Tuesday, March 12, 2013

Dudaklarımı dikerek gömün


 A. REZAK GÜLMEZ*

Bir kaç askerin köylüyü sürüklediklerini seyretti. Boş, yıkık damı eğik titrek yıkıntısı güneş ışığı altında bükülen evin arkasına sürükledikleri köylü şimdi yerdeydi. Elleri etrafına dağınık ölüyor gibiydi. Başı yana eğik, saçları karmakarışık, ölmüş ama daha onun ayırdına varamamış bir hayvan gibi boşluğa bakıyordu.
Hava o kadar ağırdı ki, kanatlar gövdelerini taşımayı reddediyordu. Üstüne abandığı beden diz çökünce öfkesi hafifledi. Kocaman elleriyle çökmüş bedenin başını ayaklarının dibine doğru; balçık, hayvan ve insan pisliklerinin içine eğdi. Başı bastırdıkça bastırdı. Yüz balçığın içinde kalıbını aldı. O, başı bastırırken postallar bedeni eziyordu. Bedenin elleri ayakları boşluğu dövdü derken hırıltılar duyuldu ve ağız pislikle doldu. Burun kanatları kocaman açıldı. Dudaklar seyirdi; dili gırtlağına akıyor gibiydi ve yine hırıltılar duyuldu sonra bedenin hareketleri sıyrıldı. Sanki öldü. Başını bastıran eller gevşeyince bir bacağı dağınık yatıyorken diğeri durgunluğu tekmeledi. O, bacağını hissetmedi; nefes de almıyordu. Gözleri kapalıyken karanlığa ansızın uyandı. Uyandı mı? Uyanıklıktan ziyade rüyadakine benzeyen tuhaf bir sanrısal bilinç haline çekilmişti. Ama sıkışan kalbini bildi. Neden sonra nefes almadığını anladı. Dili boğazına akıyordu dehşetle yataktan doğruldu. Uyuk hali henüz yırtılmamıştı. Güçlü bir ses yalpalı vuruşlarla içini dövdü. İşittiği sesin içinden mi, dışından mı geldiğini bir an için ayırt edemedi. Rüyayla uyanıklık arası dağınıklıkta dilini kustuğunda kaç zamandır uykusunu bölen o mahut rüyayı gördüğünün ayırdına vardı.
O bir asker eskisi... Gecelerine nasıl karıştığını bilmediği bir zamandan beri hep aynı rüyayı görüyor; gündeliğin akarında onu hep bir şekilde silmeyi başarıyordu. Şimdi görev arkadaşlarıyla arada bir eskilerden konuşmak, anıları tazelemek için toplandıkları bir akşam yemeğinde, iki diken bir çekirdek halde, ağzı kulaklarında, neşesi yerlere dökülüyor asker eskisinin. Sofrayı neredeyse tümüyle kaplamış iç pilav doldurularak çevrilip kızartılmış bütün bir kuzu henüz bitti. Tatlılar bekleniyorken biri: "Ne günlerdi'' diyor. Derken uzak, sis içinde hiç bir yerdeki eski havadislerden konuşuyorlar. Biri, içerideki ve dışarıdaki düşmanlardan söz ediyor; biri, vatanın bağrında yuvarlanıp kanını emenlerden; biri şehit kanıyla sulanmış vatanın bölünmez bütünlüğünden ve vatan için nasıl can verilmesi gerektiğinden... Söz bu uzayıp arşa yükselirken, biri eski günlerden kesitlerin bir karabasan gibi gelip rüyalarının oralarına buralarına aktıklarından dem vuruyor. İnsansızlaştırılan köylerin döllediği, adını bilmediği yaratıkların doğuşunu yüzünde korkuya benzeyen bir ifadeyle anlatıyor ve yanmış bir köyün girişinde diyor, ''Vahşileşmiş bir kediyle karşılaştım. Kedinin baktığı yere baktım: Mezarından ölü kadınlar kalkıyordu, gördüm; ay ışığında inci gibi parlayan bebeklerin gözyaşlarını topluyorlardı. Biri ''Benim rüyalarım çok kalabalık'' diyor; ''Ucu başı belli olmayan korkunç bir kalabalıkla geliyorlar. En önde saçları yanmış, memeleri entarilerini parçalayarak dışarı çıkmış kadınlar yürüyor. Kadınların elleri mor, yeşil damarlı... Avuçları hep göğe açık; başları hep bana dönük... Ayakları ters dönmüş, uçları arkada, topukları ise önde. Boyunları kolları kadar incecik. Arkalarında sayısızca insan gelip karanlığa karışıyor, üstüme üstüme geliyorlar.'' Biri...
Ve asker eskisi ağzı doluyken rüyasını hatırlıyor. Hatırlamasıyla kollarını boşalması, bacaklarının titremesi bir oluyor. Boğuluyor gibi. Bağırmak, çığlık atmak istiyor ama yapamıyor. Bedeni kasılarak sarsılıyor. Bir nefes alıyor, belki bir daha... Derken fal taşı gibi açılmış gözleri, bir cesetten bile solgun halde odanın ortasında ayakta duran köylüyü buluyor karşısında. Asker eskisi titriyor, ürkmüş bakışlarını köylünün üstünde sabitliyor. Köylünün ağzından akan irin yerlerce dökülüyor, irin askerin beline doğru yavaşça ilerliyor, boğulacak. Köylü hiç kımıldamıyor. Ayakta dikiliyor. Ayakları üstüne kurulmuş bir ağaç gibi. Bakışları hala artık boğazına derin irin batmış askerin üstünde. Askerin bakışları köylünün korku, yılgı dolu gözleri takılıyor. Onlarda yüzünün aksini görüyor. Bu yuvasında fırlamış gözler ona bir ölünün katiline dair sakladığı son imgenin gözbebeklerine kazındığını hatırlatıyor. Korkum onu ele geçiriyor. Köylünün onun irisindeki görüntüsü yavaşça gözkapaklarının ardında kaybolurken sanrıdan sıyrılıyor; ama yaşattığı gerçeğe boca edilmiş başka bir sanrıya akıyor. Başını pisliğe bastırmadan önce köylünün göz çukurunun korkuyla dolmasını, orada kendini tamamlayan korkunun taşarak yanaktan süzülmesini, o yerde hiç uyanmamış dünyanın kendi hafifliğinde beklemesini ve çekilen avuçları, seğiren dudakları, korkudan yok olan gözleri ve yaşama isteğinin çoğalarak yüzünde anlamsız bekleyişini anımsıyor: çünkü bir insan... köylünün o hırıltısı şimdi onda biteviye bir uğultu, ilelebet peşini bırakmayacak bir kulak çınlaması gibi delirtici kalbini oyan, ruhunu sarsan, aklını oynatan bir etkiye yol açıyor. Sanki şimdi belleğinde bir bellek; gözlerinde bir göz daha var.
Ve, doluyken birden ağzını farkediyor. Dili bulamacın içinde kıpırtısını duruyor. Dudakları sanki ardı irin dolu bir yaranın ölmeyen dudakları... Birbirinden uzak iki yaratık gibi öylece bekliyorlar. Onun değil, ağzında başka bir ağız var, söz geçiremediği. Dudaklarını bir daha açmamak için sıkıca kapatıyor ve ağzının içindekini zorlukla yutuyor. O günden sonra asker eskisi uyanıkken ağzını açmıyor hiç. Yemiyor içmiyor; tek bir söz dahi söylemiyor, yalnızca belli aralıklarla yutkunuyor. Çevresi önce olana anlam veremiyor. Sonra bilindik bütün çarelere başvuruyorlar ne ki, ağzını açmayı, dudaklarını aralamayı reddediyor. Biçimsiz ağzının içinde rüyasına karışan  köylünün ağzını; dişlerinin dibinde ise, karanlık bir pislik çukurunun olduğunu sanıyor. Bedeni kendiyle tiksiniyor ve onun ruhsal dramı sürüyor. Günler akarken bilinci dehşet acıkmış bir insanın bildik bilinmedik bütün yemeklerini özlüyor, korkularını, tatlarını imliyor bu gözlerini döndürüyor; ama bedeni onları yadsıyor. Uyurken ağzı hep açık uyuyor; uykudayken kötü canlı yoktur. Ama o bir ağız görüyor uykulu uyanık hep: İğrenç bir sıvı geliyor kocaman açılmış yüzdeki o yanıktan içeri giriyor. Sıvı işitimsiz sağır dehlizlerden geçerek yüzünü pisliğe batırdığı, elinden kurtulurken son çığlığını öğün yaptığı o ağızın gelip kendi ağzının içine kurulduğuna artık çok emin.
Askeri hastanede yatışının üstünde günler geçiyor. Gün gün eriyor. Önce kürek kemikleri belirmeye başlıyor, derken leğen kemikleri... Yüzü o kadar çok küçülüyor ki, gür saçları başında pösteki gibi duruyor. Artık neredeyse yatağa yapışmış bedenine tiksintiyle bakıyor. Artık susuzluktan böbrekleri büzülmüş, açlıktan midesi sırtına yapışmış, sessizlikten dudakları uçuk içinde kalmış. Bu hastane odasının her bir köşesine sinmiş ölü hücre kokusunun yarattığı ruhani huzmeyi kanıksadığı epey oluyor. Havada asılı duran keşif ilaç kokusu olmazsa ölümünü daha kolay yaşayacak. Şimdi gözleri hergün bir ton solan duvarın beyazında. Odasına hemşirelerin biri giriyor biri çıkıyor. Hemşire onun koluna, muhtemelen son devirdaimlerini yaparken, yakaladığı damardan serumu vermeye çabalarken, öncekiler gibi boşuna uğraştığını biliyor.
Asker eskisi hareketsiz yatıyor. Kızı eti çekilmiş ellerini avuçları içinde tutuyor, kendi canını onunkine katıyor. Uzun uzun bakıyor, göz göze geldiği kızına ve dudakları oynuyor. Kanlı çizgiler oluşuyor yarılmış dudaklarının kıyısında. Alt ve üst dudağının sınırları iyice belirginleşiyor. Ağzını açmayalı ne çok olmuş! Başını oynatıyor. Belli ki bir söyleyeceği var. Elini tutan kızının gözlerinin içine mutlak bir ifadesizlikle bakarak: "Ölüyorum kızım'' diyor, "beni'' diyor, "Dudaklarımı dikerek gömün..." 
* Bolu F Tipi Cezaevi