Thursday, May 30, 2013

"Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku"* | Ferit Edgü

Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku | KaraÇizme

"BOYUN EĞMEK, ALIŞMAYI (BU KOKUYA) SEÇMEK Mİ?"

Köpek burcundan olmalıyım. Çocukluğumdan beri kokulara karşı aşırı duyarlıyım.
       Sözcüklerin, görüntülerin, seslerin, renklerin yaratamadığı çağrışımı, kokular yaratır bende. Birlikte yaşadığım (bir zamanlar yaşamış olduğum) kişilerin kokuları perçinleşmiş gibidir belleğimin kokular hanesinde. Örneğin, babam. Öleli yıllar oluyor. Bugün bile ansırım kokusunu: İhtiyar emekli. Anamın (o da öleli yıllar oluyor) kokusunu: Kurban kadın. Ve refoulee. Kız kardeşimin kokusunu: Çılgın bakire. Eniştemin kokusunu: Ter, at ve sinir. Yalnız insanların değil, hayvanların, nesnelerin, yerlerin, yörelerin kokusu da yer etmiştir belleğimde. Dokuz yaşındayken yitirdiğim sevgili köpeğimin kokusu başkaydı. On yaşında sokakta bulup eve getirdiğiminki başka. Fatih'teki evimizin kokusu başkaydı. Firuzağa'daki evimizin kokusu başka. Evet, anlaşıldı artık, kokulara karşı aşırı bir duyarlığım var. Açıkça söyleyeyim ki beni en çok coşturan kokudur. (Yalnız, kokudur, demiyorum, ama ilk etkiyi sağlayan, derin derin soluduğum kokudur.) Sevişmem, okşamalardan, öpüşmelerden önce koklamakla başlar. Her kadının ayrı bir kokusu vardır. (Kullandıkları kokudan söz etmiyorum, kendi öz, doğal kokularından.) Daha doğrusu bin bir kokusu. Saçlarının kokusu başkadır. Ensesinin, boynunun kokusu başka. Kulağının içi başka kokar, burun delikleri başka. Gerdanı başka kokar, göğüsleri başka. (Giderek iki göğsünden ikisinin kokusu ayrıdır diyeceğim. Hiç değilse safkan dişilerde.) Koltukaltlarının kokusu, bacak aralarının kokusuna ya da diz kapağı ardının kokusuna benzer mi? Ayak kokusundan söz etmeyeceğim. (Ayak kokuları üstüne bir kitap yazabilirim. Bunda utanacak ne var?)
       Koklayacak bir dişi bulamadığımda, yatağa uzanıp kendi kendimi koklarım. Koklamak biraz da yoklamaktır. Keyifliyken başka bir koku salgılar bedenim, hüzünlüyken başka. Tokken başka. Açken başka.
       Yalnızlığın bir başka kokusu vardır, birlikte olmanın (özellikle yatakta) başka bir kokusu. Çiftleşir ya da tekleşirken bedenimizin kokusu da değişir.
       Bilmiyorum, ünlü ruhbilimci Kraft Ebing, Psycopathia Sexualis'te bu koku düşkünlüğüne ne ad veriyor? Bu koku düşkünlüğünü, örneğin, fetişizm, animalizm, egzibisyonizm, masoşizm, sadizm... gibi ruhsal hastalıklar arasında mı değerlendiriyor, yoksa "normal" karşılayarak, psycopathia'nın sınırlan içine sokmuyor mu? Freud ne düşünüyor bu konuda? Ya Jung? Aslında, bu büyük ruh hekimlerinin ne düşündüğü bilmemnemde değil. Normal ya da anormal bir koku düşkünü biriyim. Kaldı ki burada anlatmak istediğim, kokularla cinsel yaşamım arasındaki ilişkiler değil. Böylesi şeyler yazılmaz, yaşanır. Kokular üstüne bu girişi yaptımsa bunun özel bir nedeni var: Anlatacağım olayı tam değerlendirebilmeniz, bir yanlış yorum yapmamanız için, anlatanın, anlatacağı konu ya da olaya yaklaşımında, ne gibi nedenlerin, duyarlılıkların, birikimin ve tüketimin söz konusu olduğunu belirtmem gerekti. Yazıda, ne kesin bir öznellik, ne de kesin bir nesnellik söz konusu olamayacağına göre, okuyucunun, bu iki kavramın değerlendirmesini, mümkün olan doğruluk oranında yapmasını sağlaması gerekir her yazarın. Hiç değilse, bir okuyucu olarak benim beklediğim bu.
       Bunca açıklamadan sonra, anlatacağım olaya gelebilirim: Bu sabah, berbat dayanılmaz, iğrenç bir kokuyla uyandım. Nerden gelebilir bu koku? diye düşünüp, ilk aklıma gelen yere, ayakyoluna girdim. Evet, burada koku daha yoğundu. Dün gece, yatmadan önce işimi gördükten sonra sifonu çekmeyi unutmuş olmalıyım, dedim kendi kendime. Ama baktım, ortada gözle görünür bir pislik yoktu. Sifonu çektim gene de. Dolmasını bekledim, bir daha çektim. Sonra elimi yüzümü yıkamak için banyoya girdim. Burası da en az ayakyolu kadar kötü kokuyordu.
       Sabah, aç karnına ve uyku sersemi, dayanılır bir koku değildi bu. Gene de, kaynağını bulmak için derin derin soludum.
       Ve içimdeki koku uzmanına sordum:
       1) Ne kokusu olabilir bu?
       2) Kaynağı ne / neresi olabilir?
       Açıkça söyleyeyim ki çabuk ve kesin bir cevap veremedim.
       Banyonun aydınlığa bakan küçük penceresini açtım. Pencereyi açmamla koku daha bir arttı.
       O zaman
       anladım ki
       koku
       dışarıdan
       gelmektedir.
       Lodosun bir oyunu olmalı bu, diye düşündüm.
       (Kentimiz lodosta pek kötü kokar. Lodos esmeye görsün, sanki yerin dibinde gizlenmiş tüm kokular birden yer üstüne çıkar.) Kahvemi pişirmek için mutfağa girdim. Mutfakta aynı koku. Ocağın üstün de kahvem kaynarken, mutfağın penceresinden avluya bir göz attım. Avludaki ağaçların yaprağı kımıldamıyordu. "Lodos da esmediğine göre nerden geliyor bu koku?" Kahvemi içemedim. Kahvem de da yanılmaz bir biçimde kokuyordu. Döktüm. Sonra, traş bile olmadan, giyinip sokağa fırladım. Sokak, evin içinden daha beter kokuyordu. Bir sokaktan bir sokağa, ana caddeden ara sokaklara, ara sokaklardan ana caddeye, içimde, nerden geldiğini bilmediğim kokudan doğan bulantı ve belki bunun sonucu korkunç bir baş ağrısı, ordan oraya vurdum kendimi kurşun yemiş bir yunus gibi. Nereye gideceğimi bilmiyordum.
       Yalnızca bu kokudan kurtulabileceğim bir sokak, bir köşe arıyordum.
       Ne kokusunu andırıyordu bu?
       Kokmuş balık kokusu? - Değil.
       Lâğım kokusu? - Değil.
       Çürük kokusu? - Değil.
       Ağıl kokusu? - Ne ilgisi var?
       Güneşte kurtlanmış leş kokusu? - Gibi. Ama değil.
       Yanık kokusu? - Hayır.
       Yangın kokusu? - Hayır, dedik.
       Bataklık kokusu? - Olamaz.
       Bir ceset, bin ceset kokusu? - Sanmam.
       Öylesine bir kokuydu ki tüm bu kokulardan oluşmuştu sanki. Balıklar kokmuş, sebzeler çürümüş, bir çürük seli, güneşte kurtlanmış leş sürüsü üstün den akmış, binlerce gömülmemiş, günlerce yaz güneşinin altında kalmış cesetlere ulaşmış ve sonra tüm kenti alt üst eden bir yangının kokusunu getiren rüzgârla karışıp kentin üstüne çökmüştü.

       Yürüyordum.
       Yürüyordum ve yolumun üstüne çıkan dükkânlara girip çıkıyordum bu kokuyu unutmak, bu kokuyu duymamak için. Bir antikacı dükkânına girdim. Yaldızlı kokuların, ağır çerçevelerin yüzyıllar boyu kullanılmış dolapların kokusunu duymak için soludum. Hayır, antikacı dükkânında tüm bu eşyalar yerli yerlerinde duruyor, ama dışardan (dışardan?) gelen koku, onların kokusunu bastırmıştı. Bir kahveye girdim. Bir çay söyledim. Ama kahvenin kokusu dayanılır gibi değildi. Genzim boşu boşuna aradı aşınmış iskambil kâğıtlarının, telvelerin, semaverin ve nargilenin kokusunu. Oysa, kahveler, çaylar içiliyordu, nargileler fokurdatılıyor, yanıbaşımdaki masada iskambil oynanıyordu. Ama bunların hiçbirinin kendilerine özgü kokusu yoktu. O iğrenç koku tümünü bastırmıştı. Çayımdan iki yudum alamadım, çıktım kahveden. Yolumun üstüne çıkan bir kitapçı dükkânına girdim. En son çıkan kitaplara el attım. Gözüme değil, burnuma götürdüm kitapları. Ne kâğıt kokusu, ne mürekkep.
       Bir otobüse bindim. İki durak sonra indim.
       Bir dolmuşa bindim. Yüz adım sonra durdurdum.
       Bir benzin istasyonunda konakladım.
       Benzin pompalarının yanında durdum araçlara benzin verilirken. Hayır, ne insan kokusu, ne benzin kokusu... Yalnız o adlandıramadığım kokuyu duyuyordum.
       Denizi, açık havayı özledim.
       Deniz kıyısına gidersem bu kokudan kurtulacakmışım gibime geldi.

       Tıklım tıklım bir otobüse atladım, beni kent dışına, deniz kıyısında bir yere götürecek. Otobüsün kokusu, her zamanki insan (kadın, erkek, ter karışımı) kokusu değildi. Pis bir ayak kokusuna bile razıydım.
       Gözlerim, üstü başı partal, mutlaka ayağı kokan, kokması gereken birini aradı. Önlerde bir yerde böyle birini gördüm. Yolcuların ayağına basa basa, heyecanla öne doğru ilerledim. Adamın yanıbaşına vardığımda şöyle bir baktım. Ayaklarında çamurlu potur ları, sırma bıyıklan ve ürkek tavrıyla kente yeni gelmiş bir köylüydü bu. "Bu adamın ayağı kokmazsa, kimseninki kokmaz." Geldiği yerlerin ve günlerce, belki haftalarca doğru dürüst yıkanmamış olmanın kokusunu taşıyor olmalıydı. İyice yaklaştım ve derin bir soluk aldım. Hayır, dilediğim koku gelmedi burnuma. Daha derin bir soluk aldım, gene bir şey yok. Biletimi düşürdüm ayaklarının dibine. Biletimi almak için eğildiğimde, burnum handiyse postallarına değecekti. Zavallı burnum, yalnızca o pis kokuyu duydu, bir insanın ayak kokusunu değil. Doğrulduğumda, bulantım bunaltıya dönüşmeye başlamıştı. Yıkılmıştım. Sanki son gününü yaşayan bir dünyada, son gününü yaşayan ve her ikisinin de bilincinde olan (bunaltı bu değil mi? - bilincinde olmak) bir insandım.
       Bunu düşünür düşünmez, bugün ilk kez, çevreme (otobüstekilere) bakmayı akıl ettim. Ya onlar, bu insanlar duymuyor muydu bu kokuyu? Bundan tedirgin olmuyorlar mıydı? Yüzlerinde bunun belirtisi yoktu. Ya da ben göremedim. Şoförden başlayarak, herkese tek tek sormak istedim. Bir araştırma yapmak. Bağışlayın, bugün hayatınızda olağanüstü bir şey oldu mu? Bugün değişik bir koku duydunuz mu? Duydunuzsa bu koku sizce nerden geliyor? Ama, araştırmanın sonuçlarını baştan biliyordum. İlgisizlik. Şoför, biletçi ve tüm yolcular garip garip yüzüme bakacak, kimi, "Ne demek istiyorsun?" diye soracak, kimi, "Çıldırdınız mı?" diyecek, bir başkası, "Eğlenecek başka yer bulamadın mı?" diye cevaplayacaktı sorumu.
       Kısacası, soruma gerçek bir karşılık alamayacaktım.
       Bu bunaltı ve umutsuzlukla indim otobüsten.
       Tek umudum kalmıştı: Deniz.
       Deniz kıyısına attım kendimi.
       Deniz kudurmuştu.
       Dalgalar kıyıyı dövüyordu.
       Ama lodos değildi esen.
       Ve deniz kıyısında, duyulan (hiç değilse benim duyduğum) deniz, yosun, iyot kokusu değildi.
       Deniz, kendinden olmayan hiçbir şeyi barındırmayan, bir gün mutlak karaya vuran, kendine âşık deniz bile yitirmişti öz kokusunu. Denizden gelen koku öylesine ağır, öylesine dayanılmazdı ki, sanırdınız tüm balıklar ölmüş ve kokuşmuş ve binlerce boğulmuş insan cesedi doldurmuştu denizi.
       Dayanamadım. Kusmaya başladım.
       Boş midemden çıkan yemyeşil sularla ağzımın içi apacı kesilmişti. Eğilip bir avuç deniz suyu aldım ağzımı çalkalamak için. Deniz suyu bildiğim tuzlu, iyot kokan deniz suyu değildi.
       Bu koku, birkaç gün bile sürse yaşamım zehir olacaktı. Ne bir şey yiyebilir, ne bir şey içebilirdim. Uyumanın bile olasılığı yoktu.
       Ne yapabilirdim?
       Kime ne diyebilirdim?
       Anlaşma olasılığım ancak bu kokuyu duyan kişilerle olabilirdi. Oysa, sabahtan beri, bu kokudan tedirgin olan biriyle karşılaşmamıştım. Boyun eğmek, alışmayı (bu kokuya) seçmek mi? Tanrı korusun! Bu benim yapacağım iş değildi. Kendi kendimi umutlandırmaya çalıştım: Nasıl olsa çok geçmeden başkaları da duyacak bu kokuyu, dedim. Başkaları, bu kentte yaşayan soydaşlarım, hemşerilerim, insan kardeşlerim. Şu anda kıyıda ağlarını onaran balıkçılar. Fabrikalarda, atölyelerde çalışan işçiler. Esnaflar. Şoförler. Biletçiler. Herkes. Ben, kokulara karşı duygan olduğum için onlardan önce duydum. Akşam çökmeden ya da yarın olmadan onlar da duyacak bu kokuyu. Hiç kuşkusuz.
       Hiç kuşkusuz!
       O zaman?
       O zaman, el birliğiyle bir şey yapılabilir. Acaba bir yazı yazıp gazeteye verip yayımlatsam bu kokuyu bir an önce duymalarına yardımcı olabilir miyim, diye düşündüm.
       Ama ilkin, kokunun varlığından hiçbir kuşkumun kalmaması gerekiyordu. Hiç değilse, bir ya da iki kişi daha...
       Çevreme bakındım. Yalnız çocuklar vardı oynayan, bir de ağlarını onaran balıkçılar. İlkin, çocuklardan başlayayım, dedim.
       Balonuyla oynayan bir kız çocuğuna yaklaştım.
       - Bana bak yavrum, dedim. Garip bir koku duyuyor musun bugün?
       Sağ eliyle burnunu tıkadı.
       Boğuk bir sesle:
       - Hem de nasıl, dedi.
       - Gerçek mi söylüyorsun? dedim.
       - Tabiî, dedi. Neden yalan söyleyeyim?
       - Nasıl bir koku duyduğun? dedim.
       - Pis bir koku, dedi.
       - Daha önce böyle bir koku duymuş muydun? dedim.
       - Hayır, dedi.
       - Arkadaşların da duyuyor mu bu kokuyu? dedim.
       - Tabiî, hepimiz, dedi.
       - Ya evdekiler? Anan, baban?
       - Onları bilmiyorum, dedi. Onları bilmiyorum.
       Koku ordaydı. Burnumun ucunda ve kentin üzerinde. Ama umutsuzluğum bir anda yok oldu.
       - Teşekkür ederim, dedim küçük kıza.
       - Neden teşekkür ediyorsun? dedi.
       - Bana söylediklerin için, dedim.
       - Ama ben sana bir şey söylemedim ki, dedi.
       Çocuklar böyledir, her şeyi söylerler ve hiçbir şey söylemedim derler.
       Bulduğum ilk araca atladım. Evimin yolunu tuttum. Çöken akşamla birlikte koku daha da artmıştı.
       Ama aldırdığım yoktu.
       Kentin üzerindeki dayanılmaz kokuyu yazıp insan kardeşlerimi uyarabilirdim.

1968
* Düşler Öyküler, Sayı; 3, Ocak 1997

Sunday, May 19, 2013

Yaşasın video öykü! (10)

Elektronik derginin (e-dergi) basılı dergiden (b-dergi) en önemli üstünlüğü teknik olanakların çokluğu elbette. Teknolojik zenginliklerin edebiyatın yatağını genişleteceğini; yeni alt türlerin, hatta türlerin doğabileceğini düşünüyorum. Bu süreç sanırım deneysel çalışmaların tetiklemesiyle yaşama geçecek, hız kazanacak, çeşitlenecek.
Video öykü adını verdiğim alt türün, dünyada bir örneği var mı bilmiyorum ama dallanıp budaklanma potansiyelini içinde bulunduran alt türle Türkiye’de karşılaşmadığımı belirtmeliyim. Aslında türler arası bu girişim, metnin görsel-işitsel bir dosyayla flörtünden başka bir şey değil. Bakalım bu flört nasıl bir ilişkiye evrilecek?
Sizden istediğimiz aşağıdaki kısa filmle doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili -500 sözcüğü geçmeyen- bir öykü yazıp, word dosyası olarak  27 Mayıs 2013 tarihine kadar mineegbatan@edebiyathaber.net adresine göndermeniz. Editoryal değerlendirmeden geçen metinlere bu sayfada kısa filmle birlikte yer vereceğiz. Kalıcılaştırmak isteğimiz bu “kışkırtıcı” girişimden ilham alan yepyeni çalışmaların doğacağını umut ediyoruz.
Emrah Polat


Tuesday, May 14, 2013

YILDIZLAR VE SEN



Bir ilkokul öğretmeniyle bir terzinin oğluydu. Zayıf, uzun boyluydu. Gözleri koyu renkli, elleri yumuşacıktı. Mikroptan arınmış, herkesin okuma-yazma bildiği, çalışkan, yazgısı yabancı sermayeyle işleyen (kaba, kare biçiminde, dumanları tüten) iki fabrikaya sıkıca bağlı, küçük Rosales kentinin tipik bir bireyiydi. Oliva komiserdi, duvarcı ya da banker de olabilirdi. Aslında Rosales’de yıllardır polisin hemen hemen hiçbir anlamı yoktu, kimse yasaları çiğnemezdi çünkü. Üstünden en az yirmi yıl geçen en son cinayet, bir aşk cinayetiydi:
Tüccar Don Estevez, kanserli karısını öldürmüştü , onun son haftalarını ölümle pençeleşerek geçirmesini istememişti çünkü. Bu olay dışında, içkili bir takım insanlar, arada bir çevresinde kilisenin ve komiserlik binasının görkemle yükseldiği Plaza’ya gelirlerdi, ama bu durumlarda polis devreye girmezdi, çünkü bu sarhoşlar daha çok neşeden içerlerdi, bütün yaptıkları da , eski şarkılar söylemek ve kendilerinin de açık seçik bulduğu, ama aslında ergenlere özgü, masumca şakalar yapmaktı.
Komiser, eczacı ve dişçiyle kağıt oynamak için kahveye, arada bir de gazete yazarı Arroyo ile spor ya da uluslararası politika üzerine yarenlik etmek için kulübe giderdi sektirmeden. Aslında Arroyo’nun gazeteciliğine ilişkin çalışmaları ne sporla ne de uluslararası politikayla ilgiliydi. Fal sayfasında (Yıldızlar ve Sen) çoğu kez çok yakın olduğu sanılan bir geleceğin somut ve ispat edilebilir durumuna dayanarak yazılar yazdığı halde, ilgi alanı aslında müneccimlikti. Söz konusu durumlar üç alanla ilgiliydi: Uluslararası, ulusal ve doğrudan doğruya kentle ilgili durumlardı bunlar. Her üç alanda da sık sık doğru tahminlerde bulunduğu için, sadece kadınlar değil, tüm Rosales halkı “La Espina de Rosales” adlı sabah gazetesindeki astrolojiyle ilgili sütununu dikkatle okurlardı. Belki burada, öykümüzde sözü edilen kentin gerçekte hiç Rosales adını taşımadığını söylememiz gerekiyor. Bu adı yalnızca güvenlik açısından seçtik. Bugün Uruguay’da sadece belli kişiler, siyasi gruplar ve sendikalar değildir yasadışı olan. Mahalleler, köyler ve kentler bile vardır yasadışı kabul edilen.
1973’deki hükümet darbesinden sonra, Komiser Oliva kökten bir değişikliğe uğradı. Göze ilk çarpan değişiklik dış görünüşüyle ilgiliydi. Eskiden hemen hemen hiç üniforma giymezdi. Şimdi ise, o ve üniforması birbirinden ayrılmaz olmuştu. Bu da yüzüne, davranışlarına, yürüyüşüne ve buyruklarına daha bir yıl öncesine kadar insanın aklına bile gelmeyen buyurgan bir sertlik veriyordu. Öte yandan hızla ve durmaksızın kilo almıştı. Rosales’in argosunda onun için “domuzlaştı” deniliyordu.
Arroyo, başlangıçta bütün bu değişiklikleri sadece başarılı bir yanıltma olarak kabul edercesine, inanmaya inanmaya izliyordu. Ama Oliva’nın o her zamanki sarhoşları, aynı şarkıları söyler ve aynı şakaları yaparlarken,  “toplum düzenini bozuyorlar, ar ve haya duygularını zedeliyorlar” diye tutuklattırdığı o akşam  bu değişikliğin ciddi olduğunu anladı. Ve ertesi gün “Yıldızlar ve Sen”  sütununda Rosales’in yakın geleceğinin karanlık tablosunu çizdi.
Kentin tek lisesinde ilk kez bir öğrenci direnişi oldu. Ülkenin öbür iç bölgelerinde olduğu gibi, bu liseye de çok farklı yaş gruplarından öğrenciler devam ediyordu. Bazıları henüz çocuktular, diğerleri ise neredeyse yetişkin sayılmaktaydılar. Bu geleceğe gebe direnişte, gençler hükümet darbesini, parlamentonun feshini sendikaların kapatılmasını ve işkenceyi protesto ettiler.
Öğrenciler, Oliva’nın kişiliğinde oluşan değişikliğe hazırlıksız olduklarından Plaza çevresinde yürüdüler ellerinde pankartlarla ve daha ikinci kez dönüyorlardı ki, hepsi tutuklandı. Polis memurları neredeyse onlardan özür diliyor (birkaçı ayaklananların amcası ya da vaftiz babasıydı.) ve yarı eleştirir yarı korkar biçimde fısıldayarak, Oliva’nın yeni hastalığını ima ediyorlardı. Komiser, ilk yirmi dört saat içinde, iyice azarladıktan ve yargı gücüne dayanarak kendisine faşist diyenlere tahammül edemeyeceğini söyledikten sonra 60 tutukludan 50’sini salıverdi. Geriye kalan on kişiyi (reşit olanlardı bunlar) dış dünyadan kopararak komiserlikte alıkoydu. Alacakaranlıkta inlemeler, imdat sesleri, insanın içine işleyen bağırtılar duyuldu. Ana-babalar (özellikle analar) komiserlikte çocuklarına işkence yapıldığına inanamadılar. Ama gerçek buydu işte.
Ertesi gün, Arroyo’nun  astrolojik tahminleri daha da karanlık görülüyordu. Şöyle cümleler yazmaya cesaret etmişti Arroyo:
“Biri, Rosales’in yaşamını yıkım tehlikesine sokan zorlayıcı uygulamalara girişiyor. Kan akacak ama sonunda adalet yerini bulacak.”
Kentte yalnızca bir avukat vardı, ana-babalar on gencin savunmasını ona verdiler. Ama Dr. Borja, yargıcı aramaya çıktığında, onunda tutuklu olduğunu öğrendi. Bu gülünçtü ama o ölçüde de doğruydu. Cesaretini topladı ve komiserlikte konuştu. Ama henüz Habeas Corpus’tan , grev hakkı ve benzeri şeylerden söz etmeye başlamıştı ki, komiser onu uzaklaştırttı. Avukat başkentten yardım istemeye karar verdi. Ama ana-babalar olmayacak umutlara kapılmasınlar diye 
“herhalde başkentte Oliva’ya hak verirler.” biçiminde konuştu.
Düşünüldüğü gibi avukat bir daha geri dönmedi, birkaç ay sonra Rosalesliler ona, Punta Carretas’taki cezaevine sigara göndermeye başladılar. Arroyo şöyle kehanetlerde bulunuyordu:
“ Gaflet saati geldi. En iyilerin bile yüreğini kin bürüyor.”
Daha sonra da, kentin tarihinde hiç görülmemiş bir şey, danslı toplantıdaki o olay, meydana geldi. Bir süre önce fabrikalardan biri muhalif atılımları etkisiz duruma getirmek üzere işçiler ve memurları için bir lokal açmıştı. Ama burası kısa sürede tüm kentin buluştuğu bir yer oldu. Her cumartesi akşamı  gençlerle yaşlılar eğlenmek ve dans etmek amacıyla orada toplanıyorlardı. Bu dans partileri, haftanın en önemli sosyal olaylarıydı. Kuşkusuz, burada herkes yeni dedikoduları öğrenir, nişanlar, vaftiz törenleri, düğünler yapılır;  tüm hastalar ve iyileşenler üzerine konuşulurdu. Hükümet darbesinden önceki günlerde Oliva, buraya sık sık gelirdi. Herkes onu kendilerinden biri olarak görürdü. Gerçekten de öyleydi. Ama değişiklikten sonra komiser, bürosunda barikat kurdu (genellikle gecelerini orada kendi deyimiyle “işbaşında” geçirir oldu.) ve kahveye, kulübe, lokale de gelmez oldu. (Oliva’nın Arroyo’dan uzak durması da gözden kaçacak gibi değildi.)
Ancak Oliva o cumartesi gecesi, bir ön uyarıda bulunmadan adamlarıyla birlikte lokale geldi. Korkuya kapılan orkestra, akordiyoncuların öksürmesi üzerine durdu ve dans eden çiftler, makinesi birden işlemez olan bir oyun kutusu gibi birbirlerinden ayrılmaksızın oldukları yerde kalakaldılar. Oliva:

“Bayanlar, hanginiz benimle dans etmek ister ? “

diye sorduğunda herkes onun sarhoş olduğunu anladı. İki kez aynı soruyu sordu, yanıt almadan.. Herkes öylesine sus pus olmuştu ki (polisler, müzisyenler ve halk) hepsi bu küstahça şımarıklığa tanık oldu. O zaman arkasında suç ortaklarıyla birlikte Oliva kocasıyla pencere yakınlarında bir bankta oturan Claudia Oribe’nin yanına gitti. Claudia (sarışın, sempatik, oldukça canlıydı.) gebeliğinin altıncı ayında kendini hantal buluyor, doktor da erken doğum tehlikesinden söz ettiği için, oldukça dikkatli davranıyordu.
“Benimle dans eder misin?” dedi komiser onu kolundan tutarak. İlk kez sen diyordu ona.
Kocası, inşaat işçisi Anibal, sapsarı ve gepgergin olarak ayağa fırladı. Ama Claudia aceleyle:
“Hayır, teşekkür ederim.” diye yanıtladı.
“ Benimle dans edebilirsin.” dedi Oliva.
O zaman Anibal: “ Karnını görmüyor musunuz? Onu rahat bırakın!” diye bağırdı.
“Seninle konuşan yok!” dedi Oliva “Onunla konuşuyorum. Ve o da hemen benimle dans edecek.”
Anibal Oliva’nın üzerine atıldı ama bekçilerden üçü onu tuttular.
“Götürün onu!” diye emretti Oliva ve Anibal’ı götürdüler.
Oliva, üniformalı kolunu gebe kadının kalın beline doladı ve müzisyenler yarım kalan parçaya yeniden başlarken, onu dans pistine sürükledi. Kadının zar zor nefes aldığını herkes görüyordu. Başka nedenlerin yanında, nöbetçiler silahlarını çektikleri için kimse karışmayı göze alamıyordu. Çift, durmaksızın üç tango, iki bolero ve bir rumba yaptı. Dans bittiğinde, Clauida yarı baygındı. Oliva onu banka geri götürdü ve:
“ Görüyor musun, nasıl dans ettin?” dedi. Aynı gece Claudia Oribe düşük yaptı.
Kocası aylarca tek başına tutuklu kaldı. Oliva, onu sorgulamaktan özel bir zevk duyuyordu. Oribe ailesinin doktoru, devlet dairesindeki sekreterlerden birinin yeğeniydi. Bu durumu değerlendiren kentin ileri gelenleri, en sözü geçen kişiye başvurmak üzere doktorun başkanlığındaki bir heyeti başkente gönderdi.  Ama en sözü geçen kişiden gelen öğüt şuydu:
“Sanırım, bu durumda hiçbir şey yapmamak daha iyi. Oliva hükümetin güvendiği bir adamdır. Eğer tazminat ya da ceza istemi üzerinde diretirseniz, öc alır. Şimdiki zamanlarda sakin olmak ve beklemek en iyisi. Ben ne yapıyorum sanıyorsunuz? Ben de bekliyorum değil mi?”
Ama Rosales’teki gazete yazarı Arroyo bekleyemedi. O andan başlayarak savaşını sistemleştirdi.
Pazartesi günü şöyle yazıyordu sütununda:
“ Birilerinin hesap vereceği zaman yaklaşıyor.”
Çarşamba günü:
“Gücünü zayıflara karşı kullanan kişi için durum kötü.” diyordu.
Perşembe günü:
“Güçlü olan düşürülecek. Ölüm fermanını kendi imzaladı.”
Ve cuma günü:
“ Yıldızlar onu sonunu haber veriyor. Ömrü doldu. Zorbanın oğlu ölecek.”
Oliva cumartesi günü “La Espina de Resales” Gazetesi’nin yazı işlerine gitti. Arroyo orada değildi. Onu evde aramaya karar verdi o zaman. Eve varmadan önce adamlarına şöyle dedi:

“ Dışarıda bekleyin. O gülünç orospu çocuğuyla her zaman tek başıma başa çıkarım ben!”

Arroyo kapıyı açtığında Oliva onu sertçe itti ve tek kelime söylemeden eve daldı. Arroyo ne dengesini yitirdi  ne de şaşırdı. Sadece komiserle arasında belli bir uzaklık kalmasına dikkat ederek koridordan, çalışma odasına geri döndü. Oliva arkasından gelmedi. Arroyo sapsarı, dudakları sımsıkı kapalı olarak çalışma masasının arkasına geçti. Oturmadı.
“Yıldızlar sonumun geldiğini söylüyorlar öyle mi?”
“ Evet.” dedi Arroyo “Bunun benimle hiçbir ilgisi yok. Yıldızlar böyle diyor.”
“ Ne biliyorsun? Sen sadece bir orospu çocuğu değil, aynı zamanda rezil bir yalancısın da .”
“ Ben aynı fikirde değilim komiser.”
“ Biliyor musun? Şimdi hemen oturacak ve yarınki yazıyı yazacaksın.”
“ Yarın pazar. O sayfa yayınlanmaz.”
“O zaman pazartesi günü için yaz. Zorbanın oğlunun  daha yıllarca mutlu ve çok sağlıklı olarak yaşayacağını yazacaksın.”
“ Ama yıldızlar başka şeyler söylüyor komiser.”

“ Yıldızlarının içine yaparım. Yaz, hem de şimdi!”

Arroyo’nun hareketi o denli hızlıydı ki Oliva ne kendini koruyabildi ne de kaçabildi. Sadece bir el ateş etti Arroyo. Yere yıkılan Oliva’nın açık, şaşkın gözlerine bakarak.
“Yıldızlar yalan söylemez.” dedi....
                                                                                                     

MARIO BENEDETTİ

Çeviri: Zerrin Günyol  (Akan Yayıncılık)

Sunday, May 12, 2013

SÜMÜKLÜ BÖCEK (Tahsin Yücel)


Sümüklü böcek hepimiz gibi bir böcekti. Ahım şahım bir böcek değildi öyle, dışardan bakanlar için hiçbir çekiciliği yoktu, yakışıklı bir böcek olduğu söylenemezdi. Ama pek çirkin de sayılmazdı, ufak tefek, kara kuru bir böcek olsa da istendi mi sevilebilirdi. Bütün böcekler hep böyle pırıl pırıl, renk renk olmazlardı ya, her böcek her bakanın gözlerini kamaştırmazdı ya. Azdı öylesine böcekler, sümüklü böcek çoğunluktandı bakanların gözlerini kamaştırmayan sürü sürü böceklerden biriydi. 0 böyle şeylere hiç önem vermezdi zaten, gözlerle ilgili şey üzerinde durmazdı.
Sümüklü böcek içli bir böcekti. Zayıftı, güçsüzdü, sessizdi. Öksüz büyümüştü. Babasını Almanlar vurmuşlardı. Şu koca dünyada anacığından başka hiç kimsesi yoktu. Sümüklü böcek kimsesizdi. Anası üstüne titrer dururdu ama sümüklü böceğin hiçbir şeyini değiştiremezdi. Sümüklü böcek hep yalnız gezerdi. Gezdiği yerler de güzel yerlerdi doğrusu, göğe doğru yükselen, koca koca ağaçlar, terli terli otlar, yağmur sonralarının su birikintileri yalnızlığını unuttururdu. Zaten hep yalnız yaşamıştı, bunun için yalnızlığın acısını bilmezdi. Yalnızlığın acısını bilmediği için de mutlu bir böcek olduğu söylenebilirdi. Ne var ki o da bütün yalnızlar gibi çok düşünürdü. Uykular bir yana, düşünmediği an yok gibiydi. O kadar uyku da uyumazdı, geceleri gözlerini yıldızlara diker, saatler boyunca düşünür, düşünürdü. Anasını en çok üzen de buydu; zayıflığı, güçsüzlüğü sessizliği düşünmekten sanırdı. Düşünmesine engel olmak isterdi. Engel olabilseydi, sümüklü böcek mutlu mu, dertli mi olurdu, güçlü mü, güçsüz mü olurdu, orasını kimsecikler bilemez ama bugünkü sümüklü böcek olmayacağı şüphe götürmezdi.
Anası, sümüklü böceği bir türlü değiştiremedi. Sümüklü böcek düşünmeye devam etti. Gün geçtikçe daha çok düşündü. Uykuyu hiç sevmiyordu, hep düşünmek istiyordu. Uykuda da düşüncelerinin düşünü görüyordu. Gittikçe zayıflıyor, inceliyor, iğneye ipliğe dönüyordu. Anacığı bu durumu gördükçe için için eriyordu, iki gözü iki çeşme ağlayıp duruyordu, o da uykularını yitiriyordu. Sümüklü böcek, anasının kaygısını anlamıyordu. Sümüklü böceğe göre en büyük erdem düşünmekti, en büyük zenginlik iyi düşünceler, sağlam bilgilerdi. Bir böcek için daha yüce, daha büyük bir zenginlik düşünemiyordu; böcekleri uzaktan uzağa tanıdığı için de bütün böcekleri aynı düşüncede sanıyordu.
Sümüklü böcek, gözlerini yıldızlara dikiyor, düşünüyor, düşünüyordu. En sonunda yıldızlar köreliyor, sümüklü böceğin gözleri kararıyor, kapanıyor, iyi düşüncelerin düşleriyle dolu bir tavşan uykusuna dalıyordu. O zaman anacığı kalkıyor, çevresinde dört dönüyor, şöyle biraz rahat, şöyle biraz daha fazla uyuması için, aklına ne eserse, elinden ne gelirse yapıyordu. Ama çok geçmeden gökyüzü ağarıyor, çevrenin bütün böcekleri sabah türküsüne başlıyorlardı. Anacığı köpürüyordu, küplere biniyordu, hemen dışarı fırlıyor, bütün türküleri susturmak istiyor, böcekler kulak asmayınca da ağzına geleni söylüyordu. Böceklerin aldırdıkları bile yoktu. Yoksul ananın yüzüne karşı gülüyor, seslerini daha çok yükseltiyorlardı. Adını “Kavgacı Karı” koymuşlardı, bu da onun kulağına kadar gelmişti ama ana yüreği bir şey dinlemiyordu ki...
Anası böceklerle cebelleşe dursun, sümüklü böcek birdenbire gözlerini açıyor, “Güneş ne kadar da yükselmiş ! Şu böcekler de olmasa hiç uyanamayacağım galiba, eksik olmasınlar !” diye söylene söylene yerinden fırlıyor, anasının hazırladığı güzelim yemeklere elini bile sürmeden alıp başını gidiyordu.


Yine bir bahar sabahı alıp başını gitmişti. İnceydi, sıskaydı ama hiçbir yorgunluk duymuyordu. Sağına soluna bakmadan yürüyordu. Birdenbire kulağına bir ses geldi, irkildi, duruverdi. Duyduğu seslerin hiçbirine benzemiyordu bu ses, çok da uzaklardan gelir gibiydi. Garipti, duyulmadık bir sesti, ne ağıda, ne gülüşe, ne türküye benziyordu. Sümüklü böceğin bütün düşüncelerini üzerine çekiyordu. Sümüklü böcek olduğu yerde kalakalmıştı. Sümüklü böcek birdenbire vurulmuştu bu sese. “Çok görmüş, çok çekmiş, çok düşünmüş, çok iyi bir yaratığın sesidir bu ses” diye düşünüyordu. Bu bakımdan, bazı insanların yüzlerine, gözlerine bakarak içlerini de anladıklarını sanan bazı insanlara benziyordu. Sesin geldiği yere doğru yürümeye başladı. Kendinde değildi, sarhoş gibiydi. Usul usul yürüyor, bütün varlığını kulaklarında topluyordu. En sonunda bir ağacın dibinde durdu. Kocaman bir ağaçtı. Gövdesinin kabukları yarık yarıktı. Bu yarıklardan birisinin içinde küçücük bir koza vardı. Sesin kozadan geldiğini anladı. Yavaş yavaş ağacın gövdesine tırmandı ,usulcacık yanına geldi kozanın, durdu, dinledi. Kozanın içinde görünmeyen bir kadın ağlıyordu. Ama nasıl ağlıyordu, ama nasıl ağlıyordu, nasıl ağlıyordu ! Sümüklü böceğin gözleri yaşardı, sümüklü böcek de ağladı. Sümüklü böcek hiç böyle olmamıştı. Ne tuhaf ! Hiçbir şey düşünemiyordu, düşünmek aklından bile geçmiyordu, yalnız bir bambaşka ağıt       duyuyordu, yalnız ağlıyordu. Neden sonra kendini topladı gözlerini sildi. Kozadaki kadının ağıdı da durmuştu. Kozaya biraz daha yaklaştı.
“Nedir derdin ?” diye sordu.
Kozadaki kadın da onun ağıdını duymuştu.
“Senin derdin nedir?” dedi.
Sümüklü böcek hiç düşünmedi:
“Benim derdim sensin !” diye cevap verdi.
Kozadaki kadın ilk önce inanmadı ama sonra ister istemez inandı. Sümüklü böcek, kozanın başından hiç ayrılmadı. Kozanın içindeki kadın bir kelebekti. Güzel günler görecekti. Kelebeklerin, kanatları çıkmadan önce bir zaman karanlık bir kozada kalmaları en büyük, en gerçek sevinçlerin, acılardan, karanlıklardan sonra geldiğini anlasınlar diyeydi. Ama bizim sümüklü böcek ona birdenbire vuruluvermişti, kara günler yaşamasını istemedi, sevdiğine karanlığı unutturmak istedi.  Başardı da. Ne derlerse desinler, kelebek en iyi günlerini karanlık kozada geçirdi. Sümüklü böcek, kelebeğin bir dakika dertlenmemesi için canını bile verirdi. Hiç ayrılmıyordu yanından, umut dolu, yaşamak dolu güzel şeyler söylüyordu. Çok da şey biliyordu; bildiklerini, vardığı sonuçları anlatıyordu. Gündüz güneşi, gece yıldızları anlatıyordu. Çok güzel bir şarkı vardır, bir yıldıza gönül vermiş bir sürüngenden söz eder. Sümüklü böcek o sürüngen gibi değildi, bilgili böcekti, yıldızların böcek olmadıklarını, böcek olmadıkları için de yıldızlara gönül verilemeyeceğini bilirdi. Kozadaki kadına yıldızların dünyalar kadar büyük, alabildiğine uzak olduklarını söylerdi. Kozadaki kadın, sümüklü böceğe duyduğu hayranlığı saklayamazdı. Ama sümüklü böcek övülmeyi sevmezdi nedense, sözü hemen değiştiriverirdi. Durmadan konuşurlardı. Konuşmak, anlaşmak, sevmek ne güzel şeydi, iki olmak ne güzel şeydi ! Sümüklü böcek yalnızlığın korkunçluğunu yeni yeni anlıyordu. Gecenin ilerlemiş saatlerinde kelebeğin uykusu geliyordu, sümüklü böcek kelebeğe ninniler söylüyordu. Kelebek güzel ninnilerle uykuya dalıyordu. Kelebek uyumuş da olsa sümüklü böcek devam ediyordu, coştukça coşuyordu, en iyi, en güzel, en gerçek şeyleri bu ninnilerle söylüyordu. Sabahleyin kelebeği türkülerle uyandırıyordu. Sonra birlikte geçirecekleri güzel günlerden söz ediliyordu. Güzel günler her sabah biraz daha yaklaşıyordu.
Bir gün oldu, beklenen gün geliverdi. Kelebek kozayı delip çıktı. Çok güzeldi, kanatlarının o güzel rengi yağmur sonu göklerini düşündürüyordu, ne hoş bir maviydi ! Sümüklü böcek çok yorulmuştu, bitkindi, uykusuzluk canına okumuştu, elinde olmadan uyumuştu o sırada. Kelebek de uyandırmadı. Nedense bir tuhaf olmuştu. “Uyusun,” diye düşündü. Sümüklü böceği alnından öptü, sonra usulca uçtu. Uçmanın, yer yüzünü yeniden görmenin sonsuz sevinci içindeydi. Bütün gün uçtu. Kanatlarının gök mavisine bütün böcekler bittiler, gözleri kamaştı. Bütün böcekler onunla dost olmak istediler. Ama her isteyen yanına yaklaşamadı, o kadar güzeldi ki yanında rahat rahat, çekinmeden, gözleri kamaşıp da dili tutulmadan konuşabilmek her böceğin yapabileceği iş değildi. Yalnız renk renk, pırıl pırıl böcekler yaklaşabildiler yanına, kibar kibar konuştular, çabucak seviverdiler birbirlerini. Gezdiler tozdular, güldüler, eğlendiler, güzel çiçeklerden bal emdiler. Kelebek mutluluktan uçuyordu, her şeyi unutmuştu, sümüklü böceği bile unutmuştu. Ancak akşam üstü aklına geldi. Ona acıdı. Yanına dönmek istedi. Ama hiç acele etmedi, uçmanın, görmenin beğenilmenin tadını çıkara çıkara, yavaş yavaş gitti ağacın yanına.
Sümüklü böcek pek şaşkın duruyordu. Dert1i olduğu belliydi. Kelebeği bütün bütün yitirdiğini sanmıştı. Sesini duyunca sevindi. Sevindi ya yine de şaşırdı, gözlerine güç inandı, kelebek ne kadar da güzeldi ! Ama kelebeğe güzel olduğunu söylemedi, başka şeyler söyledi, her zamanki şeyleri... Kelebek, sözlerini dinliyorsa da eskisi gibi dinlediği söylenemezdi. Öğleyin ağaçların gölgesinde çapkın bir böcekten güzel bir vals öğrenmişti, çok sevmişti. Hem dinliyor, hem arada bir şey söylüyor, hem de tek başına vals ediyordu. O böyle dönüp durdukça, sümüklü böcek ne diyeceğini şaşırıyordu, düşünceler birbirine karışıyor , yıkılıyordu. Düşündüklerine inanan kimseler, bu düşüncelerini söylerken dinleyenler dikkat etmezlerse, gülerlerse, başka şeylerle ilgilenirlerse, doğru dürüst konuşmazlar, üzülürler, küçülürler. Sümüklü böcek yine de aldırmadı buna, kelebeğe güveni vardı, kelebeği deli gibi seviyordu. Bir zaman böylece konuştular. Derken yeşil ağaçlar kararmaya başladı. Kelebek havaya baktı.
“Akşam oldu,” dedi, “Sen bu akşam ne yapacaksın ?”
Sümüklü böcek kelebeğin gözlerine baktı, gülümsedi.
“Ne istersen onu yapacağız,” diye cevap verdi.
Kelebek, başını çevirmedi, gülümsedi. “Yapacağız” da ne oluyordu ? “Ne yapacağız?” dememişti ki kelebek ! “Ne yapacaksın?” demişti. Kelebek ne yapacağını biliyordu, bu akşam büyük bir baloya davetliydi. Bir an düşündü. Sümüklü böceği de götüremez miydi? Sümüklü böcek iyi bir böcekti, eşsiz düşünceleri vardı, doğrusunu söylemek gerekirse, onun o güzel türkülerini, o güzel ninnilerini başka hiçbir böcekten duymamıştı, ettiği iyilikler de unutulamazdı, sonsuz sevgisi unutulamazdı. Ama bugün konuştuğu, dolaştığı böceklerin hiçbiri sümüklü böceğe benzemiyordu, hiçbiri sümüklü böcek gibi donuk renkli değildi, sümüklü böceğin baloya gitmesi ne de olsa tuhaf kaçacaktı, onu sümüklü böceğin yanında görünce belki de ayıplayacaklardı, sümüklü böceği baloya götüremezdi.
“Ben baloya gidiyorum bu akşam, senin ne yapacağını soruyorum.” dedi.
Sümüklü böcek çok sarsıldı, ama belli etmedi.
“Ben de burada kalırım, seni beklerim,” dedi.
“Ama yalnız başına sıkılırsın,” dedi kelebek, “Ben belki çok geç dönerim.”
Sümüklü böcek gülümsemeye çalıştı.
“Seni düşünürsem sıkılmam” dedi.
Kelebek, baloya gitti. Çok eğlendi, çok beğenildi. Kimseleri beğenmeyen yusufçuk böceği bile onunla kaç kere dans etti, kelebekle dans ederken pırıl pırıl yeşil kanatlarını geriyor, yeşil kılıcını, dimdik, havaya kaldırıyordu, kulağına tatlı tatlı şeyler söylüyordu. Kanatları gök mavisi güzel kelebek uyumuyordu, ama peri masallarına benzer düşler görüyordu. Sabaha doğru ağaca döndüğü zaman bile bu güzel düşler içinde yüzer gibiydi.
Sümüklü böcek hiç uyumamış, beklemişti. Kelebeğin güzelliğini öven türküler yakarak vakit geçirmişti. Kelebek, balodan dönünce hepsini söylemeyi düşünmüştü. Ama söyleyemedi, dili tutulmuştu sanki. Sonra kelebeğin uykusu vardı, yorulmuştu, hemen uyudu, yusufçuk böceği düşlerine girdi.
Bu hep böyle sürdü gitti. Kelebek, yerinde duramıyordu. Bütün gün dolaşıyor, eğleniyordu, her gece baloya gidiyordu, her baloda el üstünde tutuluyordu. Gece yarısından önce dönmüyordu. Sümüklü böcek, kelebek gelir de göremem diye ağacın altından hiç ayrılmıyordu. Kelebek için türküler, ninniler düzüyordu. Kelebek uyurken ninnilerini söylüyordu ama türkülerini de söylemeyi bir türlü göze alamıyordu. Sümüklü böcek bir şeylerden korkuyordu. Sümüklü böcek bütün bütün zayıflıyordu, görenler tanıyamazlardı. Ama kelebeği tırnak ucu kadar olsun suçlu bulmuyordu, kelebeği deli gibi seviyordu çünkü. Kelebek de hep yorgun dönüyordu, fazla bir şey konuştukları yoktu. Eski, güzel günler neredeydi ? Şimdi havadan sudan başka bir şey konuşmuyorlardı.
Sümüklü böceğe bunu bile çok gördüler. O pırıl pırıl, o renk renk ama dedikoducu böcekler, çok geçmeden bu dostluğu anladılar. Kelebeğe de belli ettiler. Kelebekle birlikte sümüklü böceği konuştular. Anasından söz açtılar, güldüler. Onlarla birlikte kelebek de güldü. Donuk rengini alaya aldılar. Kelebek buna gülmedi. O kadar da kötü değildi. Sümüklü böceğe çok şey borçluydu, donuk renkli sümüklü böcekten birçok şeyler öğrenmeseydi bu parlak renkli böcekler arasında bu kadar parlayamayacaktı, sözlerini ilgiyle dinlemeyeceklerdi. Böyle güzel oluşunda bile sümüklü böceğin büyük payı vardı, sümüklü böcek onu böyle sevmeseydi bu kadar güzelleşemeyecekti, sevginin her şeyi güzelleştirdiği, sümüklü böceğin bulduğu bir gerçekti. Ama o bunların hiçbirini söyleyemedi, sümüklü böceğe acıdığını söyledi yalnız, dertli, yoksul bir böcek olduğunu, yüzüne hiç bakmamanın komşuluğa yakışmayacağını söyledi.
“Çok iyisin, çok alçak gönüllüsün, şekerim !” dediler.
Mavi kelebek, parlak renkli böceklerin en iyisiydi gerçekten de, ne var ki parlak renklerden sıyrılmadan gerçek iyiliğe ulaşılamazdı. Kelebek, bir parlak renkli böcek ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiydi.
Bundan sonraki balolarda da sümüklü böcekten sık sık söz açıldı. Kelebek, sümüklü böceğin durumunu üzülerek anlattı.
“Çok iyisin, çok alçak gönüllüsün, şekerim !” dediler, kelebeğin koltukları kabardı.
Sümüklü böcekte dayanacak yürek kalmamıştı. Bu duruma bir son vermek istiyordu, ne olacaksa olsundu artık ! Kararını verdi, her şeyi söyleyecekti. Kendine güveni vardı, iyi, temiz böceklere yaraşır bir ömür yaşatacaktı kelebeğe, onun için kötülükten gayri her şeyi yapabilirdi, kelebeğin mutluluğu uğrunda hiçbir şeyden çekinmeyecekti. Kelebeği beklediği gecelerde, gündüzlerde yaktığı türkülerin en güzel parçalarını bir araya getirdi, uzun ama alabildiğine güzel bir türkü oldu bu. Bu türküyü söylediği zaman, kelebek her şeyi anlayacaktı, can evinde duyacaktı. Bekledi, kelebek geldi. Bir yaprağın üstüne kondu, yağmur sonu göklerini andıran canım kanatlarını açıp açıp kapıyordu. Keyfi yerindeydi, o kadar yorgun da değildi, tam sırasıydı ! Sümüklü böcek yaprağın altına geldi, türküsünü söylemeye hazırlandı, ama tek kelimesini bile söyleyemedi.
“Seni seviyorum, kelebek,” dedi yalnız.
Kelebek çok şaşırdı. Akıllı kelebekti, zaten biliyordu, olanların hiçbiri aklından çıkmamıştı ama yine de şaşırdı işte.
“Nerden belli ?” dedi.
Sümüklü böcek, geçmiş günlerden söz açmayı aklına bile getirmedi. Yalnız sustu.
“Nerden belli ?” diye tekrarladı kelebek, “Beni sevdiğini nasıl göstereceksin ?”
Kelebek ne kadar da değişmişti ! Sümüklü böceğin gözleri parlıyordu.
“Öl de, öleyim!” diye cevap verdi.
Kelebek uzaklara baktı. Hava kararmaya başlamıştı, belki de baloya geç kalacaktı.
“Ölmek neye yarar ?” dedi.
“Seni sevdiğimi göstermeye !” dedi sümüklü böcek.
Kelebek güldü.
“0 zaman da beni alamazsın ki..?” dedi.
“Seni sevdiğimi iyice anlarsın ya,” dedi sümüklü böcek, “Bu kadarı bana yeter.”
Kelebek, uzaklara baktı yine, gözlerini kapadı, ne zaman sevgiden söz açılsa, aklına yusufçuk böceği gelirdi.
“Ben sana çok daha kolay bir yol göstereceğim,” dedi,
“Yusufçuk böceğiyle evlenmemi sağlıyabilir misin?”
Kelebek ne kadar da değişmişti! Sümüklü böcek bir dakika bile duralamadı.
“Elimden geleni yaparım, bu işi başaracağım!” dedi.
Kelebek, baloya geç kalacaktı, uçtu gitti.


Sümüklü böcek yola çıktı. Yusufçuk böceğini buldu. Neler, neler söylemedi? Önce güzel şeylerden, iyi şeylerden başladı. Sümüklü böcek kötü şeyler düşünemiyordu, kelebeğin iyiliğine, güzelliğine inanıyordu. Ama yusufçuk böceğinin böyle şeylere karnı toktu. Yusufçuk böceği zengin böcekti, daha da zenginleşmek istiyordu, dünyanın en zengin böceği olmayı koymuştu aklına. Tek düşüncesi buydu, gerisi önemsiz şeylerdi. Böcekler için zenginlik ve para, renkti. Yusufçuk böceğinin kanatlarındaki, kılıcındaki yeşil hiçbir böcekte yoktu. Ama yusufçuk bununla yetinmiyordu. Gök kuşağının bütün renklerine sahip olmak istiyordu. Gök kuşağının bütün renklerini elde ettiği zaman, böceklerin en zengini olacaktı. O zaman sümüklü böcek, kelebeğin kanatlarındaki yağmur sonu mavisini övdü. Gök kuşağı da yağmur sonlarında görünmez miydi zaten?
Yusufçukla kelebeğin düğününe, yoksul, zengin bütün böcekler davetliydi. Bu düğünde kimsecikler sümüklü böceği göremedi. Anacığının dizinde ağlıyordu...
Yusufçuk böceği, kanatları yağmur sonu göklerini andıran güzel kelebeği alıp başka bir şehre gitti. Sümüklü böcek nerdeyse çıldıracaktı. Artık her şey bitmişti, ama düşünmeden edemiyordu ki. Düşündükçe düşünüyor, dertlendikçe dertleniyor, inceldikçe inceliyordu. Çok geçmeden anacığını da yitirdi. Kadıncağız yine bir sabah, böcekleri susturmak için bağıra çağıra dışarı çıkmıştı. Adını söyleyemeyeceğim bir böcek, uşaklarına emir verdi, sümüklü böceğin anasını iyice dövdüler, gözleri daha o akşam yumuluverdi. Bütün böcekler rahat bir soluk aldılar, sümüklü böceğin anasının sözü bile edilmedi bir daha. Zaten konuşacak çok şeyler vardı. Yusufçuğun gittiği şehirden bir sürü haberler gelmişti. Şu yusufçuk vefasızın biriymiş, kelebeğin kanatlarındaki bütün maviliği almış, sonra da yüzüstü bırakmış biçareyi. Bir arının balına tamah etmiş, ardına düşmüş. Balayı yolculuğuna çıkmışlar. Biçare kelebeğin nerede olduğu bile belli değilmiş...
Sümüklü böcek bunları duyunca deliye döndü. Önce gelir diye bekledi. Gelseydi hiçbir şey sormadan bağrına basacaktı, “kanadının mavisini ne ettin?” demeyecekti,sümüklü böcek onun mavisini sevmemişti ki...
Kelebek gelmedi. Gelmeyince sümüklü böcek yolculuğa hazırlandı. Demir asa, demir çarık gidecekti;yine bulacaktı kelebeği,yine duyulmadık türküler söyleyecekti ona, sevgili kelebeği teselli edecekti, ona mavinin, yeşilin hiçliğini anlatacaktı. Bu uzun yolculuktu, belki hiç bir zaman bitmeyecekti. Bunun için , düşüne düşüne kazandığı bütün bilgileri bir araya getirdi, oyum oyum yüreğinin biçiminde, sırtında taşıyacağı bir ev yaptı, yola çıktı. Sonra sonra boynuzları büyüdü, böcekler buna kötü bir anlam verdiler ama yanılıyorlardı, sümüklü böceğin boynuzları o yüzden büyümemişti. Boynuzlarının ucunda gözleri vardı, boynuzları yukarılarda kelebeği araya araya büyümüştü.
Sümüklü böcek şimdi hâlâ yoldadır, kelebeği arar durur. Yağmur sonlarında bahçenize çıkarsanız görürsünüz. Sümüklü böcek yağmur sonlarında bir yerde duramaz olur, gözleri göklerde, yürür gider. Belki de bu, yağmur sonu gökleri kelebeğin kanatlarını andırdığı içindir.
Ya, sümüklü böcek hâlâ gider işte böyle... ama budala bir âşık değildir, iyi şeyler düşünmeye her zaman devam etmiştir. Yavaş gitmesi bundandır. Geçtiği her yere parlak bir yol çizer incecikten. Bu parlak yol, sümüklü böceğin en iyi, en güzel düşünceleridir. Bilginler bu parlak yola eğilselerdi,çok şeyler bulabilirlerdi. Ama sümüklü böceği küçük gördüler, yolunu beğenmediler,eğilmediler, büyük büyük şeyler aradılar, atom bombasını buldular.


BUKALEMUN

Başkomser Oçumelov kalın paltosuna bürünmüş, elinde paket, pazarın içinden geçiyordu. Arkasından ise kızıl saçlı bir polis memuru, elinde içi biraz evvel el koydukları üzümle dolu bir kalbur, sallana sallana geliyordu. Etrafta bir sessizlik vardı... Pazar yerinde in cin top oynuyordu... Küçük dükkanların ve meyhanelerin kapısı ardına kadar açık, tıpkı açlıktan nefesleri kesilmiş ağızlar gibi, hazin hazin Allah’tan medet umuyorlardı. Görünürlerde bir dilenci dahi yoktu.
Aniden birisinin sesi Oçumelov’un kulağına çarptı.
“Demek sen ısırırsın ha, seni gidi pis köpek! Bırakmayın kaçsın çocuklar! Isırmak artık serbest değil bu memlekette. Tutun şunu! uff ! “
Bir köpeğin cıyaklamaya benzer havlaması işitildi. Oçumelov sesin geldiği tarafa dikkatli dikkatli baktı ve şunu gördü: Kereste tüccarı Piçugin’in bahçesinden taraf bir köpek üç ayağının üzerinde koşarak geliyordu. Arkasından da yakası kolalı basmadan bir gömlek giymiş, yeleğinin düğmeleri açık, bütün vücuduyla öne doğru eğilmiş, birisi koşarak takip ediyordu. Adam, ayağı bir şeye takılmış gibi kösteklendi fakat köpeğin kuyruğuyla arka ayaklarından birini eline geçirdi Köpek cıyaklar gibi bir daha havladı ve yine bir ses “Bırakma kaçsın!” diye bağırdı. Uykulu suratlar kafalarını dükkanların kapısından dışarıya doğru uzattılar ve kısa bir zamanda, sanki aniden yerden bitmiş gibi, büyük bir kalabalık kereste bahçesinin etrafına toplandı.
“Birisi halkın sükunetini ihlal ediyor olmalı,Beyefendi!”diye polis memuru mırıldandı.
Oçumelov döndü, sert adımlarla kalabalığa doğru yürüdü. Tam kerestelerin yığıldığı bahçenin kapısı önünde, yukarıda tarif edilen, yeleğinin düğmeleri açık adamı gördü. Adam sağ elini havaya kaldırmış, kanayan parmağını toplanan ahaliye gösteriyordu. Sanki şu sözler: “Ben sana gününü gösteririm, seni rezil köpek!” sarhoş suratına yazılmış gibiydi ve kanlı parmağını da âdeta zafer bayrağı gibi sallayıp duruyordu. Oçumelov bu herifi çok iyi tanıyordu: Kuyumcu Kuryukin. Ve tam kalabalığın ortasında, ayrık ön ayakları üzerine çökmüş suçlu oturuyordu. Sivri burunlu, sırtında sarı bir leke bulunan bu beyaz Borzoy cinsi köpek yavrusunun bütün vücudu korkudan tir tir titriyordu. Yaşlı gözlerinde korku ve perişanlığın ifadesi okunuyordu.
Oçumelov kalabalığı omuzlayıp orta yere doğru ilerlerken,
“Ne oluyor burada?” diye sert  sert sordu. “Ne işiniz var burada, niye toplandınız? Sen; parmağını niye havada tutuyorsun? Demin bağıran kimdi?”
Önce şöyle bir öksürdükten sonra, Kuryukin:
“ Efendim, ben kuzu kuzu yolumda yürüyordum,” diye lafa başladı. Mitri Mitriç’le halledilecek bir kereste işim vardı burada, ve aniden, hiç ortada bir sebep yokken, şu lanet şey parmağımı ısırdı... Benim sanatım zor bir sanattır ve de parmağımın yaptığım işte rolü çok büyüktür. Bana tazminat ödemeye mecbur edin sahibini- kim bilir, belki de parmağımı bir hafta oynatamayacağım. Kanun demiyor ki, Efendim, biz azgın hayvanlara baş eğelim. Eğer herkesin köpeği ısırmağa başlarsa, hayat çekilmez bir hale gelir...”
Oçumelov kesik kesik öksürdü, kaşlarını çattı ve,
Hımmm... peki, peki” diye sert sert söylendi. “Pekala, pekala... kiminmiş bu köpek? Bu işi burada bırakamayız. Ben onlara, köpeklerini böyle başı boş etrafa salmak ne demekmiş öğretirim! Kanunlara saygı göstermeyen beylere  ders vermenin zamanı geldi! Hangi alçak herifinse, cezayı yiyip akıllansın! Köpekleri, hayvanları başı boş sokağa bırakmanın ne demek olduğunu ben ona öğretirim! Ben ona hanyayı Konya’yı gösteririm!” Lafın burasında “Eldirin!” diye bağırarak polis memurunu çağırdı ve devam etti. “Hemen köpeğin kime ait olduğunu bul ve derhal bir zabıt tut. Ve hiç vakit kaybetmeden köpeği götürüp imha etmek lazım. Belki de kuduzdur... kimin köpeği bu soruyorum?”
“Zannederim general Jigalov’un” diye bir kalabalığın arasından yükseldi.
“Genaral Jigalovun mu dedin? Hımm... Eldirin, yardım et de şu paltomu çıkarayım  Off, amma da sıcak bastı ha! Yağmur sıcağına benziyor.” Oçumelov böyle dedikten sonra Kuryukin’e döndü ve:
“Anlamadığım bir şey varsa, o da şu – nasıl oldu da seni ısırdı? Nasıl oldu da parmağına ulaşabildi? Bu küçücük bir köpek, sen ise sırık gibi bir herifsin! Belki de parmağına çivi filan battı ve sen de bir yerden tazminat koparabilmek için böyle bir şey uydurdun. Ben senin gibileri çok iyi bilirim! Hilekâr şeytanlar!”
“Herhalde sırf şaka olsun diye, yanan sigarasını zavallı köpeğin burnunda söndürdü, efendim. Ve hayvan da kendini müdafaa etti. Aptal değil ki! Hem bu Kuryukin her zaman böyle sakarlıklar çıkaran belalı bir adamdır, Efendim” diyerek polis memuru fikrini ileri sürdü.
“Yalan söyleme ulan şaşı! Böyle yaptığımı gözünle gördün mü, niçin iftira atıyorsun? Başkomiser Beyefendi akıllı bir beyefendidir ve kimin yalan söylediğini kimin doğru söylediğini pekala bilir. Eğer yalan söylüyorsam, mahkemelerde sürüneyim! Kanunda yeri var... bütün insanlar eşittir diye. Benim de polis kardeşim var, haberiniz olsun...”

“Münakaşa istemez!

“Hayır, hayır bu General’in köpeği değil” polis memuru sanki derin derin düşündükten sonra karara varmış gibi konuştu. “General’in buna benzer bir tek köpeği yok. Onun bütün köpekleri avcı köpekleridir.”

“Emin misiniz?”

“Hem de çok eminim, Efendim.”
“Ve haklısın da! General’in köpekleri pahalı, cins köpekler. Ve bir de şuna – hele şuna bak! Çirkin, pis ve üstelik de uyuz mu uyuz! Böyle bir köpeği hangi cehenneme beslerler, bilmem ki? Serseri herifler! Eğer böyle bir köpek kendisini Moskova veya Petersburg’da bulsa başına ne gelir bilir misin? Kimse kanun filan dinlemeden bir dakika içinde imha ediverir! Evet Kuryukin, sen davanda haklısın ve bak söylüyorum, sakın bu işi burada bırakma! Tazminat davası aç! Sahibi kimse iyi bir ders alsın! Aklı başına gelsin ...”
“Her şeye rağmen, yine de General’ in köpeği olabilir” diyerek polis memuru sesli sesli düşündü. “İnsan böyle bakmakla bilmez ki. Hatırlıyorum, geçenlerde General’ in bahçesinde tıpkı buna benzer bir köpek görmüştüm.”
“Elbette General’ in köpeği! Diye bir ses kalabalıktan yükseldi.
“Hımm! Yardım et de şu paltomu giyeyim, Eldirin... Pis bir rüzgar çıktı. Soğuktan bütün vücudum ürperiyor. Al şu köpeği götür General’ in evine ve sor bakalım onların mı? Benim bulduğumu ve gönderdiğimi söyle. Ve tenbih et. Yalnız başına sokağa salmasınlar. Belki de pahalı bir köpektir ve her hayvan herif  her aklına estiğinde sigarasını hayvancağızın burnunda söndürmeye kalkarsa, kısa zamanda köpekte can kalmayacak. Köpek nazik bir hayvandır. Hey, sen;indir elini aşağıya, taş kafa! Serseri, parmağını herkese gösterdiğin yeter! Senin kendi kabahatin...”
“İşte bak, General’ in  emir beyi geliyor, ona soralım... Hey ahbap, Prokhor! Gel buraya babalık! Hele bir bak şu köpeğe... sizin köpek mi?”

“Daha neler! Hayatımızda böyle bir köpek beslemedik!”

“Öyleyse daha fazla soruşturma yapmaya lüzum yok” dedi Oçumelov. “Sahipsiz, başı boş bir köpek. Daha fazla burada durup konuşmanın manası var mı? Sana köpeğin başı boş olduğu söylendi Eldirin, daha ne bekliyorsun? Götür imha et ve bu meselede böylece kapansın.”
“Bizim köpek değil.” diye Prokhor lafına devam etti. “Bu bizim General ’in kardeşinin köpeği. Kendileri henüz bir müddet önce geldiler. Bizim General borzoy cinsi köpeklerden hiç hoşlanmaz. Ama kardeşi beğeniyor...”
“Ne? General’ in kardeşi geldi mi? Vladimir İvaniç hazretleri teşrif buyurdular demek ki?”  Oçumelov, zevkten kendinden geçmiş bir şekilde haykırdı. Suratındaki tebessüm genişledikçe genişliyordu.
“Vay canına! Şu hale bak! Demek geldi ve benim haberim olmadı! Temelli kalmaya gelmiş değil mi?”
“Evet öyle.”
“Vay canına! Şu hala bak! Kendisini karşılamak ne kadar istedim ve geldiğinden haberim olmadı! Demek bu köpek onun? Ne kadar memnun oldum! Al, götür... Ne kadar da şirin, cici şey! Hiç parmak ısıracak hali var mı şu minnacık hayvancağızın? Hah hah ha? Gel bakayım oğlum,gel, titreme artık! Kuçu kuçu...Hırr... küçük yaramaz bir parça kızgın...Ne tatlı köpek yavrusu, Yarabbi!”
“Prokhor köpeği çağırdı ve kerestelerin yığıldığı bahçeden beraberce geçerek uzaklaştı. Toplanan halk Kuryukin’e kahkahalarla gülüyordu.
“Ben sana bir daha gösteririm!” diye Oçumelov onu tehdit etti ve kalın paltosuna sarılarak pazarın içinden yoluna devam etti.   (Hikâyeler, Anton Çehov)

Friday, May 10, 2013

Bekir YILDIZ/ Kara Çarşaflı Gelin


 

Bekir Yıldız (3 Mart 1933- 8 Ağustos 1998)

Yaşamı

Bekir Yıldız, 3 Mart 1933 tarihinde Şanlıurfa’da doğdu. Çocukluğu Kastamonu, Gaziantep ve Adana’da geçti. İlkokuldan sonra Mersin’de başladığı Sanat Enstitüsü öğrenimini İstanbul’da tamamladı (1951) ve ardından İstanbul Matbaacılık Okulu’nun dizgi bölümünü bitirdi (1955). Dizgi operatörlüğü yaptı. İşçi olarak Almanya’ya gitti; fabrikalarda meydancı, monitör ve matbaalarda mürettip, operatör olarak çalıştı (1962-66). İstanbul’a döndüğünde Almanya’dan getirdiği baskı makinesi ile Asya Matbaası’nı kurdu. Bilahare bu matbaayı da kapatarak sadece yazarlıkla uğraşan Bekir Yıldız, 8 Ağustos 1998’de İstanbul’da öldü. Sanat hayatına, 1951’de Tomurcuk dergisinde yayımlanan bir öyküsüyle başlayan Bekir Yıldız, Kaçakçı Şahan’la 1971 Sait Faik Armağanı’nı kazandı.

Yapıtları

Reşo Ağa (1968), Kara Vagon (1969), Kaçakçı Şahan (1970), Sahipsizler (1971), Evlilik Şirketi (1972), Beyaz Türkü (1973), Alman Ekmeği (1974), Dünyadan Bir Atlı Geçti (1975), İnsan Posası (1976), Demir Bebek (1977), Mahşerin İnsanları (1982), Bozkır Gelini (1985), Seçilmiş Öyküler (1989)

Kara Çarşaflı Gelin

HAKAN BALAMİR, AYTAÇ ARMAN

Dışarıya baktı Şara. Gece, ön akşamdan daha aydınlıktı. Aya, güneş vurduğunda hep böyle olurdu bozkırda gece ve geceler.
Ansızın pencerenin az ötesindeki lekeyi gördü. Kocasının öldürdüğü adamın kanıydı bu. Karanlığın süpürüldüğü gecede, sanki kanatılmış gibiydi toprak.

“Ah!” dedi Şara, yüreğine. “Ah!”

Cılızdı ama, umutlanacağı güçler, Tanrısı, sırtını dönmüştür dünden beri kendisine. Can almıştı kocası çünkü, canı yaradandan tez.
Kocasının günahına ortaklaşan başını, pencerenin demirine dayadı Şara. Gözleri, kanlı toprağa bağlıydı gene. Önce bir gölge gibi dikeldi kan. Sonra, gölgenin içi, can doldu sanki. Kocası belli belirsiz çıkageldi ardından. Eli tabancalı, aklı kindar... Birşeyler konuştular komşusu adamla, tez ve ateşli. Ateş açtı kocası.
Bozkırın tepesinde, yürüyen lamba gibiydi ay. Gelip geçti damların üzerinden. Yel esti bu sıra. Önce, canı söndürdü. Cansız gölge, yeniden serildi yere. Şara, kırmızılanmış toprakla yalnız başına kalınca, “Ah!” dedi, yeni baştan, “Komşu adamın kanı bu.”
Yürek, korkuyla tıka-basa dolunca, pencereyi kapattı Şara. Bir süre akılsız kaldı başı. Deli gibi dolandı odanın içinde. Yerde yatan çocuklarına çarptı. Düştüğünde kızının ayakları ucundaydı.
Kara bir ağıt tutturdu; bozkıra hiç ayışığı uğramamışçasına.
“Desene aney,” dedi Genzua. “Ben kurbanlık kuzu olmuşam.”
Eşiklikte oturuyorlardı. Sabah, nerdeyse köyden tarlalara taşınacaktı. Şara, kızının saçlarında el gezdirdi.
“Kardaşını vursalar, daha mı iyi yavrum?” dedi.
“Ama o küçük,” dedi Genzua. “El kadar uşağa silah atılır mıymış?”
“Beklerler kurban olduğum. Obalı, kan alacağını unutmaz.”
“Çileli başım,” dedi Genzua, on üçe yeni ulaşan sesiyle. “Ben de ufağım. Heder etmen beni. Başka mümkünü yok mu?”
“Ya da toprak ister ölü evi,” dedi Şara. “Baban mapusta olmasa, toprak yere girsin.”
Genzua, göz düşürdü, yukarıdan aşağıya. Önü ardı, boşluğa geldi ansızın. Soluk aldı, soluk verdi.
“Canım iğneli beşik olduktan sonra,” dedi. “İster alın, ister satın.”
Şara, dudak ısırdı. Sevgi yeşertti.
“Anan,” dedi. “Soyumuza kalkan olan canına kurban olsun. Di kalk esvabın yenilensin.”
Genzua büzüldü.

“Kanım bugün mü bağışlanacak?”

“He,” dedi Şara. “Ölüevi akıtılmamış kana razı. Ve sabırsız.”
Genzua, on üçlük bedenini ayağa kaldırdı. Boy atacaktı daha yıllarca. İliği kemiği dolacak, babaocağında mutlu ya da mutsuz günler yaşayacaktı. Böyle düşünmüştür az öncesine kadar. Ama, babasının akıttığı kana karşılık, kendi kanı bağışlanınca, bu kadarcık kalacağına, ömür yolunun dar ve karanlık olduğuna akıl yürüttü. Anasına sarılıp ağlayamadı. Unutmuştu belki, hakkı olan ağlamayı da.
Şara, kızının elinden tuttu. Hafif beden, ağrıdı şimdi. Bıçağı görünce meliyen, huysuzlaşan kurban gibi direndi Genzua.
“Yarın Sal beni aney,” dedi. “Bu akşam, bir yanıma sen, öbür yanıma kardaşım yatsın.”
“Gözünün yağına kurban.” Dedi Şara, umutsuz bir sesle. “Ölüevi kanını soğutmak istemez. Hemin de boklarını balta kesmez böylesi günde. Bugün isterler seni. Dedikleri olmalı.”
Odaya girdiler. Yüklükten yorganları, döşekleri indirdi Şara. Açmak istediği, Genzua’nın ceviz sandığıydı. Yeşildi rengi. Kenarları çember kaplı...
“Soyun,” dedi Şara.
Genzua, kapağı açılmış sandığa baktı. Nenesinden kalma, anasından armağan, iğne oynatmıya başlıyalı beri; kendi eliyle işlediği tek-tük çeyizlerine gönül tazeledi.
“Ya bunlar?” diye sordu Genzua. Halep ibrişimiyle işlenmiş yastık örtüsünü gösterirken.
“Hepsi burda kalacak,” dedi Şara. “Düğün olmayacaktı ya!”
Genzua, anasının bacaklarına sarıldı. Ağlamak baldan tatlı geldi.
“Kime varacağım aney?” dedi sonunda. “Düğünsüz, derneksiz.”
Şara, bir tutamı kınalanmış kızının saçlarına yüzünü gömdü. Ona da ağlamak, gülmekten hoş geldi.
“Ne bilem Genzuam,” dedi. “Ya oğullarından biri alır seni, ya da başkasına satarlar. Elleri dardaymış da.”
Güneş tepeye çıktıkça gölgeler ufalıyor, serin yerler azalıyordu. Evlerde kalanlar, çoğunlukla elden ayaktan düşmüş ihtiyarlardı.
Şara, sokak kapısını açtı. Kimsecikler yoktu dışarıda. Ölüeviyle karşı karşıyaydılar. Derinden ağıt sesleri geliyordu. Yaşlı bir kadın ağlarken, güzel sözlerin tümünü öldürülmüş oğluna adıyan...
Genzua, anasının ardına sinmişti. Az sonra gidecekti, duvarlarına bile ağıt sinmiş bu eve.
“Korkma,” dedi Şara. “Allah büyüktür. Biz usulde kusur etmiyelim de...”
“He,” dedi Genzua. “Şimdi daha iyi anlamışam, ölüevine, ak gelinlik yerine kara çarşafla gitmenin şart olduğunu. Viş...”
Sustu Genzua. Aklına kardeşi gelmişti ansızın. Ana-kız açık kapının ağzında durdular uzun bir süre.
“Ya kardaşım,” dedi Genzua sonunda. “Onu nasıl görmeli? Bugün davara gitmeseydi ya.”
“Kısmette varsa, günün birinde görürsün,” dedi Şara.
Umut, dağdan büyük geldi Genzua’ya.
“He,” dedi. “Kardaşımın gözlerinden öperim. Babama da haber sal, kızın ellerinden öper gitti de...”
Ana-kız daha birbirlerini hiç görmeyecekmiş gibi sarıldılar. İki beden birden düştü.
Çözüldüklerinde, Şara eğilip bir taş aldı yerden. Ölüevinin kapısına doğru nişanladı taşı. Ama atmadı, atamadı. Döndü kızına.
“Bak yavrum,” dedi “Seni ırak bir yere satarlarsa, dama çıkasan. Taş at penceremize. Yüzünü, gitmeden görmek ister canım.”
“He,” dedi Genzua, anasına acımış bir sesle. “Söz olsun görünmeden gitmem, ıraklara.”
İnceden bir yel esti gene. Tozlar havalanıp şuraya buraya gitmeye koyuldu. Ölüevindeki ağıt da gökyüzüne doğru, kara yıldızlar gibi akıp dağıldı.
Şara, kaldırdığı taşı, ölüevinin kapısına attı bu sıra. Açılmadı ama. Şara birkaç kez daha taşladı kapıyı. Ölüevinde ağıt durdu sonra. Kapı yavaşça açıldı. Görünürde kimse yoktu. Sanki büyülü bir açılıştı bu. Genzua kıpırdandı. On üçlük bedenini, yaşlandıkça küçülen ama bebeleşmeden ölen nenesinin çarşafı örtüyordu. Babaocağına, daha pek çok adım hakkını bağışlayarak, ölüevine doğru yürümeye başladı.

(Beyaz Türkü’den Adanasanat)

SON KUŞ


Bekir Yıldız

Güneş, sabahtan beri Diyarbakır’ın tepesine oturmuş, demir renkli dağları, taşları yumuşatıyor, birbirine sokulmaktan korkan insanları, tere kesiyordu.
Güneşin bu eziyeti, daha saatlerce sürdü. Sonra gece, gündüzün ardına bağlandı.
Zülküf, tahta çıktı. Yatağın içine girip, bakışlarını gök yüzüne verdi. Gök parlaktı. Yıldızlar çok aşağılarda dolaşıyor, Tanrı’nın ışık bahçesinde dünyaya göz kırpıyorlardı. Bu, sıcaktan avluda, damda yatan insanlara gök âleminin bir armağanıydı.
Zülküf, okumaya gelmişti buraya. Bulunduğu şu ev amcasınındı.
Zülküf ağlıyordu. Fakat göz yaşlarına ses bulaşmıyordu. Çünkü az ötesindeki tahtta amcası, karısı ve amca çocukları yatıyordu. 0, bu evi bırakıp kaçmak, okumaya, kocaman bir çizgi çekip, köyüne dönmek istiyordu. Fakat amcasının ettikleri !...
Birkaç saat sonra, kendinden kopabildi ve ıslak yastığa, yanağını yapıştırıp uyudu.
Horozlar ötmeden güneş doğdu.
Saatler, henüz sabahın beşine ulaşmadan insanlar uyandı. Çünkü herkes, doğanın göğsünde yatmış, güneşin ilk ışıkları bedenlerine dokunmuştu.
Zülküf de kalktı.
Avlunun bir köşesinde, tek bir kuş vardı. Kuşların en güzeli, en kıymetlisi...
Haşim amca, bu kuşun yanına geldi. Başında, beyaz tüylerle süslenmiş bir taç, ayaklarında bilezikleri olan kuşa elini  uzattı. Kuş, Haşim amcanın olduğu kadar Diyarbakır’ın bile en  kıymetli kuşuydu. Hem adı da vardı: Sultan...
Haşim amca, işten çıkarılmadan önce, mutlu bir insandı. Akşamları evine dönünce, hemen kuşlarını yemlerdi. Onlar, küçük adımlarını acelecilikleriyle örtbas edip, ordan oraya yel gibi gider, kimi zaman da küçük uçuşlar yaparlardı. Ve kuşların, böylesine oynaşması, Haşim amcaya mutlulukların en güzelini, en cömertini tattırırdı.
Birkaç ay önce köydeki kardeşinden bir mektup almıştı: “Ağam Haşim,” diye başlıyordu mektup... “Siye yegenin Zülküf’ü yollıyacağam. Onda akıl küplen. İstiyem ki, bu oğlan diğerleri gibi heder olmasın. Ne deyisen ? Yanıya salım mı ?”
Haşim amca, altı aydan beri işsizdi. Karınlarını, kilerdeki un ve bulgurla kandırıp, avutuyorlardı. Fakat buna rağmen “Yok,” diyemedi. “Gelsin,” dedi. “Başım üstüne...” dedi. Zülküf, geldikten birkaç hafta sonra kilerin de eşiği çiğnenmez oldu. Çuvalların dibine başları değmişti.
Zülküf tahttan indikten sonra, gidip yüzünü yıkadı. Sonra bir köşeye oturup, kitaplarını açtı. Çalışmak, öğrenmek istiyordu. Fakat az ötesinde amcası Haşim’in durumu ona çok dokunuyordu. İlk geldiğinde, amcasının elliye yakın kuşu vardı. Her renkten, çok cinsten.
Amcası: “Siye kurban olsunlar,” demiş ve her öğün birisin boğazlayıp, dokunmaya kıyamadığı kuşlarını, Zülküf’e yedirmişti: Niyeti, kardeşine karşı küçük düşmemekti...
Haşim amca, Sultan’ın tüyden tacını sevdi. Bilezikleri, ince ayaklarında çevirdi. Sonra başını göğe verip baktı. Görünürde bir sürü kuş vardı.
Zülküf, amcasına sordu:
·         Babamdan kaç yaş büyüksün emmi ?

Haşim amca gök yüzünden başını aldı:
·         Sekiz on yıl yeğenim.

Zülküf, sözünü, istediği yöne çekmeden, amcası bir soru açtı.
·         Karnıy aç mıdır?

Zülküf utandı. Bıçaklanma sırası Sultan’a gelmişti. Başını kitabına yıktı. 
·         Yok emmi... Bugün heç aç değilem. Ve de olmam...

Haşim amca, bu söze inanmadı. Başını tekrar göğe kaldırdı. Kuşlar hâlâ uçuyordu.
Haşim amca, hayatının en büyük kumarını oynayacaktı. 0, bugüne dek gökten çok kuş indirmişti: Önce en usta kuşunu seçer, iki ayaklarını birleştirip kanatlarını uçuşa açık bırakırdı. Kuş havalanmak için çırpınır, fakat ayakları sahibinin elinde kıskaçta olduğundan uçamazdı.
Bu sıra gökte uçuşan ve başkalarına ait kuşlar, tepesinde dönüp dururlardı. Ama Haşim amca, elindeki kuşu hemen salıvermezdi. Onu indirip kaldırdıkça, kuş uçmak için yekinir ve bu arzu onda kabardıkça kabarırdı. Sonunda kuş, Haşim amcayı göğe çekecek kadar güçlendi mi, ayaklarını sıkan el çözülürdü.
Kuş, bir solukta kendisini, gök yüzünde dolanan arkadaşlarının yanına çekerdi. Önce çevresinde gezer, sonra, aralarına karışırdı.
Böylesi zamanlarda, ya onlara karışır, başka evlere inip, önce konuk, sonra tutsak olur ya da kendisi bir başkasını kandırıp, Haşim amcaya armağan ederdi. Sultan, bugüne kadar hep yeni konuklarla geri dönmüş, hiç kanıp gitmemişti.
Haşim amcanın nedense, bugün Sultan’ı salmayı, yüreği tutmuyordu. Ya dönmezse ? Sultan çırpınıyor, başının üstünde, kendisine meydan okuyan kuşlara ders vermek istiyordu. Fakat sahibinin aklı, yeğeninin boş midesine takılıydı.
Zülküf, oturduğu yerden, her şeyi kestirebildi. Amcasının bu son ve en kıymetli kuşuyla giriştiği savaşa, daha fazla tanık olmak istemedi. Yerinden kalkıp, amcasının yanına geldi. On beş yaşın eşiğinde olan Zülküf’ün bıyıkları terlemiş , tavırlarına yiğitliğin her çeşidi bulaşmıştı. Amcasının eline yapıştı:
·         Etme emmi, dedi. Kurbanım olam etme. Şu dar zamanında biye karşı yaptığın emmiliğe dayanamıyam gayrı. Gel, hatırım için, Sultan’ı salma... Ve de biye kesme...

Haşim amcanın canı, boğazına çökmüştü. Sesi hafifti.
·         Sen ne söylisen aslanım, dedi. Siye her bir kuşum kurban olsun. Feleğin gözü kör ola ki, en amansız zamanımda ocağıma geldin. Senin emmin Haşim, gözü yassı adam değildir ya, ne etmeli. Bir sefer, feleğin narına yanmışam babo !...

Zülküf, amcasının elini bıraktı. Şaşırmıştı. Fakat o her şeye rağmen bu işe bir son vermek istiyordu:
·         Bak emmi, dedi. Canım emmim. Şunu eyi bilesin ki, her kuş boğazlandığında benim canım biraz daha eriy. Yani ki, sen biye kuşlarını yedirdikçe ben senin kuşlarını yemiyem, sanki canımı yiyem. Sanki senin canını yiyem. Ver, eliyi ayağını öpüm, sal beni. Gidim gayrı buralıktan. Ve de siye söz olsun, babama senden yana, senin yoksulluğundan yana, heç bir şey demiyecağam. Bütün kabahati kendi üstüme yıkacağam. Ben alçaklık ettim, ben namussuzluk ettim, diyecağam. Söz olsun böyle...

Haşim amcanın yüzüne, sanki kül elendi. Elindeki Sultan’ı bıraktı.
Sultan kendini havalara çekti. Fakat her ikisi de, başlarını yukarı verip, Sultan’ı izlemediler. Birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Haşim amca başını iki yana salladı. Sonra dokunaklı bir sesle Zülküf’e sızlandı:
·         Heyvağ, yavrum, dedi. Heyvağ... Sen benimle böylesine pazarlığa girecağına, alnımın çatına bir kurşun sıksaydın.

Az ötede, Haşim’in karısı, tezeği ateşlemeye çalışıyor, çocukları da yatağın içinde, yeni bir güne kıpırdanıyorlardı.
Bu sıra Sultan, yanında iki kuşla evin üstünde dönmeye başladı. Haşim amcanın kül renkli yüzü sevinçle ışıldadı.
Sultan birkaç turdan sonra, iki kuşla birlikte Haşim amcanın ayaklarının dibine kondu. Başarısı küçük gözlerinde kocamandı.
Haşim amcaya, Sultan’ın bu başarısı, yeni bir umut kapısı açmıştı. Zülküf’e döndü:
·         Hele yeğenim, dedi. Birkaç gün daha kal...