Wednesday, September 30, 2015

Le Guin’den yaşlanma ve güzelliğin gerçekten ne anlama geldiği üzerine – Maria Popova


leguin
Çeviri: Eda Ağca & Serap Güneş
“Kusursuz olmanın pek çok yolu var ve biri bile yoktur ki eziyetle elde edilsin.”
“Bir köpek tamamiyle basit bir ruh dediğiniz şeyden ibarettir,” diyerek gülümsüyor T.S. Eliot “The Ad-dressing of Cats” adlı şiirinde ve belirtiyor: “Kediler daha çok sen ve ben gibidir.” Hakikaten kediler insanlık hali teşrihinde antropomorfiz olma konusunda uzun bir geçmişe sahip ve üstelik köpekler de öyle. Biz kedi ve köpek dostlarımızı mütemadiyen kendimizi daha iyi anlamak için kullandık fakat Kedi ve Köpek hiçbir yerde Le Guin’in 1992 tarihli “Köpekler, Kediler ve Dansçılar: Güzellik Üzerine Düşünceler” makalesindekinden daha dokunaklı bir şekilde ele alınmamıştır. Bu makale her yönüyle muhteşem bir kitap olan ve Le Guin’in bize bir erkek olmak üzerine de en güzel ve çarpıcı görüşlerini sunduğu The Wave in the Mind: Talks and Essays on the Writer, the Reader, and the Imagination adlı kitapta yer almaktadır.
Le Guin gözde evcil hayvanlarımızın arketipik mizaçlarını karşılaştırıyor:
“Köpekler neye benzediklerini bilmezler. Köpekler ne boyutta olduklarını dahi bilmezler. Onları beslemek için acayip hallere ve boyutlara soktuğumuzdan, şüphesiz ki bu bizim suçumuz. Erkek kardeşimin dimdik ayaktayken sekiz parmak boyunda olan sosis köpeği tüm kararlılığıyla bir Danua’ya saldırdığında onu parçalayabilir. Küçük bir köpek, büyük bir köpeğin ayak bileklerine saldırdığında büyük köpek genellikle orada durup, afallayarak bakar – “Onu yemeli miyim? O beni yiyecek mi? Ben ondan büyüğüm, yoksa değil miyim?” Fakat sonra, Danua gelecek, kucağınıza oturmaya ve bir Peke-a-poo etkisi altında sizi dümdüz ezmeye çalışacaktır.”
Öte yandan kediler ise tamamiyle farklı bir öz-farkındalık alanına sahip:
“Kediler kesinlikle nerede başlayıp bittiklerini bilirler. Onlar kapıdan yavaşça çıkarken, siz onlara kapıyı açmak için bekliyorsunuzdur, kuyruklarını bir ya da iki parmak kapının iç tarafında bırakıp dururlar ve bunu bilirler. Kapıyı açık tutmaya devam etmek zorunda olduğunuzu bilirler. Bu yüzden kuyrukları oradadır. Bu da bir kedinin, bir ilişkiyi sürdürme yöntemidir.
Ev kedileri küçük olduklarını ve bunun önem arz ettiğini bilirler. Bir kedi, tehditkâr bir köpekle karşılaştığında yatay ya da dikey bir kaçış yapamaz. Birden kendini bir çeşit tuhaf kürklü balon balığı gibi şişirerek kendi boyutunun üç katına çıkaracaktır ve bu işe yarayabilir çünkü köpeğin kafası yine karışır – “Onun bir kedi olduğunu düşünmüştüm. Ben kedilerden büyük değil miyim? Beni yiyecek mi?”
Dahası, Le Guin’in belirttiği üzere kediler görünürde estetikçi, kendini beğenmiş ve manipülatiftir. Kedi fotolarının doruğa çıktığı yirmi yıl sonrasında tamamen yeni anlam katmanları kazanan bir pasajda, şöyle yazar:
“Kediler görünüm duygusuna sahiptir. Bir ayağı diğer kulağının arkasında saçma bir pozisyonda oturup kendini temizlerken bile kıs kıs neye güldüğünüzü bilirler. Onlar sadece önemsememeyi seçerler. Bir keresinde bir çift İran kedisiyle karşılaşmıştım: Siyah olanı her zaman kanepedeki beyaz mindere yaslanırdı, beyaz olanı ise onun hemen yanındaki siyah mindere. Sadece bu da değildi, her ne kadar kediler her zaman bu konuda düşünceli olsalar da, tüylerini en iyi görünecekleri yere bırakmak isterlerdi. Ve en iyi nerede görüneceklerini bilirlerdi. Kedilerinin yastıklarını koyan kadın, onlara Dekorcu Kediler derdi.”
Oyunbaz ile dokunaklıyı birbirine bağlamada usta olan Le Guin insanlık haline geri döner:
“Biz insanların birçoğu köpekler gibiyiz: Ne boyutta olduğumuzu, nasıl şekillendiğimizi, neye benzediğimizi gerçekten bilmiyoruz. Bu bihaberliğimizin en uç örneği uçaklardaki koltukları tasarlayan insanlar olmalı. Diğer uçta ise kendi görünüşünün en kusursuz, en canlı olduğu duygusuna sahip olan dansçılar olabilir. En nihayetinde dansçıların benzediği şey yaptıkları şeydir.”
Le Guin, dansı “zaman-uzayda hareket eden insan bedeni” olarak tanımlayan efsanevi koreograf Merce Cunnigham’ı yankılarcasına, tanıdığı dansçıları ve onların işgal ettikleri uzaya dair illüzyon veya kafa karışıklığından ne denli sıra dışı şekilde uzak olduklarını anlatır. Ayak bileği sıyrılınca “Nerdeyse mükemmel bedenim uf oldu!” diye feryat eden genç bir dansçıyı anlattıktan sonra şöyle yazıyor Le Guin:
“Sevimli bir şekilde komikti fakat açıkça doğruydu da: Bedeni neredeyse kusursuzdu. Neresinin kusursuz olduğunu, neresinin olmadığını biliyor. Elinden geldiğince bedenini mükemmel tutmaya çalışıyor. Çünkü bedeni onun enstrümanı, aracı; geçimini sağladığı ve sanatını icra ettiği şey. O da tam bir çocuğun yaptığı gibi bedenini yaşıyor fakat daha bilerek. Ve bundan memnuniyet duyuyor.”
Dansın sağladığı şey, hepsinden öte, tamı tamına böylesi bir bedensel mutluluk vaat etmektir – mükemmellik değil ama tatmin. Le Guin, dansçıların “diyet ve egzersiz yapan kişilerden daha mutlu olduğunu” iddia ediyor. Bu ikincilerin, onları aynen mükemmeliyetçiliğin sanat ve yazında yaratıcılığı zayıflatması gibi sakatlayan imkânsız ideallerini düşünür Le Guin:
“Mükemmellik yirmisindeki sporcu bir oğlan, on ikisindeki jimnastikçi bir kız gibi “yağsız”, “gergin” ve “sert”tir. Elli yaşındaki bir adamın ya da herhangi yaştaki bir kadının vücudu ne tiptir? “Mükemmel?” Mükemmel olan nedir? Beyaz bir minder üzerinde siyah bir kedi, siyah bir minder üzerinde beyaz bir kedi… Çiçekli bir elbise içinde kumral bir kadın… Kusursuz olmanın pek çok yolu var ve biri bile yoktur ki eziyetle elde edilsin.”
Le Guin parmak uçları üzerinde neşeliden ciddiye doğru zarif ama belli belirsiz bir dönüş yapıyor. Çeşitli kültürlerin imkânsız ve genellikle sancılı insan güzelliği ideallerinden, özellikle “idealleştirilmiş kadın güzelliği”nden bahseder:
“1940’larda lisede olduğum zamanı hatırlıyorum da beyaz kızlar saçlarını kimyasallar ve ısıyla büzüştürüp kıvırcık yapmaya çalışıyordu. Siyahî kızlar saçlarını kimyasallar ve ısıyla maşalayıp düzleştirmeye çalışıyordu. Ev perması henüz keşfedilmemişti ve çocukların birçoğu bu pahalı bakımları karşılayamıyordu. Dolayısıyla üzgünlerdi çünkü kurallara uyamıyorlardı, güzelliğin kurallarına.
Güzelliğin her zaman kuralları vardır. Bu bir oyun. Bu oyundan servet kazanan ama kimi incittiğini umursamayan insanlarca kontrol edildiğini gördüğümden beri güzellik oyununa küsüm. İnsanları kendilerini aç bırakarak, çirkinleştirerek ve zehirleyerek kendilerinden hoşnutsuz hale getirdiğini gördüğümde bu oyundan nefret ettim. Çoğu zaman bu oyunu yeni bir ruj alarak, yeni bir ipek gömlekten memnuniyet duyarak kendi başıma azıcık oynarım.”
Yaşlanma üzerine okuduğum diğer tüm yazarlardan daha incelikli, mizahi ve ağırbaşlı yazan Le Guin, özellikle boğucu olan sonsuz gençlik idealine değinir:
“Oyunun bir kuralı da, çoğu kez ve çoğu yerde, güzel olanın genç olmasıdır. Güzellik fikri daima gençliğe dairdir. Bu kısmen basit gerçekçiliktik. Gençler güzeldir. Pek çoğu. Yaşlandıkça bunu daha net görüyor ve hoşnut oluyorum.
[…]
Yine de benle yaşıt ve daha yaşlı insanlara bakıyorum ve başları ve eklemleri ve benekleri ve çıkıntıları, çok çeşitli ve ilgi çekici olsa da, onlar hakkında ne düşündüğümü etkilemiyor. Bu insanların kimisini çok güzel buluyorum, kimisini ise bulmuyorum. Yaşlı insanlar için güzellik, gençlerde olduğu gibi, hormonlarla gelmiyor. Kemiklerle alakalı. Kişinin kim olduğuyla alakalı. Gitgide daha net şekilde, o mükemmel yüz ve bedenlerden, ne ışıdığı ile alakalı hale geliyor.”
Ancak Le Guin’in dokunaklı bir şekilde gözlemlediği üzere, yaşlanmanın getirdiği dönüşümü bu denli ıstıraplı kılan şey, güzelliğin yitirilmesi değil; her şeyden önce, anlatılması can sıkıcı ölçüde güç bir olgu olan, kimliğin yitirilmesi. Şöyle yazıyor Le Guin:
“Aynaya bakıp artık beli olmayan o kadını gördüğümde, beni en çok neyin endişelendirdiğini biliyorum. Mesele güzelliğimi kaybetmiş olmam değil, zaten hiç öyle pek de güzel olmadım. Mesele o kadının bana benzememesi. Olduğumu düşündüğüm kişi olmaması.
[…]
Köpekler gibiyiz belki de: Nerde başlayıp nerde bittiğimizi bilmiyoruz. Uzayda, evet. Ama zamanda, hayır.
[…]
Bir çocuğun bedeninde yaşamak çok kolay. Yetişkinin bedeninde ise değil. Değişim zorludur. Ve bu öylesine büyük bir değişimdir ki birçok ergenin kim olduğunu bilmemesine şaşmamak gerek. Aynaya bakıyorlar ve “Bu ben miyim? Kimim ben?” diyorlar.

Ve bu, altmış veya yetmişinize geldiğinizde, bir kez daha yaşanıyor.”
Le Guin, akla Rilke’yi getiren bir duyarlılıkla – “Bedenini ruhuna kurban edenlerden değilim,” yazmıştı, Rilke, “çünkü ruhum bu şekilde hizmet edilmekten hoşnut kalmaz.” – bedenin dışında, bedenden öteye entelektüelleşme dürtümüze karşı ikaz eder:
“Kim olduğum kesinlikle nasıl göründüğümün bir parçası ve nasıl göründüğüm de kim olduğumun. Nerde başlayıp nerde bittiğimi, kaç beden olduğumu ve bana neyin yakıştığını bilmek istiyorum… Bu bedenin “içinde” değilim; ben, bu bedenim. Bel ile veya belsiz.
Ancak yine de, bedenimin yaşadığı tüm o dikkate değer, heyecan ve endişe verici, hayal kırıklığı yaratan dönüşümlere rağmen, benimle ilgili değişmeyen, değişmemiş olan bir şey var. Orda nasıl göründüğünden ibaret olmayan biri var ve onu bulmak ve tanımak için, ötesine, içine, derinine bakmam gerekiyor. Yalnızca uzayda değil, zamanda da.
[…]
Bir yanda gençlik ve sağlığın, asla gerçekten değişmeyen ve daima gerçek olan ideal güzelliği var. Bir yanda film yıldızlarının ve reklam modellerinin ideal güzelliği, kuralları zaman içinde ve yerine göre sürekli değişen ve asla tamamen gerçek olmayan güzellik oyunu ideali var. Ve bir de, yalnızca bedende değil, beden ve ruhun karşılaşıp birbirini tanımladığı yerde gerçekleştiği için tanımlaması veya anlaşılması daha zor bir ideal güzellik var.”
Ve yine de, fani tecessümlerimize dayattığımız tüm idealler için, Le Guin en dokunaklı, ama garip bir şekilde en özgürleştirici vurgusunda, güzelliğimizi her yönüyle nihai olarak açığa çıkaranın ölüm olduğunu öne sürer – ölüm, zaman ve uzayın mutlak eşitleyicisi; ölüm, Rebecca Goldstein’ın ifadesiyle şunu görmemizi sağlayan harika bir berraklaştırıcıdır: “İnsanın sevdiği, onun dünyasıdır, tıpkı kendisinin bir dünya olduğunu bildiği gibi.” Bu uzak görüşlü mercekle Le Guin, kendi annesini ve onun güzelliğinin birçok boyutunu hatırlar:
“Annem seksen üç yaşında, kanserden, acı içinde öldü. Dalağı, bedeninin biçimini bozacak ölçüde büyümüştü. Onu düşündüğümde gördüğüm kişi bu mu? Bazen. Keşke olmasa. Bu gerçek bir görüntü, yine de, daha gerçek bir görüntüyü bulandırıyor, puslandırıyor. Anneme dair elli yıllık anılarımın arasında bir anı. Zaman içindeki en sonuncusu. Onun altında ve arkasında, daha derin, daha karmaşık, hayallerden, şayialardan, fotoğraflardan ve anılardan mürekkep, sürekli değişen bir görüntü var. Colorado dağlarında kızıl saçlı küçük bir çocuk görüyorum, üzgün bir yüz, narin bir genç kız, nazik, gülümseyen genç bir anne, pırıl pırıl bir entelektüel kadın, rakipsiz bir flört, ciddi bir sanatçı, harika bir aşçı – onu dağıtırken, ot içerken, yazarken, gülerken görüyorum – narin, çilli kolundaki turkuaz bileklikleri görüyorum – bir an için, hepsini bir kerede, hiçbir aynanın yansıtamayacağı, yıllardan yansıyan o güzel ruhu görüyorum.
Büyük sanatçıların gördüğü ve çizdiği şey bu olmalı. Rembrandt’ın portrelerindeki yorgun, yaşlı yüzlerin bize böylesine haz vermesi bundan olmalı: Bize güzelliği gösteriyorlar, cilt seviyesinde değil, ömür derinliğinde.”
The Wave in the Mind, bir ömür boyu sizinle kalacak türde bir kitap, ömürlük bir kitap olmayı sürdürüyor.

Saturday, September 26, 2015

Seçim makinesi



SEMA KARABIYIK
Isaac Asimov, demokrasinin paradoksal doğasını Franchise (1955) adlı bilimkurgu öyküsünde ele alır. Uzak bir gelecekte, yaşlı bir adam, Amerika'da insanların oy vermesine dayalı bir seçim sistemini anlatır. Oy verme işlemi çok uzun sürdüğü için verilen ilk oyları önceki yıllarda verilen oylarla karşılaştırarak sonucu tahmin edebilen bir seçim makinesi icat edilir. Makine gittikçe gelişir ve daha az oya ihtiyaç duymaya başlar. Multivac isimli makine, yerel ve ülke çapındaki tüm seçim sonuçlarını tahmin edebilmek için sadece bir oya ihtiyaç duyar hale gelir. Multivac rast gele seçilen bir Amerikalı sayesinde diğer Amerikalıların düşünce dünyasının içyüzünü deşifre eder.

Bir dükkanda tezgahtar olarak çalışan Norman Muller yılın seçmeni seçilir. “ Multivac tarafından yılın seçmeni olarak seçildiniz. Amerika'nın en zeki, en güçlü ya da en mutlu kişisi olarak değil; en iyi temsil edeni olarak seçildiniz.” Ancak Norman bu sorumluluğu almak istemez. Neden ben diye sorduğunda karısı Sarah bu unvanın onlara şöhret ve para getirebileceğini hatırlatır. Norman “bu olsa olsa senin gerekçen, seçmen olmanın gerekçesi bu değil” diye itiraz eder. Çünkü tek seçmen diğerleri tarafından başkan seçiminden ve başkanın muhtemel başarısızlıklarından sorumlu tutulur.

Politikacılardan işadamlarından ya da fanatiklerden etkilenmemesi için seçim gününe kadar evin dışına çıkmasına izin verilmez. Gazete okuması televizyon seyretmesi de yasaktır. Multivac'ın karşısına olabildiğince normal bir ruh haliyle çıkması gerekmektedir.
Seçim ortamı bir hastanede yaratılır. Bedeni ürkütücü bir makineye bağlanır, tansiyonu kalp atışları beyin dalgaları kaydedilmeye başlanır. Doktorlar bunun bir yalan makinesi olmadığını yalnızca onun çeşitli durumlar hakkındaki düşüncelerini kaydetmekte olduğunu vurgular. 'O sizin duygularınızı sizden daha iyi anlayacaktır.' Norman'a gösterilmeyen Multivac yumurta fiyatları hakkında ne düşünüyorsunuz gibi sorular sorar. Norman para hırsından dolayı vazifesini yerine getirir ve bir demokrat gibi davranır. Fakat aniden kişisel çıkarlarının yanı sıra düşüncelerinde de farklı bir şeyler belirmeye başlar. “içindeki gizli vatanseverlik harekete geçti. Sonuç olarak o tüm seçmenleri temsil etmekteydi. Merkezdeydi. Tüm Amerika onda somutlaşıyordu. Norman Muller birden kendisiyle gurur duymaya başladı. Sorumluluğun tüm ağırlığını omuzlarında hissetti. Gurur duyuyordu. Bu mükemmel olmayan dünyanın bağımsız bireyleri Norman Muller'in kişiliğinde ilk ve büyük elektronik demokrasiyi kullanarak seçim haklarını özgürce ve engellenmeden kullanıyorlardı.”

Asimov'un hikayesi demokrasinin bir karikatürü değil daha çok demokrasinin kalbinde gizlenmiş çılgınlıkların bir taklididir. Demokrasiyi rasyonalize etme çabaları içindeki makine seçmeni dışlamaz. Seçmen demokrasinin çılgınlık noktasını oluşturur. Kendini tek bir seçmenle kısıtlayan makine bir yandan parti politikalarının kirli oyunlarına son verir diğer yandan tek bir seçmen diğer insanların devlet mekanizmalarına yabancılaşmamasını sağlar. Demokrasi Norman sayesinde insani bir çehreye bürünür. Onun adı başkanın başarı ve başarısızlıkları ile eşanlamlı hale gelir. Seçmen seçim sonuçlarından sorumlu tutulur, makine zirveye yerleşir.

Hikaye insanların sayıların değil bireysel oyun belirleyici olduğu hayaline kapılmalarına hizmet eder. Vatandaş demokrasinin bütün sorumluluğunu omuzlarında taşıyarak oy verir. Seçim esnasında herkes kendini prens zanneder.
Başkalarında olmayıp da Norman da olan nedir? Norman'ı diğer Amerikalılardan ayıran paradoksal bir şekilde onları bir araya getiren özelliklerdir. Norman'ın özgünlüğü aslında hiç de özgün olmayışından kaynaklanır. O anormal bir şekilde normaldir. Hiç de özel olmayan bir kişi olarak en seçkin Amerikalı odur. Demokrasinin öznesi en zeki olan değil, en ortalama insandır.
Not: Bu yazı Matthijs Van Boxsel'in Aptallık Ansiklopedisi adlı kitabından yararlanılarak yazılmıştır.

Saturday, September 12, 2015

“Açlığın Sayımı”- Erdinç Yücel

Ölüm Orucunda otuz beşinci günün…
Uzaktan gelen takırtılar… F tipinde yeni bir sabahın başladığını söyleyen metalik gürültüler… Dört küçük tekerin beton zeminde sürtünmesi… Mazgal kapaklarının takırtıyla açılıp açılıp kapanışı… “Kahvaltıııı” diye bağıran gardiyanların sesi…
Uyanırsın ve hücren henüz yeni aydınlanmaktadır. Bugünün Tekirdağ F Tipi için özel bir gün olduğunu bilmiyorsun henüz. Koşa koşa alt kata inersin. Mazgal kapağı sertçe açılır ve “kahvaltı” diye bağırır gardiyan. Sonra seni görünce “günaydın” der…
“Günaydın” dersin… Şeker, tuz ve limonunu uzatır gardiyan mazgaldan. Sularınsa sayımda, demir kapı açıldığında verilecektir…
Bu arada arkadaşların da uyanır… İki ölüm oruççusu ve bir açlık grevcisinden ibaret üç kişilik hücrende mükellef bir sabah kahvaltısı… Ketılda kaynatılmış su, şeker, çay ve bir tencere… Henüz demlik satmıyorlar kantinde. Çay ve sigara… Dışarıdan bakanlara ölüm orucu diyetini anlatmak için çok fazla enerji harcamana gerek yok… Su, tuz ve şeker… Şekeri fazla kullanırsan süreçten çabuk düşersin…
Süreçten çabuk düşmek demek çabuk ölmek anlamını taşımaz her zaman…
Çok şeker demek, sinir sisteminde hızlı ve derin bir tahribat demektir…
Eğer ölüm orucu diyetinde B1 vitaminine yer vermiyorsan altmış ya da yetmişli günlerde kusmaya başlarsın…
Kusmaya başlaman demek, artık sıvı almanın mümkün olmadığı bir noktaya hızla erişmen anlamına gelir…
Sonra bir gece uyursun ve eğer seni alıp zorla müdahale etmezlerse bir daha uyanamazsın… İyi senaryo budur…
Müdahale edecek olurlarsa ne zaman uyanacağını kimse bilemez. Ya da uyandığında kaç yaşında bulacaklarını seni…
Çok şeker demek zamanda yolculuk demektir…
Uyanırsın ve on beş yaşındasındır artık…
Uyanırsın ve dokuz yaşında bulursun kendini…
Uyanırsın ve on sekiz yaşındaki kardeşine “baba” demeye başlamışsındır…
Bilim adamları, bilim kadınları filan bu zamanda yolculuk hadisesine Korsakof sendromu adını verirler… Alkolik demans diyenler de yok değildir…
Dışarıdan bakanlara ölüm orucu diyetini anlatmak için çok fazla enerji harcamana gerek yok… Bol sıvı az şeker… Şekerli suyuna azıcık da tuz koyman gerek… Günde bir çay kaşığı kadar… Çay ve kahveyse şimdilik, sadece keyifli anlarını biraz daha şenlendirmek için kendine verdiğin bir ödül gibi… İleride sıvı alımını sürdürebilmek için ağız tadını değiştirmen gerekecek ve o zaman daha çok çay tüketebileceksin…
Şekerli suya tuz eklemek mideni bulandırıyorsa çeyrek çay bardağı limon sıkıp, bir çay kaşığı tuzu o limonla da tüketebilirsin…
Ama bunların hepsi ileriki meseleler… Şimdi, çay ve sigaradan ibaret olan o mükellef kahvaltıdan dinç kalkıp, sayıma hazır olman gerek.
Bir hafta içinde doldu buralar. Kartal’daki bütün siyasi erkekler burada artık. Gebze, Edirne ve Kandıra’dan da getirilenler oldu…
Her sabah saat sekizde sloganlar, bağırtılar, dövülen kapı sesleri eşliğinde bekliyorsun sayımı… Ve saat sekiz… Ve sadece açılıp kapanan kapı sesleri geliyor şimdi uzaktan… Bugünün Tekirdağ
F tipi için özel bir gün olduğunu anlaman için beş koridor kaldı sadece… Alt kattasın ve dağınık şekilde voltalıyorsunuz hücrede…
Dört… Üç… İki…
2
İki ölüm oruççusu ve bir açlık grevcinin ikamet ettiği, üç kişilik hücrenin kapısı gürültüyle açıldığında, içeriye en az on beş gardiyan doluşuyor. Hücrenin dışında da görebildiğin beş tane daha var…
Herkes devletten habersiz kuş uçmaz zannetse de onun aritmetiği zayıf biraz…
Devletin üç kabak kafalıyı saymak için ihtiyaç duyduğu eleman sayısı yirmi burada… Tek kişilik hücrelerde de durumun değişmediğini biliyorsun…
Elbette ileride beşlere altılara düşecek bu rakam ama şimdilik yeni ve özel bir şey yok bunda…
Her günkü seremoni…
Başgardiyan, elindeki defterden fotoğraflara ve hücredeki üç kabak kafanın yüzlerine bakarak orada olup olmadığınızı anlama çabasında… Tuvalet hariç altı metrekarelik alt katta, ne kadar dağınık durulabilirse o kadar dağınık duran üç adamı azcık ittirip homurdanıyor…
İşte yeni ve özel olan şeyi hep beraber anlamanızın tam zamanı…
Kimsenin adını okumuyor ve tek sıra hazırolda durup “BURDA” demenizi istemiyor sizden… Devletin, hücredeki üç başıkabağı tekme, yumruk ve falakayla saymaktan vazgeçtiği ilk sabah sayımındasın…
Gazeteler ölüm oruçlarının “Hayata Dönüş” operasyonuna rağmen devam ettiğini filan yazıyorlar arada sırada. Ve iyi niyetlisi, kötü niyetlisi, nerede duracağına karar verememişiyle ölüm oruçlarından söz eden tüm kalemler “boşuna eziyet etmeyin kendinize” diyorlar; “devlet çok kararlı, siz siz olun boşuna ölmeyin!”
Tekirdağ F Tipi’nde o sabah, tüm başıkabaklar ölüm orucu ya da açlık grevinde olduğu için rutin sabah dayağının sona erdiğiniyse yazmıyor hiçbiri…
Bu özel günü kutlamak için birer fincan şekerli sıcak su koyarken, sayım bitince bangırdamaya başlayan radyoya kulak veriyorsun…
Bugün burada ilk kez merkezi yayında TRT FM dinleniyor…
Bugün özel bir gün…
Star FM’den kurtuluşu kutlamak için de bir sigara yakıyorsun…
* 2001 yılında Tekirdağ F tipi Cezaevinde 123 gün ölüm orucunda kalmış direnişçi