Wednesday, December 12, 2012

Aramızdan Ter Sızmasın

                                                            Yalnızlığın gözü kördür derlerse de inanmam...
 Bazen tavana dikerim gözlerimi... Sobanın ön camından yansıyan ışık kümesine takılır; gerilere doğru gider, yarı uykuya dalarım... Sobanın üzerinde kızaran ayvanın kokusu yayılır odaya. Bir dilim alır; dişlerimin arasında suyunu emerim; tok bir bebek gibi. Üçüncü gözümü açarım yavaş yavaş. Ayağımın baş parmağınıdaki sancıdan başlarım; çocukluğumun neşeli demleri, baltadan fırlayan odun parçasının tırnağımı söküp atmasıyla aniden kesilir. Acı bir yana, kanın rengi beni büyüler. Tatmak isterim; bir parça alıp, dilimin üzerine sürerim. Ekşimtırak, tuzlu bir tad, boğazımdan aşağıya iner. Ölmeden evvel mundar olmasın deye kesilen hasta oğlağımı anarım. Babama kızgınlığım ondandır işte, çünkü acımadan kesmiştir oğlağımı; çocuk düşlerimle, çocuk kalbimle birlikte.. Bir parmak kanını da alnımın orta yerine sürmekten geri durmamıştır. Tıpkı babamı her anışında "bizde adet böyleymiş" dediğince anamın.
Biz hep göçebe yaşadık. Atlı arabamız vardı. Bazen kasaba kenarlarına konaklardık. Anamdan hayvan barsağından elek yapmasını, babamdan ise at binmeyi öğrendim Babam kalaycılık yapardı. Kasabanın sokaklarını karış karış bilirdim.. Hep onunla dolaşır; bakır tencere ve kapları kalaylardık. Ben körük çalıştırırdım ve pazularım bu yüzden hayli gelişmişti. Anam hep kız doğurmuş. Sonrasında babam oğlan hasretiyle öldü. Çok içiyordu çok o kadar ki sarhoş olunca,vmesin deye, arkamıza bakmadan tabana kuvvet kaçardık çadırdan..
Bizlere her türlü lakabı takarlardı: Kıpti, şopar derler; elekçi, apdal, mırtip, bala, gurbet, aşık, cano, şigan da cipsi de derlerdi. Bazıları 'cingan' bazıları da 'Çingene'.. derdi. Ne deye çağırırlarsa oyduk hatta o olmak durumundaydık onlara göre biz; hiç mi hiç takmazdık kafaya..Biz ne olduğumuzu biliyorduk ya, önemli olan oydu bizim için. Mesleğimize göre de ad takarlardı; demirci ve kalaycılara 'lungur', çalgıcılara 'lavtal'.. Velhasıl hepimiz birer Roman'dık. Tepeden tırnağa sahip olduğumuz öykümüze sarıldık kan içinde…
Üçüncü gözüm, sabaha dek vücudumda gezinir, diz kapağıma gelince durur, soluklanır. Bu canı en çok, ayaklar taşımıştır. Onun için onların yeri, başımın üstündedir ama diz kapağımdaki sancının, başka bir öyküsü vardır. Tahammül edilemez acıların biriktiği ana sinir uçları, orada düğümlenmiş gibidir sanki..
Aleksi çok seviyordum; aramızda yaş farkı olmasına, hareketleri ve heyecanı ile babamı çağrıştırmasına rağmen çok seviyordum. Seviyorduk birbirimizi. Asi ruhluydu.. Romanya'dan Avusturya'ya dek göçer, tekrar Köstence kıyılarında konaklardık. Bizim ne vatanımız ne de sınırlarımız vardı. Yaz mevsimi geldi mi şenlik olurdu çadırlarımızın etrafında. Keman, gırnata, darbuka sesiyle inlerdi, tepeler. Her şey rengarenk bir tabloya dönüşürdü. Sabahtan tenekelerle getirdiğimiz suyu; güneşli bir yere koyar, ılıtırdık. Sonra da ağaç dalına astığımız delikli tenekenin altında yıkanırdık Aleksle. Bana sıkaca sarılır; "Aramızdan ter sızmasın" derdi..
Sızmadı da ve biz kışın ayazında, ateş etrafında dans eden dostlarımızın alkışları arasında nişanlandık. Gümüş yüzüklerimizin içine isimlerimizi yazdırmıştık: "Aleks -Maria..."
 “Kasıkların serçe yuvası.. Meşe gibi kokuyorsun” derdi bana, minik minik öperken; her yanım, alev denizine dönüşürdü.. Ilık bir meltem ürpertirdi derimi.. “Kadınım, avradımsın” derdi.. Gamzeleri vardı iki yakasında yanağının. Gülünce içime bahar serpilirdi.
Odun külünden yapılma suyla ovardık bedenimizi. Sabun yapmasını da öğrenmiştik. Biraz tuz, odun külü ve zeytin yağından.
Bir gece onlarca uçak geçti üstümüzden… Şaşırdık…
Ertesi sabah toparlanıp kaçmaya fırsat bulamadan, etrafımızın yabancı askerlerce sarıldığını gördük. Kadınları çocukları ve erkekleri biribirinden ayırdılar..
Aleksi benden söküp almışlardı. Köksüz kalmış söğüt ağacı gibi, kollarım iki yana düştü. Ağlayamıyordum. Kaskatı kesilmişti çene kemiklerim.  Titriyor ve susuyordum.
Tabanı ezilmiş saman artıklarıyla dolu, keskin sidik kokan hayvan vagonlarına doldurulduk ellişer yüzer. Bilinmeyen bir yöne hareket etti trenimiz, kömür kokusuyla doldu ciğerlerimiz. Demir parmaklıklı pencereden atılan ekmek parçalarını aç martılar gibi sevinç ve kıskançlıkla bağrışarak kapışıyorduk. Köşedeki yosun tutmuş tahta damacanadan, maşrabayla aldığımız suyu birbirimize uzatıyorduk. Pencereden uzun bacalarını ve nöbetçi kulesini seçebildiğim bir kampın içinde durdu trenimiz.
Banyomsu bir binanın önünde sıraya dizildik. Çırılçıplak soyunduk. Dört köşesi delikli borulardan oluşan, genişce bir odaya tıkıldık. Borulardan kaynar sular püskürtüldü. Ağlaşmalar bağrışmalar, kırbaçlar eşliğinde banyo faslı tamamlanmıştı. Verdikleri keten gri üniformaları giymeden evvel, üzerimize DDT serptiler. Teker teker muayeneden geçtik. Tüm mücevherler, takılar sökülüp alındı. Nişan yüzüğümü ağzıma attım ve olanca gücümle azı dişlerimin arasına geçirdim. Dudağımın kanı ılık ılık boğazımdan iniyordu. Kollarımıza numaralar işlendi. Artık herbirimiz birer numaraydık:
“1376 buraya gel! Eğil.. kalk..yürü…”
Yine samanlarla  örtülü ranzalardan oluşan koğuşlara doldurulduk..
Ertesi gün, boynumuza hayvan yem torbasını andırır ceplere yarım çavdar ekmeği ve bir çinko tas koydular. Sıra ile sayımdan geçtikten sonra, kampın köşesindeki uzun bacalı fabrikaya yollandık..
Fabrika askeri üniforma  ve sabun imal ediyordu.
 Roman arkadaşlarımla birlikte, sabun imal edilen bölümde çalışmaya başladım..
Ben, kamplarda yaşayan tutsaklara verilmek üzere imal edilen, üçüncü sınıf sabunları damgalama ve paketleme bölümündeydim..
Çalışırken konuşmak yasaktı. Günde en az on altı saat çalıştırıyorlardı. Boynumuzdaki torbadan ekmeğimiz alıp yemeye fırsatımız bile zor oluyordu. Acele etmeliydik. Sabun kalıplarını taşıyan bandlar, durmamalıydı. Başımızda, değişik dilleri konuşan ustabaşılar dikmişlerdi. Her biri çamyarması gibi kadındı. Onlar da aynı kampın tutuklusu, kölesiydi. Bir iki farkla: Üniformaları, içtikleri bir tas çorba ve bir parça peynir eşiliğinde bir kadeh şarap belki. Elleri kamçılı, gözleri çakmak çakmaktı. Onlar da gözetleniyordu üst kattaki gözetim kulesinden. Köle sahiplerinden daha da acımasızdılar.
Bütün gün dizlerim üzerinde çalışıyordum. Ayaklarım uyuşuyor, parmaklarımı oynatamaz hale geliyordum.
Kampın dışından hiçbir haber sızdırılmasına izin verilmiyordu. Gözetleme kulelerindeki hoparlörlerden Wagner’i dinlemek bile, bize verildiği düşünülen en büyük ödüldü. Her şeye rağmen kulak gazetesi, en ince metotlarla aralıksız işlemeyi sürdürdü. Her habere karşı verilen bir ödün; aşağılama, işkence bizi bekliyordu.
Uzun sisli bacalardan her gün, yanık et ve kostik kokusu etrafa yayılıyordu Vagon vagon insan silüetleri, kampa giriş yapıyordu. Sessiz yığınlar, suskun duvarlar, alev ağızlı ocaklar, gizemli bir başkaldırı sunuyordu insanlık adına.
Bir akşam üzeri, vardiya değişiminden biraz evvel, en son gamalı haç damgasını vuruyordum; yumuşak sabun, kalıbına. Metalik bir sesle irkildim. Sabun kalıbına batmış oval bir cisim gözüme ilişti. Bana gaipten bir mesaj gibi gelmişti. Sıcak sabunu gizlice boynumda aslı duran torbanın içindeki çinko kaba yerleştirdim. Çıkıştaki kontrolcünün bakışlarına yakalanmamak için, başımı öne eğdim. Yüreğim ağzıma gelmişti. Yakalanmam durumunda bana verilecek cezayı tahmin etmeye çalışarak, korkuyla hızla yatakhaneye gittim. Sabaha dek uyuyamadım. Donmuş sabun kalıbını, tırnaklarımla deşerek içindeki metali çıkarmaya çalıştım. Yatakhaneyi, tavandaki etrafı mazgallı sarı bir lamba aydınlatıyordu. Sabahı beklemem gerekecekti.
Kalk borusunu beklemeden kalkıp tuvalete gittim.. Güneş yeni yeni ağarıyordu. Bulduğum oval metali, pençereden sızan güneş ışığına doğru tuttum. Aman allahım! Bu bir yüzüktü. İçindeki yazıyı okumaya çalıştım. Gözlerime inanamadım: “Olamaz, olamaz böyle bir şey!...”  diye bağırmışım. Yüzüğün içinde ‘27 Maria’ yazılıydı.
Öptüm, kokladım. Kendi yüzüğümü, alt çenemin soluna kelepçelemiştim. İçinde ‘47 Aleks’ yazıyordu. İçtima borusu çalınca, yüzüğü ağzıma attım; olanca gücümle, sağ çene kemiğimdeki azı dişlerime geçirdim. Ağzım, kanla dolmuştu birden. Kanı görseler; “bu kadın verem olmuş” diye, beni fabrikadan atarlar… Belki belki ben de bir tutsağın kirlerini temizlemek üzere…
Aradan iki yıl geçmemişti ki kampın üzerinden, yabancı uçaklar kulakları sağır eden bir sesle uçmaya, bildiriler atmaya başladı. Kampın yakınındaki askeri garnizona bombalar düşünce gece yarısı yerimizden fırlayarak uyandık. Ranzada balık istifi yatıyorduk. Ancak birkaç kişinin ölmesiyle yerimiz genişliyebiliyordu. Solumdaki kadın, anam yaşlardaydı. Ön dişleri, altın kaplama olduğu için, kampa geldiği ilk gün acımasızca sökülmüşlerdi. Kırık mazgal delikleri gibi açılırdı ağzı. Gülünce saçlarımı okşar, ensemden öperdi. Sesimi çıkarmazdım.
Yorgun, uykuya daldığım bir gece sabaha karşı elinin kalçamdan kasığıma doğru gezindiğini farkettim. Aniden dönüp parmağını ısırdım. Acıyla doğruldu. Ağzıma sakladığım yüzükleri fark etti. Şikayet edeceğini söyledi. Sustum. Sırtımı dönüp, uyuma rolleri yapmaya başladım. Midem ağrıyor, kusacak gibi oluyordum her yutkunuşta.
Bir sabah kamptaki tüm askerler, kamp bekçileri, koğuş onbaşıları sanki yer yarılmış onlar içine girmişti. Fırınlar, ağzına kadar üniforma, postal, madalya ile dolu, yakıma hazırlanmıştı. Kamptan, sabaha karşı birinci mevki vagonlar, bilinmeyen yerlere doğru hareket ediyordu. İçi, sivil giyimli, semiz insan yığınlarıyla…
Savaş başka türlü araçlarla, tekrar etmek üzere bitmişti.
Kampta bulunan köleler, bir deri bir kemik kalmış; iskeletler, sevinmeyi unutmuş; sadece, biribirine kenetlenerek ağlıyordu.
Fabrikanın imal ettiği tüm üçüncü sınıf sabunlar itina ile toplanarak , büyükçe bir kuyu kazılıp gömüldü..Üzerine büyükçe bir anıt mezar dikildi. Kamp turizme açıldı.
Kamptakiler üçüncü sınıf vagonlarla, getirildikleri ülkelerine geri gönderildi.
Benim ülkem yoktu..ne de sınırım..
Ben, kampı çok yakından izleyebileceğimi düşünerek, terkedilmiş bir göçmen vagonuna yerleştim. Üçüncü sınıf.
Kampta sadece sabun yapmayı değil, el, ayak,göz falı bakmayı da öğrenmiştim..

Boynumdaki kolyedeki iki yüzüğü merak eden turistlere, acı bir gülümsemeyle yanıt veriririm hep. Yüzükleri okşayarak..
“Aramızdan kir sızmadı...”

Volkan Kemal
10 Mayıs 2012