Monday, June 17, 2013

O’Henry’den Öyküler -Bitmemiş Bir Hİkaye



O.Henry (Asıl adı William Sydney Porter) (1862-1910) ABD’nin North Carolina eyaletinin Greensboro kentinde varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
 
15 yaşına geldiği halde eğitimini tamamlayamayan Sydney amcasının eczanesinde çıraklıkla başlayarak Teksas’ta çiftlik işçiliği, tapu dairesinde memurluk, muhasebecilik, dergi yayımcılığı, gazetecilik ve banka veznedarlığı gibi çeşitli işlerde çalıştı. Son işinde çalışırken Temmuz 1896’da kendisini hapse götüren bir suçlamayla karşılaştı. Banka veznedarlığı sırasında oluşan bazı kasa açıklarından sorumlu tutuluyordu. Mahkemeye çıkmak üzere yola çıktığında başına gelen bu olayı gözünde çok büyütüp endişe içinde paniğe kapıldı. Yarı yoldan dönüp izini kaybettirmek amacıyla önce New Orleans’a, sonra da Honduras’a gitti. Altı ay kadar Güney Amerika’nın ABD’ye yakın bazı yörelerinde dolaştı. Yaşadığı çevreler ve tanıştığı kişilerinin yansımalarını ilk öykülerinde görmek mümkündür. 1897 yılı başında karısının ağır hasta olduğu haberini aldığında onun yanında bulunmak arzusuyla ülkesine döndü. Artık kaçak yaşamak istemediğinden mahkemeye çıkmak üzere teslim oldu. Mahkeme insancıl bir yaklaşımla Sydney’in hasta karısının yanında kalmasına izin verdi. Karısının ölümünden sonra başlatılan yargılama sürecinin sonunda Sydney beş yıl hapse mahkûm oldu. Lehine bazı kanıtlar olmasına rağmen duruşmalar boyunca suskun kalmış, kendini savunmamıştı.

Columbus, Ohio’daki cezaevi yaşamının Sydney Porter için çok kolay geçtiği ve hayli verimli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Evvelce eczanede çalışmış olduğundan cezaevi revirinde görevlendirilmesi onu sıradan bir mahkûm gibi günlerini saymaktan kurtarmış, serbestçe hareket edebildiği rahat ve temiz bir çalışma ortamında boş zamanını dilediği gibi geçirmesine olanak sağlamıştır. O da 1901 yılından itibaren O.Henry takma adını edinerek yazdığı öykülerle bu olanağı kendince en iyi biçimde değerlendirmiş, daha o zamandan dergilerde yayımlanmaya başlayan öyküleriyle ün kazanmaya başlamıştır. O.Henry takma adını cezaevinin eczanesinde bulduğu bir tıp kitabında adı geçen bir Fransız eczacının adından aldığı söylenir.

Cezaevinden çıktıktan sonra belki de lekelenmiş gördüğü öz ismini geride bırakmış, hayatın olgunlaştırdığı ünlenmiş bir yazar olarak yaşamını sürdüren O.Henry bir süre akrabalarının yanında kaldıktan sonra 1902 yılında New York’a gitti ve bu büyük şehrin yaşam kavgası veren küçük insanlarıyla haşır neşir olarak geçirdiği son sekiz yılında onların öykülerini yazdı.

O.Henry’nin sayıları 270’i bulan öyküleri 20.Yüzyıla adım atan, kölelik, iç savaş ve yerliler sorunlarını yeni arkada bırakmış Amerika Birleşik Devletleri’nin kırsal kesim ve büyük şehir yaşamlarından aldığı insan tiplemeleriyle bunların ilişkilerini gerçekçi, yer yer yarı gerçekçi bir üslupla ve sevecenlikle mizah unsurunu hoş bir biçimde harmanlayarak veren, yazgının bir araya getirdiği insanların ilginç karşılaşmalarını sürpriz sonuçlara bağlayan kurgularıyla okura yaşam sevgisi aşılayarak ve yazınsal tadlar vererek okuma tutkusunu bir serüvene dönüştüren öykülerdir. O.Henry’nin öyküleri arasında seçim yapmak isteyen okurlara bir eleştirmen şu yolu önermektedir: “Onun öykülerinin en güzelini seçmek istiyorsanız, öykülerin adlarını küçük birer kâğıda yazın ve içlerinden birini rastgele seçin.”

 ***
Bitmemiş Bir Hİkaye (An Unfinished Story)
Cehennem alevlerinden sözedildiği zaman artık inlemiyor veya başımızın üzerine küller serpmiyoruz. (Katoliklerin dini bir adeti) Çünkü vaaz verenler bile bize Allah’ın radyum, ether veya bilimsel bir karışım olduğunu söylüyorlar. En kötüsü biz günahkarlar onun kimyasal bir tepkime olduğunu umabiliriz. Bu hoş bir hipotez, fakat yine de bizim, eski Ortodoks korkusu orada duruyor.
Bir insanın özgür bir hayal gücüyle ve çelişkiye düşmeden anlatabileceği iki konu vardır.
Rüyalarınızı anlatabilirsiniz, bir papağanın neler anlattığını söyleyebilirsiniz, hem (rüya tanrısı) hem de kuş yeterli tanıklar değildir ve dinleyiciniz verdiğiniz resitale saldırmaya cesaret edemez..papağanın iki,üç kelimelik konuşması yerine, bir görüntünün bir temele dayanmayan örtüsü, temamı süsleyecek.
Gabriel oyununu oynamıştı, bizler ise yargılanmak üzere çağrıldık. Bir tarafta ciddi, siyah giyisili, beyaz gömlekli, profesyonel borsacılar vardı, fakat sanki gayrimenkullerinin tapuları konusunda bir anlaşmazlık var görünüyordu.
Uçan bir polis - polis bir melek- uçarak geldi ve beni sol kanadımdan yakaladı. Yakınımda çok zengin giyimli bir grup ruh, yargılanmak için bekliyorlardı.
Polis “ sen de mi şu güruhtansın?” diye sordu.
Cevabım “ onlar da kim?” oldu.
“Niye? onlar....”
Fakat bu ilgisiz şeyleri bırakıp, asıl hikayeye geleyim.
Dulcie, bir mağazada çalışıyordu. Hamburg işi denen nakışlar, biblolar , biber dolması, otomobil satıyordu. Kazancına gelince, kız haftada altı dolar alıyordu. Kalanı G tarafından muhasebe defterine başkasının hesabına borç olarak geçiriliyordu.
Mağazadaki ilk gününde, Dulcie’ye haftada beş dolar ödeniyordu. Bu miktarla nasıl geçindiğini anlatmak ders vermek olur. Umurunuzda değil mi? Tamam, büyük ihtimalle siz daha büyük rakamlarla ilgileniyorsunuz. Altı dolar büyük bir miktar. Size kızın haftada altı dolarla nasıl yaşadığını anlatacağım.
Bir akşam, saat altıda, Dulcie, şapkasının iğnesini tutturuyordu ki, Sadie adlı kız arkadaşına şöyle dedi. Sadie sol tarafta sizi bekliyor..
“Sade, bu akşam Piggy ile yemeğe çıkacağım”.
Sadie hayranlıkla “ Olamaz, çok şanslısın, Piggy korkunç bir züppe, çıktığı kızları hep züppe yerlere götürür, bir akşam Blanche’ı Hoffman’ın Yeri’ne götürmüş, züppe müzikler çalıyor, züppe yemekler yiyorlar ve bir sürü züppe görüyorsun Dulcie”
Dulcie aceleyle eve gitti. Gözleri parlıyordu ve yanakları şafak sökerken oluşan kızıllık gibi hayatın tatlı pembeliğini yansıtıyordu. Günlerden cumaydı ve son haftalığı olan elli senti vardı.Caddeler iş çıkışının telaşlı kalabalığıyla doluydu, Broadway’in elektrik lambaları yüzlerce, binlerce millik uzaklardaki, karanlıklardaki pervaneleri ışığına çekiyordu.
Gece açan kaktüs gibi, Manhattan, beyaz yapraklarını açıyordu.
Dulcie ucuzcu bir mağazanın önünde durdu ve elli senti ile sahte bir dantel yaka satın aldı. Aksi halde bu para başka şeylere harcanacaktı, onbeş sent öğle yemeğine, on sent kahvaltıya, on sent de akşam yemeğine, likör müsrifliktir neredeyse alem yapmaktır ama hayatın zevkleri olmadan olmaz ki..
Dulcie mobilyalı bir odada oturuyordu, mobilyalı bir oda ile pansiyon odası arasında fark vardır. Mobilyalı odada diğer insanlar sizin aç olduğunuzu bilmezler.
Dulcie üçüncü kattaki odasına girdi, lambayı yaktı. Bilim adamları bize en sert taşın elmas olduğunu söylerler. Yanılıyorlar. Evsahipleri elmastan daha sert olan bir şey bilirler, öyle ki, elmas onun yanında macun gibi kalır. Onu gaz deliğine koyarlar, insan sandalyenin üzerine çıkıp, parmakları kızarıp, berelenene kadar boşuna kazmaya çalışırlar. Saç tokasıyla bile çıkartamazsınız. Çıkartılmayacak bir şey diyelim.
Böylece Dulcie gaz lambasını yaktı. Lambanın çeyrek mumluk ışığında odasını tarif edelim.
Yatak olan bir kanepe, tuvalet masası, lavabo, bir sandalye, bunların çoğu ev sahibinin suçuydu. Kalanı Dulcie’ye aitti. Tuvalet masasının üzerinde hazinesi duruyordu. Sadie’nin hediyesi olan yaldızlı bir porselen vazo, bir takvim, pudra, rüya tabiri kitabı vee pembe fiyonkla bağlanmış kiraz şeklinde süsler.
Çatlak aynanın karşısındaysa çerçeve içinde General Kitchener, William Muldoon, Marlborough Düşesi ve Benvenuto Cellini’nin resimleri duruyordu. Karşı duvarda, Roma’lı başlığıyla O’Callahan’ın olduğu bir alçı duvar süsü vardı. Onun yanında da kelebek kovalayan bir çocuk reprodüksiyonu vardı. Dulcie’nin sanattan anladığı tüm bunlardı ve kimse de izinsiz kopyalar için kızın canını sıkmıyordu, ne de hiçbir sanat eleştirmeni kaşlarını kaldırmıyordu.
Piggy, saat yedide gelecekti. Kız hazırlanırken, biz de dedikodu yapalım.
Dulcie oda için haftada iki dolar ödüyordu. Haftasonları kahvaltısı on sente çıkıyordu. Giyinirken, gaz ocağında kahve yaptı ve yumurta pişirdi. Pazar sabahları ‘Billy’nin Restaurant’ında yirmibeş sente dana pirzola ve ananas kızartmasıyla krallar gibi kahvaltı yapıyordu.
Ve garsona da on sent bahşiş bırakıyordu. New York, insanı müsrif olmaya kışkırtan çok şey sunar. Hafta içi yemeğini mağazanın lokantasında öğle yemeğini altmış sente, akşam yemeğini de 1,05 dolara yiyordu. Akşam gazetesi –akşam gazetesi almamış bir New York’lu gösteremezsiniz!- altı sent ve Pazar günü iki gazete – bir tanesi biri okumak diğeri iş ilanları
İçin. Onlar da on sent. Toplam miktar 4.76 dolar, şimdi insanın giysi alması gerekir...
Vazgeçtim. Kumaşlar hakkında yapılan harika pazarlıklar ve iğne iplikle yaratılan mucizeler kulağıma geliyor. Fakat, yazılmamış, kutsal, doğal, Cennet’in adaletinin çalışmayan düzeni bakımından diğer kadınların sahip olduğu zevkleri Dulcie’nin hayatına da katma konusunda şüpheliyim, kalemim bu konuda havada asılı kaldı. Kız, iki kez lunaparka gitmiş ve atlı karıncaya binmişti. Zevkleri saatlerle değil de, yaz aylarıyla hesaplamak yorucu bir iş.
Piggy’ye gelince. Kızlar ona ad taktıkları zaman, saygın ama sevilmeyen ailenin üzerine haketmediği bir çamur atılmış oldu. Şişmandı, fare kadar korkak bir yüreği vardı, yarasa gibi alışkanlıklara sahipti ve bir kedinin asaletine sahipti. Pahalı takımlar giyiyordu ve açlık konusunda uzmandı. Bir tezgahtar kıza bakarbakmaz, onun çay ve şeker dışında besleyici ne yeyip, yemediği hakkında sizinle yarım saat konuşabilirdi.
Mağazaların olduğu yerlerde sinsi sinsi dolanır, tezgahtar kızları akşam yemeğine davet eder. Caddelerde köpeklerini gezdiren erkekler de ona bakarlar.öyle bir tip ki kalemim artık onu tasvir edemeyecek marangoz değilim.
Yediye on kala Dulcie hazırdı, çatlak aynada kendine baktı ve görüntüsünden memnun kaldı,
Koyu mavi elbisesinde kırışıksız üzerine oturmuştu, siyah, şık tüylü şapkası, biraz kirli eldivenleri, hepsi feragat temsil ediyordu, özellikle yemek yemekten feragat ettiğini...
Bir an Dulcie güzel olduğundan ve hayatın harika yanlarını göstermek için, esrarengiz peçesini kaldırmak üzere olduğundan başka her şeyi unuttu, daha önce hiçbir bey onu yemeğe davet etmemişti, şimdi bir anlığına yaldızlı dünyanın içine girecekti.
Kızlar Piggy’nin müsrif olduğunu söylemişlerdi, müzik eşliğinde fiyakalı bir akşam yemeği olacaktı, muhteşem giysili hanımlar ve kızların isimlerini söylerken zorlanacakları yemekler kuşkusuz onu tekrar yemeğe davet edecekti.
Bir vitrinde mavi ipek bir elbise görmüştü haftada on yerine yirmi sent biriktirirse bakalım yıllar alır ama 7. caddede ikinci el giysi satan bir mağaza vardı
Biri kapıyı vurdu, Dulcie kapıyı açtı, ev sahibi yüzünde kendini beğenmiş bir gülümsemeyle orada duruyor ve kaçak gazla pişirilmiş yemeği kokluyordu

Bay Wiggins adlı bir bey seni görmeye gelmiş

Kendisini ciddiye almak zorunda olan bahtsız kişiler ona böyle sesleniyorlardı.Dulcie mendilini almak için tuvalet masasına uzandı, orada durdu, alt dudağını dişledi, aynada kendisini uzun bir uykudan uyanan bir prenses gibi gördü. Kendisini üzgün, güzel ama kızgın gözlerle seyreden bir başkasını unutmuştu, kızın yaptığı şeyleri onaylayan veya lanetleyen tek kişi, uzun boylu, dobra, yakışıklı melankolik yüzünde üzgün ve insanı azarlar gibi bir bakışla tuvalet masasındaki resim çerçevesinden general Kitchener gözlerini kıza dikmişti.

Dulcie kurulu bir robot gibi pansiyoner kadına döndü

Ona gelemeyeceğimi söyle, hasta olduğumu veya başka bir şey söyle,
Kapı kapanıp, kilitlendikten sonra Dulcie yatağına atlayıp başını yastığa gömüp on dakika boyunca ağladı. General Kitcehener onun tek dostuydu o Dulcie’nin beyaz atlı prensiydi, adam gizli bir derdi varmış gibi üzgün bakıyordu, muhteşem bıyığı bir rüyaydı, kız, adamın gözlerindeki şefkatli ama kızgın bakıştan biraz korktu. Günün birinde belinde kılıcı, ayağında çizmeleriyle kapıya gelip onu isteyeceğine dair fantezisi vardı bir gün bir oğlan çocuğu sokak lambasının altında şıkırtılar yapınca, generalin geldiğini sanıp pencereye koşmuştu ama kimse yoktu. Generalin Japonya’ya gittiğini ve vahşi Türklerle savaştığını ve yaldızlı çerçevesinden çıkmayacağını biliyordu ama o gece, ona bakmak bile Piggy’i unutturmuştu.
Ağlaması geçtikten sonra, Dulcie ayağa kalktı ve en iyi elbisesini çıkartıp, eski mavi kimonosunu giydi. Yemek yemek istemiyordu. İki dize ilahi okudu, sonra burnunu ucundaki kırmızı noktayla uzun süre ilgilendi sonra bir sandalye çekip, çekmecesinden eski iskambil destesini çıkartıp kendisine fal baktı.
Yüksek sesle “korkunç, küstah şey, bir daha onunla asla konuşmayacağım, bakmayacağım bile”.