette, diye yanıtladım onu.
·         Sen de öyle doğdun, dedi Nino öfkeyle.
·         Tabii, ben de öyle doğdum, dedim sakin sakin.

Bunun üzerine Nino, kendi yüzüne bir yumruk attı ve yere yuvarlandı. Yanında ayakta dikiliyor, utançla onu bakıyordum. Gerçeği itiraf etmek için yanına oturdum, ama o anda gülmeye başladı.
Ne var ki öfkeyle gülüyordu. Eğer otomobille bizle gelmek istiyorsan, bana nasıl olduğunu anlat.
Dikkatle Nino’ya baktım, gözleri ve dudakları kıpkırmızıydı. Alçak bir sesle kekeledi: “Kendi anneni gördün mü?”
Şaşkınlıkla baktım ona ve şöyle dedim: “Amma aptalsın.”
·         Peki, kimi gördüğünü söyle.
·         Danayı gördüm.
·         Kadınları görmedin yani?
·         Hayır ve gözlerimi yere diktim.

Nino’nun sesi kulağımın dibinde patladı: “O halde nasıl yaptıklarını bilmiyorsan demek ki.”
Ona dananın doğumunu bile görmediğimi itiraf ettim.
Bunun üzerine Nino, otlarda yuvarlandı ve ayağa fırladı. “Ben nasıl yaptıklarını biliyorum, dedi. Kan çıkıyor ve birisi bebeği çekip alıyor.”
·         Her zaman kan çıkmaz, dedim, dinle ve ona henüz bir yavru doğurmuş olan ineği gördüğümü anlattım; ortalıkta hiç kan yoktu, sadece dana biraz nemliydi.
·         Kadınlarınki kanlı olur, diye ayak diredi Nino. Senin bir şey bildiğin yok. Kısık bir sesle bana kadınların nasıl doğum yaptıklarını anlattı. Onun sözünü kesmedim, ama gözlerimi de yerdeki otlardan ayıramıyordum.
·         Senin kız kardeşlerin de mi, dedim sonunda.
·         Onlar da.

O gün öğleden sonra, Bruno beklenmedik bir biçimde köye gelip bizi otomobile bindirdi; istasyona bir damacana götürecekti ve arabada bize de yer vardı. Bizi damacanayı tutmamız için arka koltuğa oturttu, hareket ettik. Bütün yol boyunca yüreğim ağzımdaydı; sanki, hem biz,hem de yol kenarındaki sınır taşlar, ağaçları ve insanlar uçuyor gibiydi. Güneşten gözlerimi kısıyor, Bruno’nun kırmızı mendil bağladığı kımıltısız ensesini ve direksiyona dayadığı kolunun devinimlerini seyrediyordum. Durursak, damacananın düşeceğinden korkuyordum.
Oysa her şey yolunda gitti ve yere basınca sersemleyip yere düşen ben oldum. Bruno seslenerek, damacanayı depoya taşıdı; sonra bizi istasyonun lokantasına götürdü. Serin ve gölgelik bahçede çekinerek oturdum, herkesin yüzüne bakıp Bruno ile gülüşen Nino’ya öykünerek, başımı kaldırıp onu seyrettim.
Bruno içecek bir şeyler ısmarladı. Nino da bol buzlu bir meyve suyu istedi.
Ağzımızı henüz ıslatmıştık ki, Nino, yutkundu ve sinsi bir edayla şöyle dedi: “Berto, Bruno’ya bebeğin doğumunu seyrettiğini anlatsana.”
Bruno bana tek gözüyle ters ters baktı. Dudaklarını büzerek, bardağını masaya bıraktı.
·         Şendin ya, diye atıldım vahşice.

Bruno, terini sildi. Nino’ya döndü: “Ona önce erkek olmayı öğrenmesini söyle. Sizin yaşınızda buna gereksinmeniz var. Gerisini kadınlar düşünsün.”
·         Bir dana doğdu, dedi Nino.
·         İki de eşek doğdu, diye onun sözünü kesti Bruno. Konuşacak başka sözünüz yok mu sizin?

Bir kez tahta kuruladı tenini. Canı sıkılmış gibiydi, biz de gözlerimizi masaya dikmiş susuyorduk. Nino, başını eğmiş, buzunu emiyordu.
·         Nino, Clara sana sigara verdi mi?

Clara sarışın ablaydı. “Onları sakladı,” dedi Nino.
Bruno kayıtsız bir sesle, “Yarın Robiniler’e gelmek ister misiniz?” diye sorarak sigarasını sarmaya koyuldu. “Öğlene döneriz. Sen de gelir misin Berto?”
Nino, “Bana bir sigara versene,” dedi.
Bruno’nun sigara saran kocaman elini seyrettim, bir sigara da ben istemeye cesaret edemedim. “Nino, yarın gidiyor musun?” dedim onun yerine. Nino Bruno’ya kaçamak bir bakış fırlattıktan sonra, alçak sesle, duvarda oturacak mıyız, diye sordu. Bruno, evet diyerek ona bir sigara uzattı. Nino’nun bu solgun yüzüne bir anlam veremiyordum. Bruno ile karşılıklı bir sigara yaktığını ve ellerinin titrediğini gördüm.
·         Şarap iç, dedi Bruno. Buzlu meyva suyu hastalar içindir. Nino’nun kırmızı şaraptan tiksindiğini biliyordum, ama gene de bir bardak alışını ve dudaklarına götürüşünü seyrettim. Bütün bardağı bir kerede içti.
·         Neşelen, dedi Bruno. Kışın kente gidince içeçek iyi şarap bulamayacaksınız. Kentte sıska sıska büyüyeceksiniz. Berto, senin sevgilin var mı?

Utana sıkıla, “Zamanım yok ki; kışın okula gidiyoruz,” dedim.
·         Neden, yazın var mı sanki?
·         Benim hayır…

Bruno açık açık gülmeye başladı. Aferin, siz kışın Nino ile görüşüyor musunuz? Bu yıl da görüşüceğiz, dedi Nino ansızın.
·         Dikkatli ol, nino eskrim dersi alıyor, seni şişlemesin, dedi Bruno göz kırparak.

Nino konuşmuyordu. Bir bardak daha şarap içti, beni de yarım kulak dinliyordu. Gözleriyle Bruno’nun neredeyse kare biçimindeki bileğine takılı olan deri bileziği izliyordu, Birdenbire bunun ne işe yaradığını sordu.
·         Kendini beğenmişlerin yüzünü dağıtmaya, diye açıkladı Bruno. Şöyle elinin tersiyle yandan bir yumruk atarsın, hem parmakların acımaz, hem de bu boks eldiveni etkisi yapar. Bir gece Spigno’da otomobilimin yanından biri geçti istasyonda park etmiştim ve arabamın içine tükürdü. Tükürdü ve geri çekildi. Bir tükürüğü asla hoş görmemek gerekir, çünkü tüküren kişi korkuyor demektir. Üzerine uçtuğum gibi yüzünü paraladım, işte böyle. Anladınız mı neye yarıyor?

Nino, sigaradan sonra öksürdü, ama gözlerini Bruno’nun övünç dolu yüzünden ayıramıyordu. Kilisenin arkasında sigara içtiğimiz başka seferlerde olduğu gibi, sigaraya iyi dayanıyordu. Bu kez, şarap onu etkilemiş olmalıydı. Belki de Bruno ile iş çevirdiği için kafası karışmıştı. Bruno, onun ablalarını neden adlarıyla anıyordu?
·         Annen ve ablanlar söz ettikleri o Acqui gezisini yaptıkları zaman, sana kızgın bir köpeği ağzına bu deriyi sokarak durdurduğun alanı gösteririm. Bakın, köpeğin diş izlerini görüyor musunuz?
·         Ben Acqui’ye sizinle gelmeyeceğim, dedi Nino.

Bruno gülmeye başladı. “Berto, sen bardağındakini bitir. O zaman yarın görüşürüz.”
Robini’ye gittik ve hızla aştığımız tüm yol boyunca, Bruno, her dönemeçten sonra bana bakarak ıslık çalıyordu. Nino, birisinden dayak yemiş gibi çenesini göğsüne yapıştırmış. Bruno’nun yanında oturuyordu. Sadece bir iki kez gözlerini tepelere, gökyüzüne çevirdi; sanki uyuyakalmıştı da arada bir uyanır gibiydi.
·         Tarlalar kurudu bu yıl, dedim babama özgü o duruma boyun eğmiş ses tonumla.

Bruno bana kulak asmadı, bunun yerine mimozaların arasına tırmanan yan yola saptı. Beş dakikalık yol boyunca dalların yaprakları yüzümüzü yaladıktan sonra, tepede şimdi kurumuş olan bir nehrin üzerine yapılmış olan minik bir köprünün yanı başında durduk. Bruno arabadan atladı ve bize şöyle dedi: “Biraz bekleyin. Arabaya göz kulak olun.” Motoru kapattı ve anahtarı aldı. “Sakın kurcalamayın, nasıl olsa çalıştıramazsınız. Haydi neşelen, Nino.” ikimize de birer sigara verdi ve bunları yaktı. “Eğer yoldan tırmanan olursa, kim olursa olsun, korna çalın. Anladınız mı? Eğer her şey yolunda giderse, Nino, sonra senin de biraz kullanmana izin veririm. Sana da Berto; kim geçerse geçsin, dikkatli olun, tamam mı.” Sonra yamaca giden yola girdi ve mimozaların arasında gözden yitti.
Güneş alabildiğine ısıtmaya başlamıştı, biz mimozaların gölgesinde oturmuş, dik yokuşa tepeden bakan yolu gözlüyorduk. Anayoldan buraya sapan kimsenin bizim gözümüzden kaçmasına olanak yoktu. Hiç bu kadar tepeye tırmanmamıştım.
Elbette Nino daha önce buraya çıkmıştı. Direksiyona oturmuş, çevresine bakmadan sigarasını tüttürüyordu ve göstergenin işaretleriyle bile ilgilenmiyordu. Bir erkek gibi, kesik kesik, ama hiç bakmadan sigarasını içiyordu.
·         Bruno çok oyalanır mı, diye sordum.

Nino beni yanıtlamadı. Arabadan indim ve çevresinde bir tur attım; farlara ve tozlu tekerleklere baktım. Duvardan aşağı eğilip kuru nehir yatağına baktım; burası, sadece sonbahar yağmurlarında suyla dolup, köpürüyordu herhalde. Toprağın hemen yüzeyinde düğümlü kökler görünüyordu, oraya inmeye heves ediyor, ama yılanlardan korkuyordum. Sigaramın izmaritini attım, sonra da tüküre tüküre söndürmeye uğraştım. Nino, yerinden kımıldamıyordu bile.
·         Bırak biraz da ben oturayım, dedim ona dönüp.

Nino, kısık ve düşmanlık dolu gözlerle baktı bana.
·         Onun nereye gittiğini biliyor musun, dedi.

Bilmiyorum dercesine silktim omuzlarımı. O anda, pek de uzakta olmayan bir köpek, havlamaya başladı.
·         işte, dedi Nino, şimdi kadın da geldi. Bruno, Martino’nun karısı ya da kızıyla buluşmaya gidiyor; onlar onu bekliyorlar, köpeği bağlıyorlar, sonra da birlikte yatağa giriyorlar.
·         Böyle güpegündüz mü, dedim.

Bu kez Nino, omuz silkti. “Yatağa yatıveriyorlar,” diye sürdürdü konuşmayı. “Böylece işi çabucak bitiriyorlar. Ama bazen bir saat kalır, dedi ve güldü, elbette, kimseler gelmezse.”
·         Peki ya Martino nerede?
·         Martino, istasyona gitti. Dün duydum.
·         Ya geliverirse?
·         Gelirse, korna çalmak için biz buradayız ya.

Söylediklerine aklım yatmamıştı. “Bunu sana Bruno mu söyledi?”

Nino bana ters ters baktı ve sigarasını fırlattı.
·         Hayır, sana inanmıyorum, dedim yeniden. “Bu iş çok uzun zaman gerekir. Bruno’nun başka işleri vardır. Hem sonra otomobil kullanacak.”
·         Eee, ne olmuş?
·         Çok yorgun olurdu, dedim duraksayarak.
·         Bruno güçlüdür, dedi Nino öfkeyle. Ama göreceksin.
·         Neyi?
·         Göreceksin.

Güneş altında parlayan yol bomboştu ve sıcaktan, gözlerimin önündeki yapraklar titreşiyordu. Ya da hızlı hızlı atan kalbimdi ve köyüm, evim, bu düşüncelerle, bu yalnızlıkta öylesine uzak görünüyorlardı ki bana. Bir de Nino şu düşmanca tavrı takınmasaydı. Şu anda villada olan ve bizim ne yaptığımız hakkında hiçbir düşüncesi olmayan Clara geldi aklıma. O da bir kadındı. Yüreğim sıkışarak, otomobilin kaportasının üstüne oturdum.
·         Sana inanmıyorum, dedim birdenbire. Martine hep kiliseye gider.
·         Bütün kadınlar kiliseye giderler. Kilisede evlendiklerini bilmiyor musun? Ve birlikte yatağa girmek için kilisede evlenirler, değil mi?
·         Buna inanamıyorum, dedim. Bruno da bizim gibi bir erkek.
·         Ona ne yapacağım biliyor musun?
·         Ne?

Otomobile bindim ve beni gizliden gizliye süzen Nino’nun yanına oturdum. Bir yandan da tek başına ıslık çalıyordu.
·         Şimdi öpüşüyorlardı, dedi kilitli dişlerinin arasından.
·         Nino, deyiverdim. Ya Martino dönerse, ne yapacağız? Bunu evde anlatır…
·         Dönmeyecek ki, dedi Nino. Var mı gelen giden? Arkasını dönüp patikayı, anayolu ve tüm ovayı gözden geçirdi. Kulaklarımızı diktik. Kimseler yoktu.
·         Artık soyunmuşlardır, diye sürdürdü konuşmayı yüzü solgunlaşan Nino.
·         Yok artık… diye kekeledim.
·         O halde, hazır ol bakalım, diye bağırdı Nino ve kornaya bastı.

Önce havlayarak köpekler yanıt verdi. Bir an sonra tüm orman çınlamaya başladı gibi geldi. Nino’nun elini tutmayı denedim, ama kornanın boğazlanmakta olan bir adamı andıran boğuk sesi yankılanmayı sürdürüyordu.
Nino, beni peşinden sürüklemiş ve Bruno hoplaya zıplaya patikanın ucunda göründüğü zaman çoktan ağaç gövdelerinin arkasındaki otların üzerinde çömelmiştik. Bruno elindeki kırmızı kemeri bir çevresine, bir yola baktı. Bir yandan pantolonunu bağlarken bir yandan da çevresine bakınmayı sürdürüyordu ve sonra alçak sesle seslendi: “Nino!” Nino, kolumu sıktı.
Bruno otomobile binmiş ve dudaklarını oynatarak aşağıya doğru uzanan yola bakıyordu. Saçı başı karmakarışıktı ve yüzü de tulumbanın altından çıkmış gibiydi. Sonra otomobilden inip ağaçlara doğru yürüdü. Sırtını bize döndü, bacaklarını açtı ve az sonra işediğini işittim. Nino gülmesini zor bastırdı.
Derken Bruno, bir yandan düğmesini ilikleyerek, bir yandan da havalara bakarak bizden yana geldi. Ansızın eğildi ve dalların ortasına zıpladı. Kaçmaya yeltenen Nino’yu bir bacağından yakalayıp yere devirdi. Ben ayağa fırlamıştım, onları görebiliyordum. Bruno, hiç konuşmadan Nino’nun iki bileğini yumruğunun içine aldı ve onu bir tavşan gibi havaya kaldırdı. Sızlanarak tekmeler savurduğundan oğlanı kendinden uzakta tutuyor ve elinin kenarıyla onu pataklıyordu, her vuruşta kendi de kükremeye benzer sesler çıkartıyor ve sonra dudaklarını kilitliyordu. Bir an, bana baktı ama görmedi; ben de bunun üzerine anayola doğru kaçtım. Bir iki tokat sesi işitmiştim ki, Bruno kolunun altında Nino ile ortalığa çıktı ve oğlanı otomobilin içine fırlattı. Kaba bir sesle bana bağırdı: “Çabuk bin, gidiyoruz.”
Bütün yol boyunca Nino, Bruno’nun yanma büzüşmüş olarak oturdu ve ağzını bile açmadı. Ben sanki ateşim varmışçasına yüzüme çarpan rüzgarın serinliğini hissediyordum. Villanın önüne geldiğimizde Bruno durdu. İnmemi seyrederken, bir açan için gülüyormuş gibi geldi bana. Nino, yüzünü kaldırdı, benim kolumu itti ve kararsızca indi arabadan. Toprağa tükürdü, sonra topallayarak, bahçede gözden kayboldu.
Ertesi gün Nino’yu çağırmaya cesaret edemedim, çünkü demir parmaklığa yaklaştığımda kumral olan iki abladan birinin bacaklarını güneşe uzatmış, ötekinin kitap okuyarak bahçede oturduklarını gördüm.
Akşama doğru ne yapacağımı bilemez bir edayla oralarda dolaşırken, gene Clara bisikletle arkamda bitiverdi ve yere indi.
·         Dün nereye gittiniz, diye sordu.
·         Bruno Nino’ya ne yaptı? Neredeydiniz, diye sürdürdü sormayı.
·         Konuşsana. Zaten biliyordum olanları. Nino bugün yatakta. Ne yaptınız Bruno’ya?
·         Bruno nerede, diye sordum.

Bunun üzerine Clara beni dikkatle süzdü ve bisikletini iterek, parmaklıklı kapıya doğru yürümeye başladı.
·         Bruno’nun nerede olduğundan haberim yok. Ben onu tanımam. Ama siz ona bir şey yapmamışsınız ve Nino bana ne olduğunu söylemiyor. Robini’ye mi gittiniz?
·         Araba devrildi, dedim.
·         Ne yapıyordunuz oralarda?
·         Hiç, otomobil kullanmayı öğreniyorduk.

Bahçenin ortasına kadar gelmiştik. Büyük güneş şemsiyesinin altındaki hasır koltuklar boştu. Çakıl taşları ayaklarımızın altında çıtırdıyordu.
·         Oraya birisini görmeye mi gittiniz?
·         Ah, hayır.

Clara ciddi bir ses tonuyla: “Nino yatıyor. Onu görmek ister misin,” diye sordu.
·         Hayır, yarın onu almak için uğrarım. Şimdi geç oldu, dedim olduğum yerde durarak.

Clara gülümsedi. “Dana nasıl?”

·         Hangi dana?
·         Hani geçen gün doğan. Senin mi o?

Bir baş hareketiyle yanıtladım onu. Clara bisikletini duvara dayadı ve merdivenleri çıktı. Hoşça kal, minik dana, diye bağırdı arkasına dönerek. Oldukça uzun boylu olduğunu ayrımsadım.
Nino, birkaç gün çıkmadı, ben birilerini görürüm umuduyla villanın önünden geçmeyi sürdürdüm. Köyde yapacak hiçbir şey yoktu ağustosun ilk günleriydi elmalar ve ilk erik temmuzda toplanmışlardı ve eylül olmadan üzümler olmazdı. Nino’yu beklerken, ötekilerle arkadaşlık etmezdi, ben de arka sokaklarda dolaşıyordum. Ne var ki yalnız başına olmak birkaç dakika için; hani insanın aklına bir şey gelince, ya da bahçenin parmaklıkları arasından Clara’yı görünce iyiydi de, bütün gün sıkılıyordu.
Anımsıyorum, o öğleden sonraların birinde dehşetli bir fırtına koptu, dolu yağmadıysa da havuz buz gibi soğudu ve ortalık kapkara oldu. Bu durum annemi ve ahırdaki hayvanları çok korkuttuysa da, beni fazla etkilemedi çünkü akşam hava serinledi ve ertesi gün yerler su birikintileri ve kat kat yaprakla doldu. O zaman da Clara’yı ve kardeşlerini düşündüm: Acaba yıldırımlar onları korkutmuş muydu?
Nino, yeniden ortaya çıktığında pek konuşmadı ve bir iki kez duvara otururken, canı yanmasın diye dikkat edince gülmem tuttu. O, bana kaçamak ve kızgın bakışlar fırlatıyordu; birlikte suskun suskun dolaşırken, ilk günlere geri döndük sanıyordum. Bir gün güzel kokan ve beni sersemleten sigaralarla dolu ve üzeri Arapça yazılı bir sigara paketiyle çıkageldi. Bir sabah, kıyıya gittiğimde Nino’nun ürkek adımlarla, ceketini omzuna atmış geldiğini gördüm. Kenardaki sete oturdu ve sigara içmeye koyuldu. Hepimiz hemen çevresini sardık; iki-üç sigara dağıttı ve suya tükürdü. Sonra da gönülsüzce şöyle dedi:
·         Kara Evler’in şoförünü göreniniz var mı?

Nino, Değirmenciler’in, istasyonda hamallık yapan bir kardeşi olan sarışın oğluyla konuştu ve daha önce almasa da Bruno’nun, ağustosta Meryem Ana Yortusu’nda un taşımak için köye geleceğine karar verdi.
Nino, daha sonra son derece sakin bir tavırla şöyle dedi: “Martino, derisini yüzmek için onu arıyor.”
Demircinin oğlu bu sigaraların bal koktuğunu ama sert olduğunu söyledi. Biz dört çocuk eve dönmek için yola koyulduk. (Demircinin uzun, çıplak bileklerine dek uzanan pantolonları vardı ve gömleğinin altından göğsünü kaşıyıp duruyordu.) İki üç gün sonra Nino onlarla arkadaş olmuştu ve gülüşerek, birbirlerini dirsekleyerek konuşup duruyorlardı.

Günün birinde Nino bana şöyle dedi: O gün, Bruno sana hiçbir şey yapmadı mı?

·         Kornayı kim çaldı ki, dedim.

Nino o günlerde gözlerini benden kaçırır olmuştu bir yandan yürüyerek, bana kaçamak bir bakış fırlattı.
·         Berto, sen çok safsın.

Çoktandır bazı öğleden sonraları ortalıktan yok oluyordu. Başka birileri ile dolaşıyordu; hatta balık tutmaya bile gidiyorlardı ve aldığım haberlere göre, Nino, bir gün, sigaraların yanı sıra, onlara bir kavanoz şeftali kompostosu da götürmüştü. O zaman ona şöyle dedim: “Dikkat et, onlar seni sevmiyorlar ve seninle sadece getirdiklerin için konuşuyorlar.” Ama Nino, bana bunu da bildiğini söyledi.
Meryem Ana Yortusu akşamı şenlik ateşleri yandığında, Nino ortalıkta yoktu; ablaları da tepeleri aydınlatan ateşlere bakmak için bahçeye bile çıkmadılar. Bu bayramı ilk kez yalnız başıma ve tedirgin geçiriyordum. Ertesi gün, oğlanların birinden öğrendiğime göre, Nino, ötekilerle birlikte şenlik ateşi yakmak için Değirmenler Alanı’na çıkmış ve beklenmedik bir anda, demircinin oğlunu bir vuruşta ateşe itmişti. Ne var ki sonra eve kaçmıştı ve o çocuk da şimdi öldürmek için Nino’yu arıyordu.
Bu kez Nino bana bahçıvanla haber gönderdi ve Bruno’ya gidip onu çağırmam için bana yalvardı. Kara Evler uzaktı; gene de oraya gittim ve garaja Bruno’nun villadan çağrıldığı mesajını bıraktım. Tam villanın bahçesine giriyordum ki, sırtıma taş ve toprak yağmaya başladı: demircinin oğlu ve arkadaşları parmaklığa yapışmışlar, Nino’nun çıkmasını bekliyorlardı.
Birkaç saat sonra Bruno, telaş içinde geldi; boynuna bağladığı mendili ve çizmelerinden acele ettiği anlaşılıyordu. Öteki çocuklar kaçar umuduyla onu parmaklıkların orada durdurduk. Bruno bu çağrının Acqui’ye yapılacak o gezi için olduğunu sanmıştı ve bu nedenle Nino’ya bir tokat patlattı. Oğlan biraz kızgın, biraz soğuk gene ona yanaştı ve barışmak isteyip istemediğini sordu. Bruno yumuşamamıştı ve bahçenin dibine doğru bakıyordu. Sonra bir kahkaha patlattı ve “Tamam ne istiyorsun, söyle,” dedi.
O anda Nino, sırtına bir toprak topağı yedi ve kenara sıçradı. Bruno’nun yumruğunu sıktı ve ona: “Şu serserileri dövsene,” dedi. Bruno onların kim olduğunu ve ne istediklerini öğrenince şöyle bir dönüp arkasına baktı ve bize yüksek sesle şöyle dedi: “Siz kadınlardan da betersiniz, sizler de şu aşağıdakiler de üzülmesinler, herkese yetecek kadar gücüm var.” O anda Clara piyasaya çıkıverdi, ikisi birbirini tanıdı ve Acqui gezisinden söz etmeye başladılar. Nino, bir şey göstermek için beni çiçek tarhının oraya çağırdı, ben bahçeye girince parmaklıklara dayanmış, Bruno’yu dinleyen Clara’ya bakmak için başımı çevirdim.
Az sonra koca bir taş Bruno’nun yüzünde patladı ve Clara bir çığlık attı; biz de onların yanına koştuk: Bruno biri demircinin oğlu olmak üzere çeteden iki çocuğu tekmelemeye başlamıştı bile. Ben parmaklıkların dibinde Clara’nın yanı başında yumruklarımı sıkmış, sarsıla sarsıla titriyordum; bu tipler daha fazlasını da istiyorlarsa, ben hazırdım.
Bruno gülerek döndü ve Clara’ya yanaşarak, Nino’ya bir şamar daha arttı. Hepimiz çok heyecanlıydık.
Bu yaşananlardan sonra ağustosun güzel günlerinin tadını çıkarttık. Nino, gezintilerden dönüşte beni sık sık bahçeye çağırıyordu Köpek villanın arkasında bağlı oluyordu. Bir kez büyük şemsiyenin altında oturup ekmek ve marmelat yiyerek ikindi kahvaltısı yaptık; Nino koltuğa uzanmış durumda, bana kentte de hep marmelat yediğini anlattı ve bu kış onunla eskrim dersine gitmemi sağlayacağını, bunun ne güzel bir şey olduğunu göreceğimi söyledi. Bir sonraki yıl gene temmuzda deniz kenarına gideceğini, ben de onunla gidersem, birlikte tekneyle açılabileceğimizi anlattı. Bana tek kürekle yönetilen ince kayıklardan söz etti, ama bunlara binmek için önce yüzme öğrenmem gerektiğini de ekledi.
·         Senin ablaların evlenmiyorlar mı, diye sordum.
·         Biri evli, dedi, o burada değil. Geçen yıl Clara da evlenecekti ama kavga ettiler.
·         Ya annen?

Annesi, benim abla sandığım esmerlerden biriydi. Buna inanmak istemiyordum.
·         Bizim evde kadından başka bir şey yok, diyordu Nino. Hiç olmazsa Clara gitseydi.

Nino ile böyle birlikte olmak hoştu. Artık bana kötü sözler söylemiyordu. Bruno ile yakındaki köye bir otomobil gezisi daha yapıldı, ama bu kez kavga çıkmadı. Clara bizim aracılığımızla ona sigara gönderdi, adam da bunları gülerek cebe indirdi.
Sadece demircinin oğlu bizi kaygılandırıyordu: Saçları hala yanıktı ve uzaktan bize ağzını buruştura buruştura, öfkeyle bakıyordu.
Ne var ki bir kez kilisenin önündeki alanda gezinirken, sinsice karşımızda beliriverdi. Nino’dan bir sigara istedi. Nino, omuzlarını silkti. Bunun üzerine şöyle dedi: “Eğer bana bir tane verirsen, sana öyle bir şey söylerim ki, bir paket sigara armağan edersin.”
·         Versene, diye fısıldadım Nino’ya. Böylece barışmış olursunuz.

Ama Nino’nun yanında sigara yoktu, öteki gülüp duruyordu. “Olsun. Benimle Orto’ya gelin, size dünyaya değecek bir şey göstereceğim.”
Nino: “Sen bizi aptal yerine mi koyuyorsun?” dedi.
Bunun üzerine demircinin oğlu, sarı dişlerini Nino’nun kulağına yaklaştırdı ve üfleye üfleye bir şeyler fısıldadı. Nino’nun beti benzi attı, bir adım geriye sıçradı, bana baktı, ona baktı ve kekeleye kekeleye şöyle dedi: Söz mü?
·         Ne var, diye sordum.
·         Gidelim, dedi Nino.

Orto, tepenin eteğinde, villanın arkasına düşen bir çiftliğin adıydı. Villa ile ilk yar arasında büyük bir bağ uzanıyordu; neredeyse dümdüz bir alan olan bağ kamışlar ve ardıçlar çevrelenmişti. Kamışların oraya gittik, iplerin arasından sızıp içeriye atladık. Ben, demircinin oğlunun bize bir tuzak kuruyor olması olasılığına karşın yerden sessizce düğümlü bir dal aldım.
·         Bruno’yu bugün gördün mü? Hem Nino, hem de öteki oğlan anlasın diye ansızın soruvermiştim bu soruyu.

Nino’nun dudakları titriyordu ama beni yanıtlamadı. Kızıl Kulübe’ye doğru yürüyorlardı, burası bağ sırasının altında, terk edilmiş bir barakaydı ve ağaçlarla kaplanmıştı. Geçen yıl, buranın bir kale olduğunu düşünerek askercilik oynardım.
·         Yavaş, diye fısıldadı Nino, yaklaştığımızda. Durun. Sen, Berto, şunu tut. Biraz daha ilerledi ve açık alanda durdu. Tahta kapı kapalıydı. Nino, köşeyi sessizce döndü ve parmaklarının ucunda yükselerek pencereden içeriye baktı. Arkadaşım sessiz sessiz gülüyordu. “Ne var?” “Gel bak.”

Bizler de ilerledik ve pencerenin dibinde basamakta duran ve kırık camdan içeriyi seyrederken Nino’ya yaklaştık. Ben içeriye bir bakış attım, ama gözlerim güneşten kamaştığından hiçbir şey göremedim. Ne var ki gölgede bir şeylerin kımıldadığı belliydi.
Sonra yerde beyaz bir şeklin uzandığını ve boynunda kırmızı mendil bağlı bir erkeğin onun üzerinden kalktığını gördüm. Bu Bruno’ydu. Ve kadın da Clara idi; çıplak karnında altın renginde bir leke göze çarpıyordu. Tozlu pencere sahneyi bir sis gibi örtüyordu.
·         Bembeyaz, diye fısıldadı demircinin oğlu.

Nino, geriye sıçradı. “Gelin,” dedi dişlerinin arasından yavaşça. “Haydi gelin.”
Tırnaklarının sırtımı tırmaladığını hissettim. Demircinin oğlu ona arkadan bir tekme attı. “Gelmezsen, Bruno’yu çağırırım,” dedi Nino öfkeyle. Bunun üzerine oğlan yapıştığı pencereden ayrıldı ve fesat bir bakış ve sırıtışla geriledi. Birbirlerini bir an süzdüler ve sonra Nino onun üzerine atıldı. Oğlan kaçmayı başardı.
Ben de elimdeki dalı sıkı sıkı tutarak umutsuzca koşmaya başladım. Neredeyse sınırdaki kamışların orada, bir bağ kütüğünün dibinde, Nino oğlanı yakaladı ve yere yatırdı. Yerde yuvarlanarak birbirlerini dişliyorlardı. Ben de düğüm olmuş oğlanların üzerine atladım ve o yamalı pantolona, o kirli gömleğe, sarı dişlere yumruklar atmaya başladım. Onu döverken bir yandan da Clara’nın beni böyle görmesini düşünüyordum.
Demircinin oğlu ağlayıp bağırmaya başlayınca, ben ayrıldım ve Nino’yu da çektim. Düşmanımızı o çukurda bırakıp kaçtık.
Sanırım Nino da benimle aynı şeyi düşünüyordu, çünkü ne denli bitkin ve perişan olursak olalım, benden ayrılmak için bir at gibi koşuyordu. Ansızın ben de durup benden uzaklaşmasını bekledim. Böylelikle konuşmak zorunda kalmadık.
Uzaktan villanın köşesini döndüğünü gördüm ve anayola yığılmış olan çakıl yığınının üstünde tek başıma kaldım. Sadece kendi evime yaklaştığımda boynumun kan içinde olduğunu ayrımsadım ama bunun hiç önemi yoktu; avlu kapısından girdim ve kendimi samanların içine attım. Her yanım ağrıyarak kalktığımda ortalık kararmıştı; yanağımda gözyaşı gibi kuruyan kanları elimle kazırken, bütün ablaların Clara gibi olup olmadıklarını düşündüm.
Nino’nun bir kolunun kırıldığını ertesi gün öğrendim ve birlikte olduğumuzu öğrenmiş olduklarından korkarak, villadakilere görünmeye cesaret edemedim.
Uzun geceler boyunca saatlerce gözlerimi yumarak ve yastığımı sıkarak uykusuz kaldım. Gökte aynı parladığı gecelerin birinde korkmasaydım kalkacak, bir iz kalıp kalmadığını anlamak için barakaya gidecektim. Ertesi sabah oraya indim, ama bağda bir çiftçi dolaştığından içeriye girmeye yeltenmedim.
Kendi avlumuzdan ender olarak çıkıyordum, çünkü oğlanların beni taşa tutacaklarından ya da bir tuzak kuracaklarından korkuyordum, ama oğlanlar ağıma gereksinme duyduklarından balık tutmaya giderlerken beni de çağırdılar. Nino’nun tek kolu kırık olduğunda, demircinin oğlu ağzını bile açamadı. Ama Demirciler’in sarışın oğluyla samanlığa gizlenip birtakım konuşmalar yaptığımız bir gün, oğlan bana Nino’nun ablasının sarışın olup olmadığını sordu. Sonradan utandım, ama o anda çenemi tutmayı bilemedim. Ne var ki konuşurken de yüreğim ağzımdaydı ve ansızın umutsuzluğa kapıldım; bu duyguyu çocukken, mutfak iskemlesine çırılçıplak oturup banyo suyumun hazırlanmasını seyrederken de yaşardım. Bunun üzerine sustum, sarışın oğlan da susmuştu.
Sonunda bir sabah söğüdün altına oturmuş bir dalı yontarken bisikletle geçen Bruno beni gördü ve durup yanma çağırdı. Boynuna bu kez kara bir mendil bağlamıştı ve cepli bir gömlek giymişti.
·         Nino ile kavga mı ettin, diye sordu.

Nino, bir önceki gün ona beni bulmasını ve göndermesini söylemişti. Benimle dövüşmüş müydü? Ona anlattığım kutu ağaç masalı tutmamıştı. Yüzündeki tırnak izlerinin bir çocuğa ait olduğu belliydi. Hatta sizi tanımasam bunlar bir kıza ait sanabilirdim, diye bitirdi sözlerini.
İnanmayan gözlerle bakıyordum ona.
Sen de git gör onu: Erkekler arasında asla savaş olmamalıdır. Git, Nino, seni istiyor. Birbirinize bebeklerin nasıl doğduğunu anlatırsınız.
·         İyi ama sen gidip gördün mü onu, diye sordum duraksayarak.
·         Elbette. Biz arkadaşız, değil mi? O, iyi bir çocuktur, iki haftadır bir kolu kırık ve benimle otomobil gezintisi yapmak istiyor.
·         Bruno bir sigara çıkartıp yaktı. Dumanını üfledi ve bisikletini dik duruma getirdi.

Ablaları ne diyor, diye sordum.
·         Ah, onların umuru değil, dedi Bruno, başını çevirerek. “Hele anneleri hepsinden umursamaz. Oğlanla bir tek sarışın abla ilgileniyor.” Bunları söyledikten sonra, ben onun sersemlemiş ama eninde sonunda mutlu bakışlarla izlerken anayolda uzaklaşıp gitti.

İlk Aşk
Cesare Pavese

“Sıkılgan Katillerdir Intihar Edenler” diyen Cesare Pavese, 26 Ağustos 1950 günü küçük bir otelde uyku hapları alarak “Yaşama Uğraşı“na son verdi.