Wednesday, December 12, 2012

Gözlük Kokusu


Savaş herşeye yeni bir yön vermişti..başta trafik olmak üzere her şeye..
Demir yolları bombalanmış, yollar delik deşik edilmişti. Ne elektrik, ne kanalizasyon, ne de su şebekesi doğru dürüst çalışıyordu..Tramvayları çevre köylerden getirilen kadanalar çekiyordu..Sokaklar eskisinden daha da kalabalıktı..Birbirini tanımak istemeyen donuk, yabancı yüzler..İç göç sınıra dayanmıştı..Yakılıp yıkılan köylerden kaçanlar, harabe haline getirilmiş evlerde plastiklere sarılıp soğuktan korunabiliyordu..
Uzun süren abluka, kasabayı yavrusunu yiyen aç bir kediye dönüştürmüştü..Sokaklarda eskisi gibi ne serseri bir köpeğe, nede kediye rastlanıyordu..Artık kuşlar bile göçertilmişti..Kasaba etleri yavaş yavaş dökülen cüzzamlı bir kadını andırıyordu..
Köşebaşlarındaki seyyar satıcıların ve bir deri bir kemik hayat kadınlarının çokluğu göze çarpıyordu..Sanki, herkes herşeyini satılığa çıkarmıştı..bir tas çorbaya.. br paket sigaraya, bir kutu ağrı ilacına..sargı bezine..diş kelpetenine..bir çift naylon çoraba. müzik çalara..kurtlanan yaralarına basmak üzere bir baş sarmusağa..
Kiliseler, camiler, okullar ve stadyumlar aşevleri,sığınma merkezleri haline gelmişti. Yeni mezarlıklar açılmıştı şehre en yakın parkların dibinde..anıt kabirler, yeni kazılan mezarların arasında kaybolmağa başlamıştı..Hastane morkları koridorlarınadek dolmuş; toplu mezarlar kazılıyor, cesetler çıkarılıyor, kimlik tesbitine çalışılıyordu.
Her ne iş olursa yapmağa hazır binlerce kişi sabahın seherinde kasaba belediyesinin kapısı önünde kuyruğa giriyor; bir tas çorba için mezar kazıcısı olmağa razı oluyordu..Salgın hastalıkların yayılması önlenememiş, ezrail en yakın kurbanını minik bebek yaşındakiler ve ihtiyarlar arasından seçiyordu..Ekmek, şeker, tuz ve gazyağı karneyle veriliyordu..Bombalanmadan kurtulmuş bir kaç fırın koca kasabayı doyurmakla sorumlu dört vardiye çalışmaktaydı..Uluslararası yardım kuruluşları sadece sabır ve nasihat dolu paketler gönderiyordu..
Zenginlerin evleri yoksullarca işgal edilmiş, kilerleri boşaltılmıştı..
Savaş tüm genç erkekleri bir hortum gibi yutmuş; şehir yaşlı, çocuk ve kadınların sığınağı haline gelmişti.. Ülkenin tüm erkekleri kışlalarda “ vatan savunması” adına iğdiş edilmişti. Askerden kaçana vur emri verilmişti. Kaçamayan zaten ya savaşta ölüyor veya yaralanıyordu..

Her sabah belediyenin vereceğini umduğum işime atlı tramvayla gitmekteydim..
Tramvayın arka bölümüne geçer, birbiriyle konuşmaya çekinen yolcuları izleyerek uzunca yolu kısaltmayı düşlerdim..Tramvay at sidiği ve ter koksuyla boyanır, yollar yeni atanan temizlik işçilerince çalı süpürgeleriyle temizlenirdi..
Bir sabah belediye hopörlörü ulusal marş eşliğinde barış ilan edildiğini duyurdu..Sanki görünmeyen bir el, bir orkestra şefinin çubuğu, “barış” komutunu vermişti.. Barış şartlarının en kötüsü kabul edelir duruma getirildikten sonra, aniden savaş tamtamları durdu. Katliama seyirci kalmayı yeğleyen Birleşmiş Milletlere ait barış gücü askerleri, kışlalarından çıkmayı akıl etti.
Kasabamız, yaza doğru hastalıktan yeni kurtulmağa çalışan ihtiyar bir kadın gibi ayakları üzerine doğrulup; sancılı yürüyüşüne başladı..derken, barış planının resmen kabulü bayram havasıyla kutlandı. Nutuklar çekildi..alkış furyası eşliğinde bando mızıka marşlardan seçmeler sergiledi..meydanlar doldu taştı..Savaşın galibi belli değildi ama, mağlubu karakarelerle dünya kamuoyunun vicdanına yansımaya başlamış; dev film şirketleri bu acınılası durumu beyaz perdeye yansıtmak üzere senaryolar üretmeğe çalışıyordu..Savaşan neden savaştığının farkına varamamış, ölenler “kutsal vatan” yoluna yitirdikleri canlarının cennette huzura kavuşacağının avuntusuyla geride gözü yaşlı sevgililer bırakmıştı..
Savaşın blancosunu savaşı çıkaranlar değil, savaşanlar ödemişti..ödeyecekti de..
Her barış, savaş tarafından zorla ırzına geçilmişliğin piçini taşıyordu sancılı kasıklarında..

Aylar sonra yayın evindeki işime kavuşabildim..Günlük mahalli bir gazetede foto muhabiri olarak çalışmaktaydım..Gazetenin eski haline dönmesi mümkün değildi. Bir çok muhabirini ve yazarını yitirmişti.. Haftalık bir dergi üzerinde düşünmeğe başladık..Ben ve arkadaşlarım, karın tokluğuna çalışmaya razıydık..Kasabanın savaş sonrası gerçek yüzünü dünyaya tanıtmak gibi bir misyonu üstlenmek gurur verecekti.

Atlı tramvayla işe gidişlerde hep ön koltukları tercih ediyordum..Tramvay sürücüsünün hemen arkasındaki oturaktan emektar kameramla kareler yakalamağa çalışıyordum.. Kasabamızın gerçek yüzü böylece karelenebilecekti..
Oturağımın arkasındaki iki kişilik koltuğa her gün, saçı sakalı uzun kara gözlüklü bir ihtiyar ve onun torunu yaşındaki bir çocuk oturmaktaydı.. Ben onlardan sonraki bir durakta iniyordum.. İhtiyar adam torununa durmadan hikayeler anlatıyordu..Bir ara etrafa bakınıp resim karelemeyi unutmuş, arkamdaki bana hiç de yabancı gelmeyen büyüleyici ses tonuna kulak kabartmağa başladım..Anlattığı öyküler o yaştaki bir çocuğun kavrayabileceğine inanmadığım derinlikleri oluşturuyordu..Arkamı dönüp birşeyler söyleme ihtiyacı duymama rağmen cesaret edemedim..Adamın ses tonu, nefesinin ensemi okşayıp, beni cepeçevre tutsak edişi hoşuma gitmeğe başladı.. Senelerdir, hiçbir erkek bu kadar yakınlaşmamıştı tenime..Onu dinlediğimi belli etmemek için, ara sıra resim çekiyor, sağa sola boş bakışlar fırlatmayı sürüdürüyordum..Hafta sonları da çalışmaktaydım..ama, yaşlı adam ve torununu görememenin eksikliğini yaşıyordum.. bu adam kimdi.. neden benim arkamdaki koltuğu seçiyordu hep..ya ses tonu.ya anlattığı öyküler..binbir gece masalları kadar sonsuz, iç gıcıklayıcı, merak uyandırıcı..sıcak mı sıcak..sanki beni çok eskiden tanıyordu..Okulun önündeki durakta iniyordu..öğretmen.. pekala öğretmenim olabilirdi..liseden edebiyat hocam..Hayır hayır olamazdı.. benim özelimi öykü diliyle anlatmağa çalışan biriydi bu ..ses tonu tamam..ama, hiç de ona benzemiyordu.. allahım..çıldıracağım..kimdi bu işkenceyi bana yaşatan kişi..neden sormaya cesaret edememiştim..binbir gece masalları aniden kesilebilir, o kaybolabilir miydi? Kendimi onun varlığına öylesine kaptırmıştım ki, hiçbir şeyin bu büyülü, gizemli öykücüyü benden koparmasına müsaade edemezdim..
İçimde kabuk tutmuş, unutmağa çalıştığım bir yarayı tedavi eden bir büyücübaşıydı o..belki de bir şarlatandı..bilmiyorum ne olursa olsun..o bana, bendeki kurumuş bir gürgene can suyu vermeye adamış yaşlı bir bahçevandı..belki, o da zevk alıyordu bu tür meddahlık numarası yapmaktan..O beni geçmişime bağlayan bir halattı sanki..limanımdı sığınabileceğim.. kökümdü, kızgın çöl fırtınalarından koruyan.. vahamdı dingin.. hiç bir şeyim değildi..olamazdı..olmamalıydı.. ama, kimdi o?
Kimdi, benim kayıp benliğimi su yüzüne çıkarmağa çalışan..neyim di.?
Bilmek istemiyorum..
Bilmekliğimin hiç bir yararı olmayacak.
Merakımı yenmeliyim..dinlemeyi sürdürmeliyim..beni mutlu ettiği sürece..mutluluk neydi? Hele savaş sonrası..yıkık dökük bu kasabada neden mutluluk duyardı insanlar..Bir avuç arpadan..lahana çorbasından.. Ölmediğine şükredenlerin mutluluk hali.. her şart altında yaşamayı onur saymak!
Yaşamı kutsamak, ölümü kutsamaya adaydı..

Göçenler geri gelecek miydi? Göçürenler her zaman kurt bakışlı, tetikte olduğu sürece; göç devam edecekti. Göç türkülerinin yanık kokusu yükselecekti bacaları yıkılmış viranelerden..kökleri sökülmüş ağaç iskeletleri.. külleri uçurulmuşlar, dilleri dibinden kesilmişlerin sessiz çığlığı..lanetliler ordusu, dünyayı yaratan elleri üzerinde sürünerek sokakları yaladılar..

Atlı tramvayla sabah yolculuğu bitmemesini istiyordum, oysa ki yeni elektirik direkleri dikilmeğe başlamıştı yol boyunca..
Bir sabah, benim ihtiyar büyücübaşının öyküsüne öylesine kendimi vermiştim ki..çevrede olup bitenlere tepkisiz gözlerle katılıyordum.. kulağımı okşayan o sihirli ses, masalın en heyecanlı yerinde kesik bir öksürükle irkilmeme neden olmuştu.. acele yerimden fırlayıp tramvaydan indim..hızla arkama bakmadan iş yerime yöneldim..cadde at sidiği kokuyordu.. baharın eli kulağında, erik ağaçları tomurcuğa durmuştu..güneş göç edenlerin yolunu aydınlatıyordu..

Ertesi sabah gene aynı yere oturdum, öykücübaşımı dinlemeğe hazırlanmıştım ki; yaşlı adamın yanındaki çocuk tebessüm ederek sırtıma dokundu.. irkidim rüyadan uyanmışcasına..ilk kez arkama dönerek..tebessüm ettim..
Çocuk..”Dün tramvaydan inerken güneş gözlüğünüzü düşürmüştünüz...” dedi..
Yaşlı adam titrek parmaklarıyla gözlüğü bana doğru uzatıyordu..şaşırdım..Gözlüğün düştüğünü farketmemiştim bile.. hep başımın tam ortasına saçıma iliştirir, orada unuturdum gün boyu..
Yaşlı adam. “Gözlüğünüz bende kaldı bütün gece..buyrun alın..”
Kekeledim.. yarım yamalak teşekkür edebildim..
                 “Ama siz..siz..”
Yaşlı adam; “Evet görüyorsunuz ki körüm..ama bu benim sizi hissetmeme engel değil..kokunuz..kokunuz”

Utandım.. öne döndüm, başımı eğdim..bu ses.. bu ses.. benim senelerdir kaybettiğim kendi sesim di..unutmağa çalıştığım tüm acılar zincirinin ana halkasıydı; beni bağlayıp hapseden..Gözlüğü bana uzatırken elini görmüştüm..evet.. o eldi beni hücre hücre keşfeden.. tenimin en gizemli yerlerinde coşkuyka dolaşan..hayır o olamazdı..dayım, olamaz dı.. “Kokunuz kokunuz..”
Babamdı bulup kaybettiğim..aramayı unuttuğum gerçekliğim..sancılarımın izdüşümü..yalanlarımın sığ gölü..yakamozların en minik halkası..
Babamı alıcı kuşlar bilinmeyenli bir yere göçürdüğünde komşu teyze elime yeşil cevizleri tutuşturmuştu, ağlamamam için..avuçlarımda hala o cevizin kınalı izi vardır..kınayı severim o yüzden babamdan kalan kokudur, dokudur o.
Fırfırlı etekliğimin cebinde durur o cevizler hala..kınalı kabukları dökülmüş..kokusu uçmuş..

Tramvaydan fırlarcasına atladım..arkama bakmadan koştum koştum ..nereye neden demeden, kaçıştı bu kovalayanı olmayan..

Erteki sabah heyecanla atlı tramvayı bekledim.. gene aynı yerde oturacaktım..doğu masallarıyla bezenmiş bir sabah yolculuğu yapacaktım..
Arınacaktım tüm kirlerimden..tutunacaktım binbir geceye, sabahları muştulayan aya dalacaktım geceler boyu..

Yaşlı adam ve çocuk..atlı tramvaya binmediler o sabah.. göremedim onları..her sabah merakla bekledim..gelmediler.. aradım.. aylarca durak durak..indim bindim.. deliler gibi..aramayı aradım sokak kedileri gibi, iz sürdüm tazılar gibi..bir koku aradım yitirilmiş..

Yaşlı adam yoktu.. o hiç olmamıştı ki..

Kasabaya elektirik verildi..

Atlı tramvay belediyenin müzesine kaldırıldı..

Her pazar müzeye gidiyorum..aynı oturakta oturuyorum hep..
Kara gözlüklerimi takıyorum her pazar..
Bir meltem eser ensemi okşayan, ılık mı ılık..
Kınalı bir koku yayılır avuçlarımdan cevizi...
 ...
 Ve mırıldanırım, unutulmayan bir tangoyla seni...

"Şehri baştan başa dolaştım bugün.
Seni aradım tüm sokaklarında.
Seninle biz, ayrı ayrı uzanan iki yol gibiyiz; hiç kesişmeyen.
Seni yaşadım tek başıma; inanılmayacak kadar güzeldi.
Yağmurla bulutun buluşması kadar yaşayamadık biz.
"Yasak" dediler.
"Günah" dediler.
Boyun büktük.
Ayrı ayrı yerlerde atan iki kalpten bir vücut oluşturduk
İstemiyorum senden başkasını, uzakta olsamda kilometrelerce.
Sensiz doğan güneş ısıtmıyor beni.

Yağmurlu bir gün düşlüyorum, akşamın olmasına yakın.
Düşün bir tanem; iliklerime kadar ıslanmışım.
Tüm sokaklar bomboş.
Toprağın kokusunu içime çekiyorum, tıpkı senin özlemini çektiğim gibi.
Vücudumun her yerinden damlalar süzülüyor.
Düşünüyorum: belki, belki düşen her damla senin özlemini alıp götürür uzak diyarlara .
Vücudumun lime lime olduğunu hissediyorum.
Yağmur, yağmurun sesi; ben ve benim yalnızlığım , bir tanem.
İşte seni yaşamak, seninle ya da  sensiz."


Volkan Kemal
22 Nisan 2012

Yarımlık lardan

Bu öykü hiç bitmeyecek; savaşlar ve yasak aşklar sürdükçe...