Tuesday, April 29, 2014

Çernobil ve Gurbetelli Ersöz


Nadire Mater
Güncellenme : 28.04.2014 12:00

Gurbetelli Ersöz Özgür Gündem’in yayın yönetmenlerindendi, onu tutukladılar, çıktı, gazeteye döndü... Sonra sadece iki yıl dolaşabildiği dağlara gitti, günlerini defterine not düştü. Günce şimdi kitapçılarda. Gurbetelli Ersöz 32 yıl yaşadı; 8 Ekim 1997’de Güney Kürdistan’da çatışmada hayata veda etti. Gerillaydı. Dağlara gitmeden önce gazeteciydi, Özgür Gündem gazetesinin genel yayın yönetmeniydi. “Çernobil ve Halepçe benim hayatımın dönüm noktası. Bu iki olayla en çok ilgilenmesi gereken kimyacılar beni çok şaşırttı, kendime sık sık ‘ben neyim’, ‘ne yapacağım’ diye sık sık sormaya başladım.” Daha öncesinde de Çukurova Üniversitesi Kimya’da asistandı. Çernobil ve Halepçe tam da söylediği gibi, hakikaten hayatının dönüm noktası; hapishane, gazetecilik, tekrar hapishane, tekrar gazetecilik ve sonrasında dağlar...
Gurbetelli’nin bu cümleleri ben de hep kaldı. Ne zaman Halepçe ve Çernobil dense onu da düşünürüm. Hele de Çernobil’in yirmi sekizinci yıldönümü günlerinde aklıma daha sık düştü; bu kez henüz birkaç gündür kitapçı raflarında ikinci basımıyla yerini alan “Gurbet’in güncesi/ Yüreğimi dağlara Nakşettim” kitabıyla birlikte. Gurbetelli ile Özgür Gündem günlerinde tanıştık, görüştük. 9 Temmuz 1994’te o sıra temsilciliğini yaptığım Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün bülteni La Lettre’de yayımlanmak üzere bir de söyleşi yapmıştım. O sıra 29 yaşındaydı. Küçücük bir odada yönetmen koltuğu değil yönetmen sandalyesinde yıllardır gazete yönetmişçesine girip çıkan editörlerle, muhabirlerle son dakika gelen haberleri dinliyor, tartışıyor, öneriyordu; müthiş bir enerjiyle.

Hayranlıkla seyretmiştim
Gurbetelli’nin 27 Temmuz 1995 tarihini düştüğü ilk güncesi “Güneş ülkesine yolculuk” başlıklı. Güneş ülkesine adım adım derken Omar Cabezas’ın sandinistaları anlattığı Dağdan Kopan Ateş’i hatırlıyor. Besbelli ki Dağdan Kopan Ateş’teki dağa tayini çıkan gençlik liderinin ilk andaki bata çıka tırmanışlarındaki beceriksizlikleri tanıdık gelmiş ona. Son 8 Ekim 1997/ Zap-Sergele güncesinde “Ne pahasına olursa olsun bu bölüğü geçireceğim. Eğer bu güç savaşın bu tarzda gitmesine nedense, bu savaşta az da olsa bir payımın olması için geçireceğim. Başlıklardan biri de “erkekle savaşmak kadar, kadını kendimden başlatarak güzelleştireceğim”. Devamla; “Şu ana kadarki katılımlarda gözlemlediğim; kadın daha ilkeli ve tutarlı oluyor, kolay biçim alıyor, güçleniyor”, “Bir eyalet koordinesi şaka yoluyla da olsa bu gidişle 2005 yılında erkekleri koruma derneği açacağız” diyor.

Umut ve coşku dolu
Ferda Çetin’in 6 Ocak 1998 tarihli önsözüne şöyle başlamış: “Bir kadının özlemleri nelerdir? Ne yapmak ister? Nasıl yaşar? Nasıl özgürleşir? Gurbetelli Ersöz bu soruların yanıtıdır.” Sonra, 8 Ekim’e, son güne geliyor, “O gün akşama kadar birlikteydik. Ne şans!” diyor. “Gurbet’i 8 Ekim günkü haliyle; yani umut ve coşku dolu, heyecanlı ve kocaman gülümseyişleriyle ve o günkü derin sohbetleriyle hafızama kaydettim. Halen gülüyor.” Günce Rozerin Amed, Ferda Çetin, Sıraç Bilgin, Sabri Agir, Burhan Karadeniz ve A. Haydar Kaytan’ın yazılarıyla sona eriyor. Tabii ki çocukluğundan gerillaya kadar birkaç da fotoğraf var.  

Yayın yönetmeni Ersöz anlatıyor
Gurbetelli ile yaptığım söyleşi onu kaybettiğimizi duyunca eklerle 30 Kasım 1997’de Cumhuriyet Dergi’de yayımlandı. Aynen aktarıyorum. “Öyle çok işkence yaptılar ki, ya ölecek, ya da PKK’li olmayı kabul edecektim. Ben yaşamayı seçtim”, “Değişen bir şey yok; kimya gibi, laboratuvardasın, oraya preparat inceler gibi bakacaksın. Her farklı objektifle lamba preparatın başka bir özelliğini görmen gibi, haberde de, farklı objektiflerle farklı yanlar, farklı unsurlar ortaya çıkıyor ki ancak bunların bir araya gelmesiyle haberin gerçeğe en yakın resmini çekersin.”

Haber yazmayı çabuk öğrendim
İki yıllık hapisliğinden sonra, Gurbetelli üniversiteye kabul edilmeyince Özgür Gündem’in Adana bürosunda çalışmaya başlıyor.

Gazetenin kapatıldığı 15 Ocak 1993 günü İstanbul’a geliyor, 23 Nisan gününe kadar hızlı bir öğrencilik yaşıyor, yazı dizmekten haber getirmeye, önemli önemsiz demeden gazetecilikle ilgili her ayrıntıyı öğrenmeye çalışıyor. “İnsanlara gazeteyle ulaşmak daha kolay. Her zaman çok iyi bir gazete okuruydum, haber yazmayı çok çabuk öğrendim. Her yere ulaşmak, ülkende ve dünyada olan biteni herkesten önce öğrenmek çok hoş!”, “Günlük gazeteleri okumadan önce, muhabirlerin ölüm, gözaltı ya da kaybolma, el konan, dağıtılmayan gazete haberleri geliyor.”, “Bu yüzden gün avukatlarla toplantılar, telefonlarla bürolardaki gelişmeleri öğrenmek, basın açıklamaları yapmakla başlıyor; açılan ve süren davalar ve ifade vermeler... Yani, haber toplantılarına katılmak bile imkansızlaşıyor zaman zaman.”

Kadın gazetecilerin hızla çoğaldığı, ama genel yayın yönetmenlerinin erkek olduğu basında bir kadının genel yayın yönetmeni olması görmezden geliniyor. “Tabii ki, bir Kürt kadının genel yayın yönetmeni olması çok önemli, son yıllarda Kürt kadını erkekten çok daha fazla mesafe katetti. Benim bugün geldiğim yer de, kendi özel gayretimin yanı sıra bununla bağlantılı.” Gurbetelli öteki genel yayın yönetmenleriyle hiç tanışmıyor, genelkurmay başkanlarının, cumhurbaşkanlarının, başbakanların genel yayın yönetmenleri için düzenledikleri toplantılara çağrılmıyor. Değil başbakanların, bakanların onu sabahları telefonla araması, yerel muhabirlerin bildirdikleri herhangi bir haberle ilgili olarak telefon açtığında valiler ve belediye başkanlarına bile ulaşamıyor.

Muhalif basın olmanın bedelini ödedi
Söz, altı buçuk aylık tutukluluğuna geliyor. “Gazeteci değil, tam bir terörist muamelesi yapıldı, gazeteyle ilgili neredeyse hiçbir şey sormadılar,” sözleriyle işkence ve açlık greviyle geçen 14 günlük gözaltısını özetliyor. “Kaba dayak atıldı. Saçlarımdan koridorlarda, merdivenlerde sürüklediler. Söz cezaevine gelince, o anlık gerginliği gidiyor, “cezaevi rahattı tabii” diyor. “Günün koşuşturmasıyla geçen gazete günlerinden sonra bol bol okumak çok hoştu ve de düşünmek elbette.”, “Özgür Gündem aykırı bir gazete, biz sorunlara farklı bakmaya çalıştık, bu cesaret istiyor. Mükemmel demiyorum, ama farklılığı kaba da olsa yakaladık, Kürt gazetesi olarak nitelendirildik.”

“Kürt sorunu yok dendi, biz, ‘bu bir gerçeklik’ dedik, şimdi basın da ‘Kürt sorunu var diyor. MGK basına brifing veriyor. Böyle bir şey hangi ülkede olabilir? Muhabirin iyi niyeti yetmiyor. Ortaya konan ürünün neye hizmet ettiği önemli. Basın gerçeği yazsaydı, bu kadar insan ölmezdi.” İncecik gülüş, sevince dair inançla... Gerisi önemli değil... Bütün gazete çalışanlarıyla birlikte gözaltına alındığında eşlikçisi öfke değil, gazetenin çıkamayacağı korkusuydu.

Gayrettepe’ye kendisine giysi getiren Müessese Müdürü Zülküf Kışanak’a ilettiği kısacık not işte bu korkuyu anlatıyordu: “Biz çok iyiyiz. Gazetenin yayınını sürdürdüğünü öğrendik, gerisi önemli değil”. Tutuklanıp, Bayrampaşa Cezaevi’ne gönderildiğinde de aklı hâlâ gazetedeydi. Kapatma, bombalama, cinayet habercisi bölüyordu uykularını. Duruşmalarda basın özgürlüğüne dair inancını savundu hep, bir de muhalif basın olmanın bedelini ödediğini. Altı ay sonra tahliye edildiğinde koğuş arkadaşlarına, “sıcak, özverili, birikimli bir insandı” sözcüklerini, o hiç bilinmedik Azeri türküsünü, Bingöl yöresinin halk oyunu şaxo’yu, bir de hamurdan yapılan yöre yemeği “zılfet’i bırakacaktı.

Gitmek bir tercih miydi?
İkinci kapısının, gazeteciliğin de yüzüne kapanmak üzere olduğunun farkındaydı. Yasalar genel yayın yönetmenliği yapmasını engelleyecekti. Gazetenin mutfağında çalıştı bir süre. Sonra bir gün “Buralarda bir şey yapamıyorum artık” dedi. “Üretemiyorum, yaratamıyorum.” Açabileceği üçüncü kapının gitmek olduğunu düşündü ve gitti... Gitmek bir tercih miydi? Başka kapılarda başka geleceklere adım atamaz mıydı? “Ben Türk’üm, Gurbetelli ise Kürt’tü. Bu önemli bir ayrım” diye yanıtlıyor bu soruyu Yurdusev Özsökmenler. “Köyünüzün boşaltıldığını, memleketinizden koparılmak istendiğinizi, kardeşinizin, akrabalarınızın öldürüldüğünü, dilinizin konuşturulmadığını, demokratik mücadelede yer alma çabanızın boşa çıktığını gördüğünüzde ne yapardınız? Orada olmak, o koşulları yaşamak lazım belki. Bazı insanlar vardır, her şeyi şiddettir, konuşması da. Gurbetelli asla böyle değildi. Gözleri gülen, incecik, hoş bir insanın bütün denemeleri boşa çıkınca kendisiyle bir kez daha yüzleşmesiyle ortaya çıkan bir son bu...”

Diyelim ki tercihti, doğru muydu? Bu soruyu yine çalışma arkadaşları yanıtlıyor: “İnsanların öldürüldüğü, kaybedildiği bir dönemde gazetecilik yaptı. Onun için demokratik bir ortamda bir şeyler yapmanın olanağı yoktu artık. Bir gazeteci olarak yalnız başına sokağa çıkıp dolaşamıyordu. Düşüncelerini açıklasa ve bundan dolayı ceza alsa ilk davasından on yıl hapis cezası aldığı için sekiz yıl daha cezaevinde kalacaktı. Artık bu tedirginliği taşımak istemiyordu. Tercihi doğru muydu? Bunun yanıtını ona bırakmalıyız.” Eğer o gün bir muhabir, bir bayi ya da dağıtıcı öldürülmediyse akşamları hafif de olsa bir sevinç yayılıyordu toplantı masasına. Genel Yayın Yönetmeni Gurbetelli Ersöz’ün yüzündeki incecik gülüş büyüyor, büyüyordu. Tercihten söz etmek ayıp kaçıyordu böyle zamanlarda. Bütün yeldeğirmenleri terkedildiğinde o haber düştü masaya: “Gurbetelli öldürüldü.”
 

Sunday, April 20, 2014

"Ötekinin Hikâyesi: Ferit Edgü'nün İlk Dönem Öykücülüğü"

  Yusuf Turhallı

"ARADIĞIN GERÇEĞİ HİÇBİR YERDE BULAMAYACAKSIN"

Kaçkınlar | Ferit Edgü"İçimde bir şeyler akıp gidiyordu. Tam göğsümden. Bir daha.
Bütün organlarımı yitirdim, bomboş kaldım sandım. Belki
gerçekten yitirdim. Bomboşumdur artık. Böyle yaşayıp gitmek.
"
Kaçkınlar / Ferit Edgü

Delinin duyduğu tik-tak bir başka tik-tak'tır

Yalnızlık neler söyletebilir yazana? Çocuksanız ve etrafınızdaki kimse sizi anlamıyorsa; çocuk olduğunuz için büyükleriniz, büyük olduğunuz için yaşıtlarınız. Harflerden başka oturabileceği sandalyeler, cümlelerden başka girebileceği odalar, yazıdan başka sığınabileceği bir evi olabilir mi kişinin? Olur diyebilirsiniz. Zira bu eğretileme, sanatın bütün dallarına uygulanabilir. Yalnızlığın o derin çıkmazları... Yazmaya ilk başladığı zamanlardan itibaren kendini arayan bir yazarın metinlerinde tüm sorularınızın yanıtlarını bulamasanız da en azından bazılarını bulabilirsiniz. Keza Ferit Edgü'nün yazma serüveni de tamamıyla bu sorulara yanıt bulmak amacıyla başlar. 1997 yılında kendisiyle yapılan bir röportajında, sanata ve yazmaya neden yöneldiğiyle ilgili soruya “yalnızlık” diyerek hemen cevap verir zaten. “Yalnızlık. Yalnızlıkların en dayanılmaz olanı, çocuk yalnızlığı.(1)
1950 Kuşağının diğer tüm yazarları gibi Ferit Edgü de yazmaya başladığı ilk dönemlerden itibaren kendi sesini bulmaya, yazdıklarını bir üsluba oturtmaya çalışır. İlk kitabı Kaçkınlar'da da bu durumun yansımasını açıkça görebiliriz. Bir ilk kitap olması açısından, yazarın belirttiği bazı eksiklikleri taşısa da, bu kendine has üslup Kaçkınlar'dan itibaren hissedilir. Öte yandan her ne kadar daha ilk kitaplarında üslup oturtmaya çalışmışsa da 1987 yılında Kaçkınlar'a yazdığı sonsözde yazmaya yeni başlamış bir yazarın üslup sahibi olmasına gerek olmadığından ve yazar olma yolunda ilk adımlarını atmış birinin her telden çalabilmesi gerektiğinden bahseder. Çünkü yazar için üslup, sonradan oturacak, zamanla belki de taşlaşacak bir şeydir.
Ferit Edgü20-22 yaş arası öykülerini içeren Kaçkınlar, toplum tarafından dışlanmış, anlaşılamamış ya da kendilerine deli gözüyle bakılan kişilerin hikâyelerini bir bakıma fantastik bir biçimde ele alır. Ayrıca kitaptaki öyküler, birbirleriyle bağlantılı oldukları için okuyan kişiden daha fazla dikkat ister. Alabildiğine şiirsel diliyle yoğun bir anlatıma sahiptir.
Kaçkınlar iki bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümü “I. KAÇKIN” başlığı altında “Öndeyiş” adlı öyküyle ve öykünün hemen başındaki Michaux'nun “Delinin duyduğu tik-tak bir başka tik-tak'tır” sözüyle başlar. Bu öyküde bir oyuncakçının camını kırdığı için polis olabileceği düşünülen kişilerce hücreye tıkılmış bir adamın öyküsü anlatılmaktadır. Sarı bir ampulle aydınlatılmış bir odada başlayan öykü birinci tekil şahsın dilinden bir geçmişe, bir kendi zamanına dönerek bilinç akışı tekniğiyle aktarılır okuyucuya. Bu öyküdeki karakter yarı deli olarak kabul edilebilecek biridir. Zira oyuncakçının önünden geçerken geçmişte Gün adlı biriyle yaşadığı ilişkiye olan saplantısı yüzünden camı kırar; içeride, akvaryumun içinde duran bir balığı eline alır ve öldürür. Çünkü camdaki yansımada geçmişteki kendisini, Gün'ü ve yine Gün'ü tanıdığı dönemde öldürdüğü bir balığı görmüştür.

Deli olmayı göze almak

O sarı saçlı bebek! Yattım mı onunla? Küçümencik elleri vardı. Kuş ağzı (...) Sonra balıklarımı göstermiştim. Ekmek parçaları atmıştık. Hepsi üşüşmüşlerdi. Yalnız o... Bak o yemiyor, bak. Küçümencik elleri vardı. Ellerimi suya sokup karıştırdım. Bulandı su. Onu yakaladım. Solungaçları titriyordu. (...) Sabahleyin baktım: suyun üstünde. Ölmüş.
Görmeseydim... o benim eski...
(...) Hemen de anladım ardından. Aldatamazlardı beni. Eski perçemimi, çocuk yüzümü göstererek aldatamazlardı. Burkuldum. Balık. Benim öldürdüğüm balık- gerçekten onu ben öldürmüştüm- camın gerisinde, bu tuzağın içinde, yeşil renkler içinde, öbür balıklardan ayrı, dipte, oynaşsız duruyordu.
” (Kaçkınlar, s.18)
Bu gördüklerinin ardından öldürdüğü balığı bir kez daha öldürmek için camı kırar ve balığı alır. Zaman içinde devamlı atlamalar yapılan öykü, lokantanın duvarına işediğinden bahsedilen bir adamın bu hücreye gelişiyle sürer. Öykü, camı kıran karakterin onu hücreye tıkanlar tarafından absürt bir şekilde sorgulanışının ardından karakterin kendiyle ilgili düşüncelerinin verilmesiyle biter. Burada lokantada işeyen adam önemlidir çünkü devam eden öykülerde bu adamın da hikâyesi anlatılacaktır.
Kitabın “Odada” adlı ikinci öyküsünde yine bir şekilde akıntının tersinde kalmış bir adam anlatılır. Bir sonraki öyküden anlaşılacağı üzere burada bahsi geçen karakter ilk öyküde anlatılan lokantada işeyen adamdır. Fakat bu defa adamın yaşadığı yerde bir fareyle mücadelesi anlatılır. Öykü, başlığı gibi odada başlar. Kirli, dağınık, fukara işi bir odadır bu. Odasından nadiren çıkan ben anlatıcı sürekli fareler tarafından rahatsız edilmektedir. Tıkırtılar... Fare anlatıcının kitaplarını kemirir; geceleri o uyuduktan sonra ortaya çıkarak tıkırtılarıyla uykusunun kaçmasına neden olur. Düşleriyle gerçekliği belki de bir anlamda birbirine karıştıran anlatıcı sonunda fareyi öldürmek için planlar yapar. Ama başaramaz. “Bu düşlerimi hiçbir zaman kimselere açmadım. Onlar alay ederler, böyle gülünç şeylerden anlamazlar. Buna akıllarını kullanmak diyorlar. Bana kalırsa tam tersi. Bu konuda elbet tartışmaya girecek değilim. Bunlar iki kere iki dört etmeyen gerçekler, der, güler geçerim. Benim gerçeğimdir bunlar. Önemlerini ve gerçekliklerini ben bilirim.” (Kaçkınlar, s. 27) sözleriyle düşüncelerini aktaran anlatıcı, kurduğu düşleri, kendi gerçekliğini bile insanlara anlatmaktan çekinir. Bu öyküde geçen oda ve fare metaforları, insanın bilincini ve bir şekilde bilinçliliğini aktarıyor olma ihtimalleri yüzünden önemlidir. Çünkü anlatıcının yaşadığı yer dağınıktır, kirlidir ve aynı şekilde kafası da karmakarışıktır. Delirmemek için kendine birçok şeyi yasaklamıştır; kafasındakileri dışarıdakilere göstermemek zorundadır. Tıpkı kirli bir eve misafir kabul edilemeyeceği gibi… Yine aynı şekilde öyküde geçen fare ya da fareler (çünkü anlatıcı evde tek fare olduğundan oldukça emindir) anlatıcının bir şekilde uyanık kalmasına neden olur, ya da öylece yaşayıp gitmesini engeller. İnsanın gördüklerinin ya da duyduklarının hatta belki de hissettiklerinin kendisini devamlı bilinçli tutması gibi...
“Odada” öyküsündeki anlatıcının “Dışarsı”na çıktığını “O günlerde, henüz böylesi bir hiçliğe varmamıştım. Odamda dağınık eşyalar, pis çamaşırlar yoktu. Fare tıkırtısı daha azdı.” (Kaçkınlar, s. 33) cümlelerinden anlarız. Biraz geçmişinden bahseden anlatıcı dışarı çıkar; eskiden ilişki yaşadığı bir kadınla (Aysel) karşılaşır. Biraz konuşurlar ve ardından yemeğe gitmeye karar verirler. Lokantada başlarına bir olay gelir (işeme olayı). Fakat anlatıcı, çok içmiş olduğundan hatırlamaz bu olayı. Hücrede, akvaryumun camını kıran adamla karşılaşır. Adamın adının Hasan olduğu söylenir yine burada. Öykü anlatıcının absürt sorgusuyla son bulur. Belki çevresinin kişiyi acımasız sorgulayışı... Belki dışlayan bakışlar altında lokantada çıkarıp işemek... Belki saldırgan kalabalığın içinde oyuncakçının camını kırmak... Belki de deli olmayı göze almak demek geçmişe saplanmak, fare tıkırtılarıyla yaşamak.
Kitabın ilk bölümünün son metni “Sondeyiş”, tamamen anlatıcının kafasının içinde geçer. Anlatıcı yine lokantada işeyen kişidir. Her gece daha kalabalık; her gece daha karanlık anlatıcıyı sorgulayan insanlar... Tanıdık ve tanımadıklarıyla sorgulanan anlatıcı... Bu sorgulama esnasında okuyucuya, anlatıcının bir dönem akıl hastanesine yatmış olduğu da hissettirilerek evini yaktığı bir düşle biter öykü. “Belki de böylece kurtulmak...” (Kaçkınlar, s. 48)
İkinci bölüm “II. Kaçkın” öyküsüyle başlar. Doktor olmak istediğini söyleyerek başlayan anlatıcı bunun sebebini doktor olan Fazıl Bey gelince annesinin değişmesine bağlar. Fazıl Bey gelince; evden çıkışını, dışarıda yaptıklarını, genelde kız arkadaşı Aysel ile karşılaştığından bahseder. Günlük rutinlerinden bahsederken bir anda geçmişe dönerek yaşadıklarını aktarır. Ayrıca öykünün devamında Aysel ile olan ilişkisini ailesinin onaylamadığı anlaşılır. Öyküde kitabın genelinde hâkim olan düşsellik, gerçekle tamamen karışarak neyin gerçek neyin hayal olduğu anlaşılmaz hale gelir.
İkinci bölümün, dolayısıyla da kitabın son iki metni “III. Kaçkın” ve “IV. Kaçkın” öyküleri bu bölüme kadar gelen öykülerden farklı anlatıcılar tarafından anlatılır. “III. Kaçkın”da babasının ölümünü beklemiş bir anlatıcı vardır. Babasını ölüm döşeğinde bırakıp kaçan anlatıcının eve dönmeden önce düşündükleri ve eve dönünce başına gelenler anlatılır. “IV. Kaçkın”da ise anlatıcı yine akli dengesi yerinde olmayan bir karakterdir. Öyküde, anlatıcının delirme hikâyesi ve norm'alleşmesi için hastaneye kapatılışı aktarılır. Ardından anlatıcının akıl hastanesinden çıkışıyla son bulur.
Kaçkınlar'a son bir bakış atmak gerekirse; iki metin hariç birbiriyle bağlantılı öykülerden oluşmaktadır. Kitapta dört tane Kaçkın'ın hikâyesi vardır. Bu kaçkınlar bir şekilde toplum tarafından kabul görmemiş, akli dengeleri yerinde olmayan ve yine bir şekilde normalleştirilmeye çalışılan ama bu normalleştirilmeye karşı koyan insanlardır. Yoğun, şiirsel bir dilin kullanıldığı kitapta bilinç akışı da fazlaca öne çıkar. Ayrıca bütün öyküler birinci tekil şahıs aracılığıyla aktarılır, Kaçkınlar, bir bakıma (Ferit Edgü'nün, bütün öykülerinin bir araya getirildiği son kitabı Leş ile ilgili Radikal Kitap'a verdiği röportajında da söylediği gibi) öteki olmadığı sürece olamayacak bir yazarın, öteki olmadığı sürece olamayacak bir ilk kitabıdır.(2)

Ötekileşmiş karakterler

Leş | Ferit EdgüFerit Edgü'nün ikinci kitabı Bozgun, Paris'e gittiği dönem yazdığı öyküleri içerir. Kitapta dört bölüm vardır. İlk bölüm “Bozgun” birbirini tamamlayan ve başlıkla ayrılmamış, anlatıcıları ortak, üç ayrı metinden oluşur. Boşluk saplantısı olduğunu söyleyen anlatıcı günlük yaptıklarını anlatarak geçmişte göğsünde olan bir yaradan bahseder. Metin boyunca anlatıcı, kendini ve çevresini sorgular. İkinci metinde de sorgulamalar devam eder. Anlatıcı bir şekilde bozgun'a uğramış biridir. Yaşamdan ve yaşamla ilgili her şeyden nefret ettiği “Hiçbir şey bırakılmamalı. Hiçbir şey yapmamalı. Ağaçları kesip, filizlenmesinler diye köklerine katranlar dökmeli. Çiçekleri kedilere yedirmeli. Çocukları öldürmeli.” (Leş / Toplu Öyküler, s. 488) sözlerinden anlaşılabilir. Ayrıca anlatıcının göğsündeki yara halen kendisine acı çektirmektedir. Üçüncü metin anlatıcının, evinin merdivenlerinde uyanmasıyla başlar. Aradığı bir sözcükten bahseden anlatıcı, günlük şeklinde tutulmuş notlarına göz atar bir ara. Metnin devamında, anlatıcının bir şeylere başlaması mı yoksa bir şeyleri bitirmesi mi gerektiğini sorgularken öykü biter. Kitabın ikinci bölümü “Leş” sekiz kısa öyküden oluşur. Bu öyküler yazarın daha sonra ortaya koyacağı minimal öykülerin habercisidir belki. Genel olarak o dönem metinlerinde kullandığı uzun betimlemeler ve bilinç akışı, burada daha az yer tutar. Ama Kaçkınlar'daki düşsellik burada da devam etmektedir. Üçüncü bölüm “Bir Cinayetin İki Öyküsü”nde, başlığı gibi bir cinayetin iki öyküsü iki ayrı anlatıcı tarafından verilir. Birinci öykü, öldürülmüş birinin cesedinin bulunduğu yeri aktarmasıyla başlar. Cesedin etrafına polisler gelir; az ileride katil durmaktadır. Orada katili ayaküstü sorgularlar. Ardından ceset morga götürülür ve otopsi yapılır. Bundan sonra anlatıcı “O” ara başlığıyla bu olayların başına nasıl geldiğini anlatır. İkinci öyküdeyse anlatıcı katildir. Cinayeti işleyene kadar başına gelenleri, neler yaşadığını anlatır. Katil daha önce de birilerini öldürmüştür ve öldürdüğü kişilerin gözleri aklından hiç çıkmaz. Öykü, anlatıcının cinayeti nasıl işlediğini anlatmasıyla son bulur. Dördüncü bölüm “Dönüş”, anlatıcının bir yarın kenarına gelmesiyle başlar. Yaptıklarını devamlı sorgulayan bir anlatıcı vardır karşımızda. Aşağıda deniz kıyılara vurmaktadır ve kendinden olmayan her şeyi sahile bırakmaktadır. İnsan parçaları, deniz kabukları, batmış denizaltılar… Öykü, anlatıcının, “Sıçradım boşluğa.” cümlesiyle son bulur.
Bozgun'daki metinler de Kaçkınlar'daki gibi ötekileşmiş karakterler içerir. Anlatıcılar devamlı bir sorgulayış içindedirler. Ve devamlı yalnızdırlar. Birileriyle beraber bile olsalar yalnızdırlar. Ve bunun farkındadırlar. Ancak bu metinlerde Kaçkınlar'dan farklı olarak bir kabulleniş de söz konusudur. Kaçkınlar'da bir şeyleri değiştirme umutları olan anlatıcılar yerlerini kısmen yenik anlatıcılara bırakırlar ama düşsellik devam eder.

Seslerin, beyaz gömlekli adamların, kadınların, ilaç kokularının içinde

Av | Ferit EdgüYazarın üçüncü kitabı Av, 1953-1967 yılları arasında yazdığı öykülerden yaptığı bir seçkidir. Kaçkınlar gibi “Birinci Bölüm” ve “İkinci Bölüm” olarak ayırmak yerine “Karanlıkta” ve “Av” isimli iki bölüme ayırır. Kitabın ilk bölümündeki öykülerle ikinci bölümdekiler arasında anlatım biçimi açısından büyük farklılıklar vardır. Kitabın ilk bölümü “Karanlıkta”, “Yitik Gün” adlı, çocukluk dönemi sayılabilecek on yedi yaşında yazılmış bir öyküyle başlar. Sabahleyin yatağında uyanan anlatıcı işe gitmek üzere evinden çıkar. Ama işe gitmek istemeyen anlatıcı yolunu değiştirip deniz kıyısına iner. Deniz kıyısında çamaşır yıkayan bir kadına rastlar; kadından sanki her gün oraya gidiyormuş gibi bir tepki alır. Deniz kenarında bir süre beraber dururlar. Kadın işini bitirdikten sonra evine doğru giderken anlatıcıyı da davet eder. Bir süre deniz kenarında duran anlatıcı kadının evine gider. Kadınla zaman geçirdikten sonra akşama doğru çalıştığı yere maaşını almak üzere çıkar. Kapıdaki bekçi ona maaş gününün geçtiğini söyleyince şaşırarak kahveye doğru yol alır. Kahvede bir arkadaşıyla oyun oynadıkları sırada arkadaşının ona hile yaptığını ve bunu bir önceki gün de yaptığını söyler. Bu noktaya kadar düşsel bir şekilde gelen öykü, anlatıcının evine gidip önceden yazdığı ve intihar ettiğine dair bir notu görmesiyle daha da garipleşir. Öykü, anlatıcının kendi intihar haberini okumasıyla son bulur.
“Havana” isimli ikinci öykü tamamen düşsel bir atmosfer içinde; sokak mı yoksa ev mi ya da ikisinin beraber olduğu bir yer mi belli olmayan bir mekânda geçer. Ben anlatıcı, sevgilisi Aysel, İngilizce konuşan eşcinsel arkadaşı Tom ile beraberdir. Bulundukları yerdeki kalabalıktan rahatsız olup devamlı yer değiştirirler. Kalabalık, Tom'a “Mutlak bir şey olmalısın sen Tom.” ve “Sen bir şeysin Tom, sen bir şeysin. Söyle ama nesin?” (Av, s. 22-23) gibi sorularla devamlı bir kimlik biçmeye çalışır. Bu kimlik biçme çabası akla, Tom'un eşcinsel kimliğinin toplum tarafından yadırganıyor olma ihtimalini getirir. Keza anlatıcının sevgilisi Aysel ile olan ilişkisi de kalabalık tarafından merak edilir. Kalabalık onları gözetlemeye çalışır.
Üçüncü öykü “Kötü”de yasak ilişki yaşayan bir anlatıcı vardır. Bu öykü de gerçek olduğunu düşündüren bir anlatımla başlayıp düşsel bir şekilde biter. Ve yine anlatıcı ile yasak ilişki yaşadığı kadını bütün katmanlarıyla izleyen, yargılayan bir kalabalık (toplum) vardır. Bir sonraki öykü “Karanlıkta”da bulunduğu kıyıdan, birlikte yaşadığı kadının karşı kıyıda bulunan evine ulaşmaya çalışan bir anlatıcı vardır. Karanlık bir yolda, kendini birinin takip ettiğinden şüphelenerek yürümeye çalışan anlatıcı, balık tuttuğunu zannettiği iki erkeği görüp yanlarına gider. Aslında eşcinsel bir ilişki yaşayan erkekler onu tartaklar ve ardından bu kez de onlar tarafından öldürülme korkusuyla evine döner. Üçüncü tekil şahsın ağzından anlatılan “Durum”da, aralarındaki buzlu cam yüzünden, birbirlerini net olarak ne görebilen ne de duyabilen bir kadınla adamın hikâyesi vardır. Sabah olunca bu cam ortadan kalkar; ama adam evden gitmiştir; kadınsa evde yalnızdır. “Aşağı aşağı”da da “Durum”daki gibi iletişimsiz bir çiftin hikâyesi ben anlatıcı dilinden aktarılır. Öykü, anlatıcının aşağıdaki merdivenlerde bir şeyi göstermek bahanesiyle eşini yanına çağırıp aşağı atmasıyla son bulur. “Karanlıkta” adlı bölümün son öyküsü “Yoğun”da bağırdıkça acısının arttığını sezip susan bir kadının hikâyesi üçün tekil şahıs tarafından anlatılır. Anlaşılamıyor olmanın acısını çektiği belli olan kadın doğum sancısına benzer bir acıyla banyodan yatak odasına doğru ilerlemeye çalışmaktadır. Bir anda, “seslerin, beyaz gömlekli adamların, kadınların, ilaç kokularının içinde” açar gözlerini. Anlatımda yine düşsel öğeler ağır basmaktadır.
Yukarıda belirtildiği gibi kitabın ikinci bölümü, birinci bölümden bir hayli farklıdır. Bu bölümdeki öyküler ilk bölümdeki düşsellik yerine gerçeğe biraz daha yakın kurgulanır. Zaman ve mekânda ilk bölümdeki gibi atlamalar yoktur. Betimlemelerle mekân ve karakterler, okuyucunun gözünde netleştirilir. Üç öykünün bulunduğu bu bölümün ilk metni “Köpeğin Isırdığı Kriptozoolog”tur. Öykü, anlatıcının, çalıştığı yer tarafından Hu bölgesinde bulunan dağlardaki göllerde yaşayan, bilinmeyen hayvan türlerini araştırmak üzere gidecek bir kriptozoolog grubunda yazıcı olarak görevlendirilmesiyle başlar. Hazırlıkların ardından dağlık bir bölge olan Hu'ya gidilir. Hu, kurt kadar iri köpekleri, misafirperverlikten yoksun (gruba söylendiğinin aksine) insanları olan garip bir bölgedir. Misafir kaldıkları yerde, köyden birinin gidecekleri yere kadar kendilerine rehberlik edip edemeyeceğini sorarlar. Ama kimse yanaşmaz. Sonradan gelen birini rehberlik için tutup sabahleyin araştırma yapılacak göle doğru yola çıkılır. Mola verdikleri yerde ön bir çalışma yapmak için dolaşmaya çıkan grup başkanına iri bir köpek saldırdığı için geri dönerler. Öykü, anlatıcının sonradan grup başkanının ölümünü haber almasıyla son bulur.

Mutlak otoritenin (ya da sistem) karşısında kalan bireyin acizliği

Misafir kalınan evde, grup başkanının kulağı kesilmiş birine bunun nasıl olduğunu sorduğunda muhtarın araya girip “Düşmanları, bir gün yaylada tek başınayken karşısına çıkıp alaşağı etmişler ve keskin bıçaklarıyla kulağını da kesmişler. Benim büyük kızın kocasıdır fıkara.” diye araya girmesinden sonra “… öyle sanıyorum ki, bu soruyu sorduğuna pişman olmuştu. Kesik kulağın muhtarın damadı olduğu için değil, bu sorunun az çok siyasi bir sorun olacağını düşündüğü için.” (Av, s. 54) şeklinde süren bölüm kişilerin siyasetle ilgili olabilecek en küçük bir olaydan bile çekinmelerini gösteriyor olması açısından önemlidir. Ayrıca “'Demek hükümet şimdi de hayvanlarla uğraşıyor ha…' dedi. Prof. Başeve yapacakları incelemenin çok önemli olduğunu anlatmaya çalıştı. (…) 'Şüphesiz, şüphesiz.' diye başını sallayarak cevaplandırdı. 'Hükümet, faydası olmayan, önemsiz bir iş yapar mı ki!' (…) 'Bizim hayvanlarımız burada yemsizlikten, hastalıktan kırılırken, hükümetin bilmem ne hayvanlarına bakmak için sizleri buraya değin yormasına ne diyeyim, bilmem ki.'” (Av, s.54) şeklinde geçen, grubun liderinin köyün ihtiyarlarından biriyle yaptığı konuşma da yönetenlerin (hükümet, devlet vs,) ehemle mühimi karıştırmalarını ince bir dille eleştiriyor olması açısından dikkat çekicidir. Bölümün ikinci öyküsü “Yargıç Karak”, küçük bir kentte yaşayan anlatıcı ve aynı kentte yargıçlık yapan tek kişi arasında geçen olaylarla ilgilidir. Anlatıcı, kentte hukukla, yasayla işi olmayan hatta bunları küçükseyen biridir. Hukuksal işlerle ilgili bildiği tek şey kentte eski yargıç zamanında, yeni yargıç zamanındaki kadar tutuklama yapılmıyor olduğudur. Bununla ilgili meraka kapılan anlatıcı bu garip artışı araştırmaya karar verir. Çünkü eski yargıcın ölümünden sonra gelen Yargıç Karak zamanında tutuklanma oranları üç kat artmıştır. Hatta bu yüzden yeni bir hapishane bile yapılmak zorunda kalınmıştır. Araştırma için mahkemeye giden anlatıcı, eskiden normal kabul edilen birçok şeyin yasaklandığına tanık olur. Örneğin eskiden davalara girmek serbestken bunlar şimdi yasaklanmıştır. Bunun üzerine anlatıcı hiçbir bilgi edinemeden evine döner. Sabah kapısı çalar. Bir çocuk, üzerinde Yargıç Karak'tan olduğu yazılı bir mektup getirir. Mektubu alıp içeride okumaya başlayan anlatıcı korkunç gerçeklerle yüz yüze gelir. Mektup, şehirde kurduğu otoritenin bir şekilde sorgulanıyor olmasından rahatsızlık duyan ve mutlak otorite inancına sahip birinin elinden çıkmıştır. Mektupta “Aradığın gerçeği hiçbir yerde bulamayacaksın. Hiçbir açıklama yapamayacaksın. Hiçbir alanda. Çünkü kendi dışında neler olup bittiğini anlaman için başkalarının deneyimlerine ihtiyacın var. Bu deneyimleri edinmen içinse, önünde uzun bir zaman yok.(…) Ama biliyorum ki senin gibileri yargılamak boşunadır. Sen, o kafanı çelen sorunla, zaten sürekli işkence altındasın. Hiç bitmeyecek bir işkence.” (Av, s.70) şeklinde geçen bölüm, otoritenin, kendi erkini sorgulamaya başlayan insanı tehdidinin sembolize edilmiş halidir. O güne kadar hukuksal hiçbir olayla ilgisi olmamış (ki ilgilenmediğinden değil saygı duymadığından) bireyin, otoritenin yaptıklarını sorgulamaya başlamasıyla gördüğü büyük mukavemet… Ki otoritenin bunu salt bireye görünerek değil de yönettiği kişileri kullanarak yapması… Akla Matrix adlı sinema üçlemesinin ilk filmini getiriyor. Hatırlamak gerekirse: Filmde gerçek dünyadan sanal dünyaya geçmek için özel araçlar kullanılır. Ve filmin başkarakterleri tutsak edilmiş insanları kurtarmak için giderler bu sanal dünyaya. Ancak sistem kendi koruma araçlarına sistemin içindeki herhangi bir bedene girme yetkisi tanır. Ve bu şekilde içerideki herhangi biri, sistemin koruyucusu olabilir. Öykünün devamında mektubu bitiremeyen anlatıcı, bütün eşyasını, evini yakarak şehri terk eder. “Yargıç Karak” mutlak otoritenin (ya da sistem) karşısında kalan bireyin acizliğini simgelemesi açısından ilginç bir öyküdür. Devrim adlı bir gelinlikle süslenmiş totaliter rejim istenciyle yapılmış bir darbe döneminde yazılmış olması da ayrı bir önem katar öyküye. Çünkü incelendiğinde Yargıç Karak'ın bütün toplum için en iyisini bildiğine dair net ve sarsılmaz bir inanca sahip olduğu da görülür. Belki de bütün bunlar sadece rastlantıdır. Ya da?
Bölümün ve kitabın ilk iki baskısının son öyküsü “Av”, aynı zamanda kitaba adını da veren metindir. Bir köyde yaşadığı anlaşılan öykünün anlatıcısı Bey'inden gelen bir çağrıyla ava katılır. İlk duyduğunda anlamsız gelen bu daveti önce geri çevirmeyi düşünse de Bey'in kesin emri üzerine bu ava katılmak zorunda kalır. Yolda giderken bu çağrıyı oğlunun ölümüne bağlar. Zira Bey o vakte kadar kendisini hiçbir şekilde Köşk'üne davet etmemiştir. Bu duygularla Köşk'e giden anlatıcı burada bir gece kalır ve ertesi sabah Bey, oğlu ve tanımadığı başka bir yabancıyla ava çıkar. Avlanmak isteği olmadığı için ateş edemez. Bir süre hendek gibi bir yere saklanır avlanmak umuduyla. Burada saklanırken karşısında yabancıyı kendisine doğrulttuğu tüfekle görür. Yalvarmaya başlar. Bu konuşmalar esnasında arkasından gelen çıtırtıya döndüğünde Bey'i görür ve ensesinde tüfek patlar. Bu, bu dünyada duyduğu son sestir. Burada anlatıcının ava çağrılan adamın ölü hali olduğu anlaşılır. Kitabın üçüncü baskısına eklenen son öykü “Cellâdın Ölümü” adlı metindir. Öyküde, soyunun yazgısı olan cellâtlıktan kaçmaya çalışan bir adamın hikâyesi aktarılır. Ama bu sondan kaçamadığı görülür. Ve ölümü de başka bir cellâdın elinden olur.
Av; Kaçkınlar ve Bozgun'dan farklı olarak birbirlerini anlamayan karakterlerin de öykülerini içerir. Bu kitapta kişinin, yalnızlığının salt toplum yüzünden değil de bunda kendi payının olduğunun da vurgulama istenci öne çıkar. Ayrıca ilk iki kitabın içerdiği yenilmişlik ve dışlanmışlık olgusu yine ön plandadır.

Değişmeyen tek şey değişimdir

Ferit Edgü'nün ilk dönem öykülerine bakıldığında birçok biçimsel deneme yaptığı gözlemlenir. Kaçkınlar'da kişinin yalnızlığı, dışlanmışlığı, farklı olduğunda ya da olmaya çalıştığında Kaçkın damgasını yiyişi, kendinden nefret edişi (kısacası varoluşsal problemleri) bütünlüklü ve üslup sahibi olmaya çalışan bir biçimde; Bozgun'daysa, kişinin aynı varoluşsal problemleri, sadece bu problemlere yanıt ararken cevapsız kalışı ve yenilgiyi kabullenmeye başlaması üslup kaygısı olmadan ele alınır. Av ise artık değiştirme umudunu yitirmeye başlamış (hatta belki de bir şeyleri değiştiremeyeceğinden emin), ama ne yazık ki sistemle ve toplumla didişmeyi yine de bırakamayan bir yazarın eseridir. Her üç kitabındaki öykülerinde de üslup olarak bir arayış içinde olan Ferit Edgü, bu yolla okuruna (belki de kendine) her biçimde yazabildiğini de göstermektedir. Zira eserler okunursa yazarın bilinç akışı tekniğini ustaca kullanarak bilinci, betimlemeleri ustaca kullanarak çevreyi aktarabildiği görülebilir. Ayrıca hem kısa öyküleri hem de uzun öyküleri aynı ustalıkla yazabildiğini görebilir okur. Kısacası yazarın ilk dönem öykülerinde değişmeyen tek şey değişimdir. Tabii bütün öykülerinde ağır basan düşsel atmosfer sayılmazsa… Dipnotlar: (1) “Ferit Edgü ile Dünden Bugüne”, Adam Öykü, Mart-Nisan 1997, S: 9. (2) “Öteki Olmadığı Sürece Ben de Yokum”, Radikal Kitap, 3 Eylül 2010, S: 494.
Kaynaklar:
- Leş, Ferit Edgü, Sel Yayıncılık, Eylül 2010.
- Av, Ferit Edgü, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Nisan 2001.
- Kaçkınlar, Sel Yayıncılık, Ekim 2009.
- “Ferit Edgü ile Dünden Bugüne”, Adam Öykü, Mart-Nisan 1997, S: 9.
- “Öteki Olmadığı Sürece Ben de Yokum”, Radikal Kitap, 3 Eylül 2010, S: 494.

Tuesday, April 15, 2014

Aşk İçin (A Service of Love )


O'Henry
Birisi, birisinin sanatını severse, o kişi için hiçbir görev zor değildir.
Varsayımımız bu, bu hikaye buna dayanarak bir sonuç çıkartacak ve aynı zamanda yukarıdaki sözün doğru olmadığını gösterecek. Bu mantık için yeni bir şey olacak, ama hikayecilkte Çin Seddi kadar eskidir.

Resim sanatında çok iyi olan Joe Larrabee, Middle West'ten geldi, altı yaşındayken kasabadaki su tulumbasının resmini yapmıştı, resmi çerçeveleyip, kurutulmuş mısır koçanlarının yanındaki duvara asmışlardı, yirmisine gelince cebinde biraz parayla New York'a geldi.

Delia Caruters ise, Güney'deki çam ağaçlarıyla dolu bir kasabada, altı oktavlık sesiyle, o kadar ümit veriyordu ki, akrabaları onun artık Kuzey'e gidip, işi bitirmesini istediler..

Joe ve Delia, bir grup güzel sanatlar öğrencisinin, Wagner, müzik, Rembrant'ın tabloları, duvar kağıtları, Chopin hakkında tartıştıkları bir atölyede tanıştılar.

Joe ve Delia birbirlerine aşık oldular ve kısa süre içinde evlendiler, çünkü birisi, birisinin sanatını severse, hiçbir şey zor gelmez.

Bay ve Bayan Larrabee mutluydular, sanata ve birbirlerine sahiptiler, Joe yüksek ücretle resim dersleri veriyordu, ünlüydü, Delia da bay Rosenstock'tan şan dersleri alıyordu, kadın, piyanonun tuşlarını bastıran sesiyle ün yapmıştı...ben bu zengin genç adama, her şeyi satıp, fakir kapıcıya vermesi ve sadece Delia'sı ve sanatıyla yaşama imtiyazına kavuşmasını tavsiye ederdim...

İkisi de paraları varken çok mutluydular, hedefleri açık ve kesindi, Joe, fakat zamanla sanatlarında bir düşüş başladı ki, bazen olur...artık öğrencilerden fazla para gelmiyordu ve şan hocasının ücretini ödemeye para kafi gelmiyordu...birisi birisinin sanatını severse, ona hiçbir hizmet zor gelmez, Delia da kendisine yeni öğrenciler bulmaya çalıştı..ve bir akşam neşeli neşeli eve geldi:

- Joe hayatım, harika bir öğrenci buldum, bir generalin kızı! 71.Caddede oturuyor, harika bir ev, kapısını görmelisin, Bizans sanatından esinlenerek yapılmış, hele evin içi..daha önce hiç bu kadar güzelini görmemiştim..

- Öğrencim, albayın kızı Clementina..şimdiden çok sevdim, çok tatlı bir kız, hep beyaz giyiniyor, henüz 18 yaşında ama çok terbiyeli, haftada 3 gün ders vereceğim
saate 5 Dolar! ama olsun, birkaç öğrenci daha olunca, şan derslerine tekrar başlayabilirim, çatma kaşlarını bir tanem hadi akşam yemeği yiyelim..

Joe, fasulye konservesini açarken,

- Senin için çok iyi Dela, peki ya ben? Ben ne yapacağım? Gazete satıp eve birkaç dolar mı getireceğim?

Delia kocasının boynuna sarıldı

- Joe hayatım ne aptalsın, sen resim yapmaya devam edeceksin, ben müziği bıraktım sayılmaz, öğretirken bir yandan da öğreniyorum, haftada 15 dolarla krallar gibi yaşarız...

- Pekala, ama senin ders vermenden hoşlanmıyorum, bu sanat değil..

Delia, 'Birisi, birisinin sanatına değer veriyorsa, onun için her türlü görevi yapabilir, zor olmaz.' dedi..

- Parkta yaptığım eskizdeki gökyüzünü Magister çok beğendi, Bay Tinkle da bir, iki tanesini vitrininde sergileyeceğine söz verdi..umarım bol paralı bir salak görür..

Ertesi hafta karı, koca her gün erkenden kalktılar, Joe, sabah manzarası çizmek için parka gitti, Delia, ona kahvaltı için sandviçler yapıp, paketledi ve saat 7'de öperek uğurladı, ve kocası yine akşam 7'de ancak eve döndü...

Haftanın sonunda, Delia sevinçle ve gururla 15 doları masanın üzerine koydu..

Bazen Clementina beni yoruyor, sanırım yeterince çalışmıyor, aynı şeyleri tekrarlamak zorunda kalıyorum, her zaman bembeyaz giyiniyor, çok monoton ama Albay Pinkney, çok iyi bir adam, keşke onu tanısaydın Joe, bazen Clementia'yla piyanodayken yanımıza geliyor, biliyor musun, eşi yok, dul...çenesindeki beyaz keçi sakalıyla ayakta durup, derslerin nasıl gittiğini soruyor..

- Keşke çalışma odasındaki lambri kamplamaları görseydin Joe, hele astragan halılar..Clementina'ya gittikçe daha çok ısınıyorum, çok kibar, çok görgülü, General'in erkek kardeşi vaktiyle Bolivya'da bakanmış...

Sonra, Joe bir kont havasıyla, kendi kazandığı paraları Delia'nın paralarının yanına koydu,

- Dikili taş suluboya resmini sattım da..

- Şaka mı bu?

- Keşke görseydin Dela, şişman bir adamdı, resmi Tinkle'in vitrininde görmüş, ve önce yeldeğirmeni olduğunu sanmış, üstelik bana yağlıboya bir tablo siparişi verdi,

- Çok sevindim hayatım, başarıya ulaşacaksın, 33 dolar!Daha önce hiç bu kadar çok paramız olmamıştı...artık bu akşam istiridye yeriz!..

- Ve yanında şampanya,

Ertesi akşam, Cumartesi günü, önce Joe eve geldi, masanın üzerine 18 dolar bıraktı ve ellerindeki siyah boyaları yıkadı...

Yarım saat sonra da Delia geldi, sağ eli sargılarla sarılmış vaziyette...

Joe, ' Bu nasıl oldu?' diye sordu.

- Clementina, dersten sonra ille sütlü eritme peynirli ekmek istedi, çok tuhaf bir kız, öğleden sonra saat 5'de ille canı çekti, general de oradaydı, sanki evde uşak yokmuş gibi tavayı ararken görecektin, biliyorum sağlığı pek iyi değil, çok sinirli, servis yaparken kaynar sütü koluma döktü, korkunç canım yandı, kız çok üzüldü, ama general neredeyse çıldırdı, hemen yukarı koştu, birini eczaneden yanık merhemi, sargı bezi aldırmaya gönderdi, artık o kadar acımıyor.

Joe, sargıların altından gözüken beyaz lekeleri işaret ederek bu ne dedi?

- Üzerine merhem sürdük, Joe yeni bir çizim mi sattın? Masanın üzerindeki parayı görmüştü...

- Yine geçenki adam satın aldı, üstelik peşin para da verdi, benden bir ihtimal park resmi ve Hudson nehri manzarası da isteyecek, elini saat kaçta haşladın Dela?

- Galiba saat 5' di...ütü...yani sıcak süt diyecektim..generali görmeliydin Joe..

Joe, 'Otur şöyle Dela.' dedi. Ve kendisi de kanepeye kızın yanına oturdu, kolunu kızın omuzuna koydu ve sordu:

- Son iki haftadır ne yapıyorsun Dela?

Kız birkaç saniye aşk dolu, inatçı gözlerle baktı ve generalle ilgili birkaç şey mırıldandı ama sonunda gözyaşları içinde gerçeği anlattı:

- Hiç öğrenci bulamadım. diye itiraf etti. O yüzden generalin kızı yalanını uydurdum, çünkü senin resim derslerinden mahrum kalmana dayanamadım, 24. Caddedeki çamaşırhanede ütücü olarak iş buldum, bu öğleden sonra, kızın biri kızgın ütüyü koluma değdirdi, kızmadın değil mi Joe? Kızdın mı?
Hem eğer bu işi bulmasaydım, sen de o adama resim satamazdın...

- Resmi o adam almadı.

- Önemli değil kim aldıysa, aldı...ne kadar akıllısın Joe, Clementina'ya dersleri vermediğimi nasıl anladın?

- Bu geceye kadar anlamamıştım, sadece bugün elini yakan bir kız için sargı bezi ve yanık merhemi istedikler ve ben de üst kata gönderdim, son iki haftadan beri çamaşırhanenin alt katındaki bölümde çalışıyordum.

- O zaman resim satmadın...

- İkimiz de bunları sanat aşkı için uydurduk, ister resim, ister olsun...

Sonra her ikisi de gülmeye başladılar..

- Bir insan, diğerinin sanatını severse, hiçbir görev ona güç gelmez...